Diktatörler ve Polis Şefleri…

 

 

Devletin gizli istihbarat örgütü, onun göz bebeği kadar değerlidir. Baskı aygıtının merkezini oluşturur. Dolayısıyla gizli istihbarat örgütlerinin şefleri de diktatörlerin sağ kolu, onların bütün kirli işlerinin uygulayıcısıdır. Diktatörler bu sağ kolları olmadan hiçbir şey yapamazlar. Ne var ki, sağ kollarına birçok kirli iş yaptırdıklarından, bunların suları en geç beş altı yıl içinde ısınır ve değiştirilmeleri gerekir. Bu değiştirme işlemi, gizli istihbarat örgütünün şefi, diktatörü bile korkutacak ölçüde güç biriktirdiğinden çoğunlukla kanlı bir operasyonla gerçekleşir. Ama illa öyle olması da gerekmez. Bazen de şef bir entrika sonucu (bu tür entrikaları ona yapmak çok kolaydır, çünkü sayısız yasa dışı ve kirli işe bulaşmıştır ister istemez) kızağa çekilir, uzaklaştırılır ya da gözlerden kaybolur gider.

Diktatörlük ne kadar kanlıysa gizli istihbarat şefinin tasfiyesi de o kadar kanlı olur. Sonunda kelleyi kaptırır anlayacağınız.

Stalin, 1930’lu yılların ilk yarısında, muhalefetin tasfiyesinde, GPU şefi Yagoda’ya birçok kirli iş yaptırdı. Büyük temizliğin başlatılması için bahane oluşturan Kirov cinayeti de dâhildi buna. 1930’ların ortalarına doğru Yagoda’nın suyu ısınmaya başladı. Bunun üzerine Yezhov, Politbüro (daha doğrusu Stalin) tarafından sanki ona yardımcı oluyormuş gibi GPU’nun içine yerleştirildi. Elbette Yagoda bunu yutacak kadar saf değildi ama yapacağı hiçbir şey yoktu. “ “Ben bu işi bırakayım, milletvekili olayım” diyecek hali de yoktu. Zaten dese de kimse onu dinlemezdi. Her şey aparatın yolu yordamıyla, adım adım yapılacaktı. Bir süre sonra Yezhov fiilen Yagoda’nın işlerini ve pratikte otoritesini devraldı. Fakat Yagoda hâlâ GPU’nun (daha sonra NKVD adını alacaktır) başı gibi gözüküyordu. Sonunda görevden alındı ve “Buharinci Sağcılar” davasına katıldı. Bu davada, Kirov suikastını düzenlemekle suçlandı ve mahkemede bu suikastı açıklayan itiraflarda bulundu. Tabii bir nokta hariç: Suikast emrini Stalin’den aldığını açıklamamıştı. Emri, o sırada Yagoda’nın üzerinde herhangi bir otoritesi olması mümkün olmayan Yenukidze’den aldığını ileri sürdü. Bu GPU-NKVD uydurması yalanlar Yagoda’ya oldukça tanıdık gelmiş olmalıdır (Kirov cinayetinin ayrıntılarını ele alan bir kitap bu ay h2o Yayınlarından çıkıyor. Bu arada duyurmuş olayım: Robert Conquest, Kirov Cinayeti ve Stalin, çev: Gün Zileli).

Yagoda’yı NKVD zindanlarında bizzat Yezhov sorguladı. İşkence seanslarının fiili uygulayıcı ise meşhur “kemikkıran” Albay Vasili Blokhin’di (http://www.gunzileli.com/2010/03/18/wikipediadan-stalinin-infazcisi-vasili-blokhin-kismi-ceviri/). Ağır işkencelerin ardından itirafta bulunan Yagoda, Buharincilerle birlikte kurşuna dizildi.

Yezhov’un akıbeti daha da ilginçtir. Büyük Temizlikleri en gaddarca yöntemlerle yürüten ve döneme “Yezhovshchina” adının verilmesine yol açan Yezhov, dört yıllık icraat döneminin sonunda tutuklandı ve yine Albay Vasili Blokhin’in işkencesi altında itiraflarda bulunduktan sonra kurşuna dizildi. Stalin, Büyük temizlik döneminin suçlarını kısmen Yezhov’un sırtına yıktı. Yezhov’un yerine geçen Beria ise, Stalin’in ölümünün ardından, 1953 yılının 23 Aralık’ında Kruşçev tarafından kurşuna dizildi.

Türkiye’de son zamanlarda yapılan tayinlerin anlamı üzerinde kafa yoranlara, bu yazıdaki Yagoda isminin yerine Hakan Fidan’ı, Yezhov isminin yerine ise Yalçın Akdoğan’ı  koyarak bir kere daha okumalarını tavsiye ederim. Beria’nın isminin yerine kimi koyacağımıza gelince, bu yakın geleceğin sorunudur.

 

Gün Zileli

12 Mart 2015

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Totaliter Rejime Bir Kala…

Artıgerçek Siyasi iktidar, farklı toplumsal kurumlar tarafından denetlenmediği zaman toplumun üzerinde korkunç bir baskı ve …

112 Yorumlar

  1. Ahmet Bey ne diyorsunuz bu yazıya?

  2. Gun bir kitap cevirmis, ve asil derdi kitabin reklamini yapmak. Conquest desenformasyoncudur ve ingiliz itihbaratinin maasli elemanidir. Yazdigi kitaplarin bilimsel degeri yoktur, buyuk teror kitabindaki verilerin arsivler acilinca palavra oldugu anlasilinca ve komik duruma dusunce kendisi kitaba bir duzeltme yapmak zorunda kalmisti.

    Kirov cinayetini Stalin’in isledigini once muhalefet ortaya atar, Kruschev bunu tekrarlar ama tum sovyet arsivleri elinin altinda olmasina ragmen tek bir belge gosteremez, birakin gostermeyi arsivler basina kapatilir hala da dedigim gibi Ingiltere de bile doneme iliskin bilgiler iceren arsivler kapalidir. Ciddi hic bir arastirmaci su an Kirov’u Stalin’in oldurdugunu iddia etmemektedir.

    Kirov cinayeti muhalifler tarafindan islenmisti, Yagoda once tum sucu beyazlara yikti ve bir suru karsidevrimciyi idam ettirdi ama daha sonra cinayetin Zinoviev grubu ile iliskisi cikinca olayi ortbas etmek istedi edemedi, sorusturma sirasinda baska bir suru sucu da aciga cikmisti. Bunlardan en igrenclerinden birisi Maksim Gorki ve oglunun zehirlenerek oldurulmesidir. Gorki’nin gelininden hoslanmaktadir ve bu yuzden Gorki’nin oglunu zehirletir. Olayi arastirdigi icin durum aciga cikmasin diye Gorki yi de zehirletir. Mahkemede Gorki’nin oglunu zehirlettigini kabul etmesine ragmen Gorki’yi oldurttugunu reddeder.

    Ingiltere Basbakan yardimcisi Nick Clegg’in buyuk teyzesi Yagoda’nin sevgilisidir, bir rus prensesi olan kadin en buyuk ingiliz casuslarindan sayilmakta ve hakkindaki dosya hala gizlidir. Dosyanin gizliligi bir kac yil once bir 30 sene daha uzatilmisti. Bu kadin Lenin vuruldugunda bu suikast sebebi ile ingiliz casusu Lockhard ile birlikte tutuklanmisti. Lockhard Lenin suikastini duzenleyen ingiliz ajanidir ve Ingiltere bunun uzerine Sovyet elcisi olan Litvinov’u tutuklamis ve Litvinov ve Lockhard takas edilmisti. Litvinov daha sonra uzun yillar sovyet disisleri bakani olarak calisacaktir.

    Stalin’in Kirov’u oldurdugune iliskin fasistlerden Kruscev’e bir suru iddia vardir ama tek bir belge yoktur. Halbuki muhaliflerin zor ve suikastlar yolu ile sovyet liderligini degistirme planlari konusunda o kadar cok belge vardir ki, mesela Buharin daha tutuklanmadan bir kere bile polis yuzu gormeden suclamalarin bir cogunu kabul etmistir. Keza Tomski bir kere bile polis yuzu gormeden kendi partili arkadaslarina gizli orgut kurduklarini ve komplolar planladiklarini kabul etmis, bu kabulden 2-3 gun sonra ise daha tutuklanmadan intihar etmistir. Yagoda mahkemede bazi suclamalari kabul bazilarini reddeder. Kabul ettikleri arasinda sovyet liderligini zorla degistirmek icin komplo ve cinayetler duzenleme de vardir. Yabanci casuslarla iliskisini kabul eder ama bunun mesleki sebeblerle ( Yagoda icisleri bakani olarak ayni zamanda istihnaratin da basinda bulunuyordu) oldugunu belirtir. Gorki’yi oldurtugunu reddeder ama oglunu oldurttugunu kabul eder.

    Kirov Stalin’in en yakin arkadaslarindan birisidir. Ama daha onemlisi muhalefet birlesip ortak platform olusturup, bu platformun bildirisinde Stalin liderligini zor yolu ile degistirecegini iddia ettikten hatta bu yuzden bazi platform uyeleri partiden atildiktan sonra oldurulmustur. Olduren Zinoviev cevresinden birisidir. Ilk tesebbusu degildir, daha once de silahi ile Kirov’un ofisine gitmis ama yakalanmis buna ragmen bir sey yapilmadan birakilmistir. Yagoda Bukharin grubundandir, sadece o degil ama Yezhov da Bukharin grubundandir.

    Gun yukarida Stalin’in Yagoda’ya bir suru kirli is yaptirdigini iddia ediyor. Her zamanki gibi atiyor. Yagoda nin Kirov cinayetinden once parti ici politik manevralar disinda tek kirli isleri kisisel sebeblerle oldurttugu Gorki ve oglu ve yerine gecmek icin oldurttugu Icisleri Bakani Menzinski’dir. Icisleri bakaninin oldurulmeside Stalin liderligini degistirmeye yonelik komplonun bir parcasidir. BU cinayetlerin ise Stalin tarafindan emredildigini Conquest bile iddia etmez. Kirov komplosu oncesi Yagoda’nin birak Stalin emri ile yaptigi, onun emri olmadan yaptigi tek bir kisli is yoktur.

    Yagoda casuslarla iliskilerini kabul eder ama der bu benim meslegim geregi. Casuslarla iliskilerini gizli celsede aciklamak ister, mahkeme kabul eder ve bu bolum gizli celsede gorulur. Casusluk iddiasi hakkinda hem ingiliz belgeleri hem de rus belgeleri hala gizlilik altinda oldugu icin bu konuda birsey bilmiyoruz. Tek bildigimiz ingiliz casuslari ile icli disli oldugu, hatta bir cok kaynak Clegg’in buyuk teyzesi ile Yagoda’nin sevgili oldugunu iddia etmekte. Ama dedigim gibi iki tarafinda arsivleri de kapali oldugu icin bir sey bilmiyoruz, ama arsivlerin casusluk iddiasini kanitladigi icin kapali oldugunu varsayabiliriz. Cunki Ingiliz hukumeti boyle bir bilgiyi ancak Yagoda hakkindaki iddialar dogruysa saklamak ihtiyaci duyar.

    Kirov cinayeti oncesi Yagoda sadece icisleri bakanidir o kadar. Komplonun bir parcasi olmak disinda bir sucu yoktur, o da 1932 yillarinda baslayan bir komplodur ve ilk ses getiren eylemleri 1934 araliginda gerceklesen Kirov cinayetidir.

    Yezhov buyuk temizlik sirasinda yuzbinlerce insanin sucsuz yere tutuklanmasini bunlardan binlercesinin idamini emretmis birisi. Bukharin’in karisi onun Bukharin’in iyi arkadasi oldugunu soyluyor. Arsiv belgeleri Yezhov Kruscev Eikhe gibi parti liderlerinin Kirov cinayeti sonrasi surekli olarak bir karsi devrimci korkusu yaratmaya calistiklarini ve Kirov cinayetini bunun icin kullanmaya calistiklarini gosteriyor. Yezhov Kruschev vb surekli olarak onbinlerce kisinin partiden Trockist vb olarak atilmasini isterken Stalin ve arkadaslari ise Trockistlerin en guclu olduklari donemde bile oy tabaninin bir kac bini gecmedigini, o yuzden bu kadar trockist olamayacagini, olsalar bile trockist olmanin bir suc olmadigini, sadece devlete karsi gizli orgut kurmanin suc oldugunu soylemislerdir. Oyleki Kruscev’de trockistir ve Stalin onun ayni gerekce ile partiden atilmasina karsi cikar. Yezhov ve cevresi gucludur, icisleri bakanligina geldiginde insanlari troikalarda yargilama hakkina kavusur. Yuzbinlerce insan tutuklanir, binlercesi idam edilir. Donem Yezhov’un donemi diye anilir, cunki onun borusu otmektedir. Stalin Yezhov ve digerlerini ancak Malenkov Beria gibi genc kusak burokratlarin yardimi ile durdurabilir. Ama yine de Stalin oldukten sonra Kruschev ve cevresi iktidari ele gecirir ve hem Stalin’in arkadaslari hem de Malenkov Beria gibi burokratlar tasfiye edilir.

  3. “…Kirov cinayetini Stalin’in isledigini once muhalefet ortaya atar, Kruschev bunu tekrarlar ama tum sovyet arsivleri elinin altinda olmasina ragmen tek bir belge gosteremez,..”
    Kirov cinayeti kimin ilişine yaradı?
    Ünlü bir söz vardı, “rüşvetin belgesi mi olur lan pezevenk!” Bu cinayet yalnızca sözlü emirlerle gerçekleşmiş olmalı; bilenler de öldürtüldü. Dünyanın yuvarlak olduğuna dair kanıt isteyenler de var hala, biliyoruz!
    ***
    Dedikodu anlatıları…
    “Gorki’nin gelininden hoslanmaktadir ve bu yuzden Gorki’nin oglunu zehirletir.”
    Ne hoş; Stalin’in iki polis şefi de benzer şekilde öldürtülüyor. Arkasından konuyu sulandıran ıvır zıvır dedikodulr. Ahmet sürekli bunu yapıyor. Dinci polemikçelerin sevdiği yöntemdir bu. Olayı özünden uzaklaştıran dedikodu hikayeler. Köy kahvesi sohbetlerine zihni alışmış olanların sevdiği yöntem…
    *
    M. Lewin sanırım 44.000 infazın altında Stalin imzası olduğunu yazar… Anlaşılan bu belgeler var. Sonra o parti kongresindeki delegelerin yarıya yakınının öldürtüldüğünü de geçtiğimiz aylarda kanıtlamıştık! Ama Ahmet Kirov cinayetinin belgesini arıyor!
    Ahmet bir tarihçinin analitik yöntemini kullanmıyor. Olaylar ve insanlar arasındaki bağlantıları görmek istemiyor. İddiayı, kanıta dayalı bir yaklaşımı, konudan uzaklaştıran “o demiş, bu demiş” gibi tarihsel olaylarda kullanılamayacak nesnellikten uzak, olaylardan olgulardan bağlantısız salt gevezelik sayılacak mevzulara, bataklığa çekmeye çalışıyor.
    ***
    “Ingiltere Basbakan yardimcisi Nick Clegg’in buyuk teyzesi Yagoda’nin sevgilisidir, bir rus prensesi olan kadin en buyuk ingiliz casuslarindan sayilmakta ve hakkindaki dosya hala gizlidir. Dosyanin gizliligi bir kac yil once bir 30 sene daha uzatilmisti. ..”
    Sonra da “hatta bir cok kaynak Clegg’in buyuk teyzesi ile Yagoda’nin sevgili oldugunu iddia etmekte. Ama dedigim gibi iki tarafin da arsivleri de kapali oldugu icin bir sey bilmiyoruz”
    Hiç bir şey bilmiyor ama biliyor gibi yazmaktan çekinmiyor. Önce kesin yazıyor. “…Yagoda’nin sevgilisidir”… Birkaç paragraf sonra da “Yagoda’nin sevgili oldugunu iddia etmekte… arsivleri de kapali oldugu icin bir sey bilmiyoruz”
    Bu Ahmet’in ne denli savruk olduğunun kanıtıdır.
    Yöntemi bu; dedikodu tarihçiliğini benimsemiş yazarların palavralarını okuyor.. Ne acı ki inanıyor da olmalı.
    ***
    “… Buharin daha tutuklanmadan bir kere bile polis yuzu gormeden suclamalarin bir cogunu kabul etmistir. Keza Tomski bir kere bile polis yuzu gormeden kendi partili arkadaslarina gizli orgut kurduklarini ve komplolar planladiklarini kabul etmis, bu kabulden 2-3 gun sonra ise daha tutuklanmadan intihar etmistir.”
    Yezhov ve cevresi gucludur, icisleri bakanligina geldiginde insanlari troikalarda yargilama hakkina kavusur. Yuzbinlerce insan tutuklanir, binlercesi idam edilir. Donem Yezhov’un donemi diye anilir, cunki onun borusu otmektedir. Stalin Yezhov ve digerlerini ancak Malenkov Beria gibi genc kusak burokratlarin yardimi ile durdurabilir.
    Hiç birisi nesnel olarak kanıtlanamayacak, olgulardan kopuk saçmalıklar. Sonuçlarla bağlantısı olmayan; sonuçlarla çelişen, o 1934-37 bütünü içinde, milyonlarca ceset ortada iken ne acınası, ne değersiz, dedikodu tarihçiliği malumatfuruşluğu.
    Bu “zihin” için yapacak bir şey yok! Hüseyin Çelik vb. adamların zihniyet dünyası bu. Gerçeği arayan değil; arayan, bulanların “paraziti-bakterisi”! O canlı bütünü hastalandırmaya, öldürmeye çalışan bir “genetik program”! Biyolojik var oluşu bu…
    ***
    Şu palavralara bakın; yazdıklarının çoğu gibi… “Yezhov ve cevresi gucludur, icisleri bakanligina geldiginde insanlari troikalarda yargilama hakkina kavusur. Yuzbinlerce insan tutuklanir, binlercesi idam edilir. Donem Yezhov’un donemi diye anilir, cunki onun borusu otmektedir. Stalin Yezhov ve digerlerini ancak Malenkov Beria gibi genc kusak burokratlarin yardimi ile durdurabilir.”
    Zavallı Stalin; kariyeri böyle olan bir adam karşısında ne kadar da güçsüzmüş! Yezhov ve çevresi güçlüymüş!
    “1909’dan 1915’e kadar terzi çıraklığı yaptı ve fabrika işçisi olarak çalıştı. 1915’ten 1917’e kadar Çar yanlısı Rus ordusuna hizmet etti. Ekim devrimine gelen süreçte önce Enternasyonalistlere sonra da 5 Mayıs 1917’de Vitebsk’de Bolşevikler’e katıldı. 1919 -1921 Rus İç Savaşı sırasında Kızıl Ordu adına savaştı. Şubat 1922’den sonra, siyasi işlerle uğraştı, çoğunlukla Komünist Parti’nin çeşitli bölgesel komitelerinde sekreter olarak görev aldı. 1927’de, Komünist Parti Muhasebe ve Dağıtım birimine atandı, eğitmen ve başvekil olarak çalıştı. 1929’dan 1930′ a kadar Tarım Komiserliği yardımcılığı yaptı. 1934 yılında Komünist Parti Merkez Komitesine seçildi, bir sonraki yıl ise Merkez Komite sekreteryasında görev aldı. 1935-1939 yılları arasında Parti Disiplin Komisyonu Başkanıydı.”
    **
    Stalin’e bakalım!
    “Bu dönemde Stalin, Lenin’in eserleriyle tanışır ve marksist bir devrimci olmaya karar verir. Tiflis’deki RSDİP örgütüne katıldı ve 1901 yılında Tiflis’de Çarlık askerleri tarafından bastırılan 1 Mayıs gösterilerini örgütledi…Mart 1902’de petrol işçilerinin grevini örgütler. 1903 yılında Bolşeviklere katılır… Tiflis’i kana bulayan Çarlık Ordusu komutanı General Fyodor Griiazanov’a düzenlenen başarılı suikast saldırısında yer alır.… 1917 Şubat Devrimi sırasında genel afla Petrograd’a döndü ve Pravda’nın başyazarı oldu. Nisan 1917’de RSDİP-Bolşevik’in 7. Konferansı’nda yeniden 5 kişilik Merkez Komite’ye seçildi. 1917 Ekim Devrimi’nin başarısından sonra Lenin’in başkanlığındaki Halk Komiserleri Konseyi’nde milliyetler bakanı oldu. …ordular siyasal komiseri olarak 1918’de Çaricin’in (bugün Volgograd), 1919’da da Petrograd’ın savunulmasına katıldı. Nisan 1922’deki 11. Kongrede Parti Merkez Komitesi Genel Sekreterliği’ne seçildi ve milliyetler ile işçi ve köylü denetim komiserliği görevlerini de korudu. Lenin’in ölümünün ardından Mayıs 1924’te toplanan 13. Kongre’de genel sekreterlik görevini sürdürmesine karar verildi….”
    ***
    Bu denli kolayca bulunabilecek bilgiler ortada iken 1935-1936-1937 yıllarında Yejov’un Stalin’den güçlü olduğunu iddia edebilmek ancak “belirli” bir “tahsil” ile mümkündür.!
    İnsan aklına hakaret gibi…” “Yezhov ve cevresi gucludur, icisleri bakanligina geldiginde insanlari troikalarda yargilama hakkina kavusur. Yuzbinlerce insan tutuklanir, binlercesi idam edilir…” Stalin’in elinden de bir şey gelmez; Stalin hep iyi de “çevresi kötü!” Artık bu retoriğe karşı sanırım kargalar bile tepki vermeyecek; gagalarındaki bokları yutmayı yeğleyecek; daha iyi de ondan!”
    *
    Yazıklar olsun demekten başka bir şey olamaz… Merak uyandıran şey, bunca saçma sapan değersiz dedikodular üzerinden, somut-nesnel yöntemlere yapılan saldırılar, yazılar için insanın neden bu denli heves taşıdığı…

  4. Gursel,
    Once en sondan baslayalim, Stalin’in kendisi iyi cevresi kotu diye bir sey yok, iyilik kotulugu nasil anliyorsun bilmiyorum ama Stalin’in cevresi olene kadar cevresi kalmistir. Bunun bildigim kadari ile tek istisnasi Yevdokimovdur. Ne Yagoda ne de Yezhov Stalin’in cevresi idiler. Senin iddian Ufuk Uras’in Alper Tas’in cevresi oldugunu iddia etmeye benzer. Bunlar ayni yonetimde yer alan ve kendi aralarinda catisan iki politikacidir.

    Ikincisi Rusvetin belgesi olur. Bak Tayyip Erdogan’in aldigi rusvetlerin belgesi her tarafa yayiliyor. Sadece Erdogan’in degil ama Ciller’in Ozal ailelerinin aldiklari rusvetlere iliskin o kadar kanit vardir ki Ciller iktidardan giderken yargilanmamak icin zamanin ANAP genel baskani Yilmaz ile bazi antlasmalar yapmak zorunda kalmisti. Bu bazen ses kaydidir, bazen el segistiren paradir, bu para ile alinan ev bark vb dir, ayakkabi kutusudur, verilen imar izni, ithal izni, vbdir. Cinayetlerin belgesi de olur. Ozellikle siyasi cinayetlerin belgesi cok fazla olur. Hrand Dink cinayetinden tutun da Mumcu cinayetine kadar hemen tum cinayetleri kimlerin islettigine dair bir suru delil vardir, o kadar ki mesela bir Hrant dink cinayetine iliskin resmi belgelere dayanarak onlarca kitap yazilmistir. Kirov cinayetine iliskin tum belgeler Kruscev’in elinin altinda idi, ama bir tane belge bile cikaramadi.

    Gun Zileli 30 sene oncesini yasiyor hala. Daha once de belirttim, batidaki sovyet yazarlari kabaca ikiye ayrilabilir, birincisi dogrudan gizli servislere calisan onlar tarafindan istihdam edilen Conquest gibi yazarlar. Bunlarin sayisi fazla degildir aslinda ama basinda bunlarin surekli reklami yapilir. Bir de daha objektif olan komunist anti komunist bir suru yazradir. Bunlarin sayisi fazladir ama populer basinda adlarindan bahsedilmez, sadece bazi bilimsel dergilerde yayinlanir, sadece meraklsi okur bunlari. Bu yazarlardan ozellikle sovyet arsivler acildiktan sonra Kirov cinayetini Stalin’in islettigini iddia eden kimseye rastlamazsiniz. Bazilari bu Stalin’in bu cinayetten yararlandigini iddia ederler o kadar.

    Kruschev gizli konusmasinda bu iddiayi ortaya attiktan sonra kendi gizli konusmasini yazan yazarin basinda oldugu bir komisyon kurarak Kirov cinayetini arastirir. Ama komisyon Kruscev’in iddiasindan sonra kurulur, yani konusma sirasinda Kruschev’in elinde bir bilgi yoktur aslinda, sadece bazi muhaliflerin ozellikle yurt disinda ( Nikolayevski ve Orlov yurt disinda yayinladiklari brosurlerde olayi gundeme getirmisler, Nikolayevski iddianin adini vermeden Bukharin tarafindan ortaya atildigini iddia etmistir. Bukharin’in karisi bu iddiayi siddetle yalanlar. ) Bir sey bulamazlar iki ayri komisyon daha kurulur, yine bir sey bulamazlar ama Krushcev iddialri yinelemeye devam eder. Tabii komisyon bulgularini ( unutmayin Komisyonlardan birinin baskani gizli konusmayi hazirlayan yani iddiayi gundeme getiren yazra, digeri de yine Kruschev en yakinlarindan Scheverniktir. En sonunda 1989 da Yakovlev liderliginde bir dorduncu komisyon da bir sey bulamaz. Isin komigi Yakovlev kendi komisyonunun bulgularini yayimlamak istemez. Cunki Stalin’in sucsuz oldugunu gostermektedir.

    Senin se tum dayanagin, delil yok ama yapmistir!

    Bu arad Yezhov donemi 35 36 yillarini kapsamaz, Yezhov bu yillarda gucludur ama Yezhov’un mesela insanlari yargilayip idam etme yetkisini aldigi donem 1937 hazirani 38 sonbahar aylaridir. Kirov cinayetinden 1937 donemine kadar aslinda yogun tutuklama ve idamlar olmaz, hatta 1936 yili tutuklama ve idamlarin en aza indigi donemlerdendir. Ama partide iki tartisma hizla yayilmaktadir, birincisi demkratik bir anayasa, cok adayli secimler farkli demokratik gruplarin partili olmayan kisileri de aday gosterebilmesi vb olayi, digeri ise muhalefetin gucu. Kruschev Yezhov Eikhe vb karsi devrimcilerin cok guzlu oldugunu, trockistlerin her taraf doldugunu karsi devrimin iktidari almak usere vb oldugunu iddia ederek yukse sayida parti uyesini tasfiye etmek istemeleri. Buna karsi ise Stalin ve cevresinin ( o sirada ozellikle bu grubun sozcusu konumunda olan konusmalari ile MOlotov’dur) bu kadar dusmanin partide olmasinin olanaksiz oldugunu, bu tur tasfiyelerin anlamsiz oldugu, hatta bazi eski trockistlerin bile, hatta eski kulaklarin bile artik partiye ve devlete dusman olmadigini o donemlerin gectigini ileri suren argumanlari. Yine hatirlatayim, Bukharin daha tutuklanmadan arkadaslari onunde suclarini itiraf etmis, Yezhov vb onun hemen tutuklanaip kursuna dizilmesini istemelerine ragmen Stalin buna karsi cikmis, ilk toplantida tutuklanmasini onlemis ikincisinde ise idami ni onlemesine karsin tutuklanmasini onleyememisti.

    Kitlesel tutuklama ve idamlar idam yetkisinin devlet baskanindan ( yani stalinden) Yezhov’a devredildigi 1937 haziraninda baslar be 38 sonbaharina kadar surer. Karanlik bir donemdir. 1937 parti konfesansina iliskin tum belgeler ya arsivden kaybolmustur ya da gizlik perdesi altindadir. Ben arsivlere dayanan onlarca kitap ve bir suru makale vb okudum, elde olan konferans, parti mk yoplanti tutanaklari vb hepsi 1934 Kirov conayeti sonrasi Yezhov , Kruschev Eikhe vb lerinin bir yandan bir dusman imgesini yukseltirken diger yandan da demokratik anayasaya karsi ciktiklarini gosteriyor. Arsivler 1937 subat toplantisinda ki bu toplandida Bukharin tutuklanmistir, Stalin’in bukharin’in tutuklanmasina itiraz eden tek kisi oldugunu gosteriyor. Stalin Bukharin’in suclu olduguna inanmaktadir ama cozumun idam degil ama en fazla surgun olmasi gerektigini dusunmektedir.

    Molotov da soyler. Stalin ve arkadaslari o zaman partide azinliktirlar, Stalin’in asil gucu halktan gelmektedir, Stalin hala Rusya da en sevilen liderleden birisidir. Stalin ve grubu ayrica tasfiye olmamak icin yeni bir burokratlar kusagi ilan Malenkov Beria grubu ile isbirligi yapmislar Yezhov ekibini tasfiye etmeyi basarmislardir.

    En sonunda benim yukarida yazdigim hic bir sey dedikodu degildir hepsi delillere dayanir, Clegg’in buyuk halasinin Yagoda nin sevgilisi oldugu ingiliz basinin da bile kabul edilen bir konudur. Yagoda mahkemede bunu kabul eder. Eger olanagin varsa tutanaklara bak. Ama der bu benim meslegim icabi bir iliski idi, ve aciklamasini devlet sirlari geregi gizli celsede yapmak ister. Ve bu kisim gizli celsede gorulur ve bu konular her iki ulkede de hala gizli tutulmaktadir. En son iki uc sene once Ingilterede konu ile ilgili belgeler uzerindeki gizlilik bir 30 sene daha uzatildi.

    Yezhov doneminde ki idamlar uzerinde Stalin’in imzasinin oldugu sayi cok azdir, idamlar Yezhov imzasi ile yapilmistir ama yezhov ve arkadaslari tasfiye edildiklerinde, ve yaptigi suclar aciga ciktiginda Stalin 3000 kadar yezhov ve eikhe de iclerinde ust duzey parti ve devlet burokratinin idamini onaylamistir. Bu arad bunlar tarafindan tutuklanan bir milyona yakin kisinin de serbest kalmasini saglamistir. Lewin 44 000 kisi rakamini nerden aldigini bilmiyorum ama
    dedigim gibi Yezhov doneminde Stalin’in cok az sayida idam uzerine imzasi var. Kararlar Yzhov’un izni hatta emirleri ile ( adam tutuklanacak ve idam edilecekler kotasi koymus bir suru) bolgesel Troikalar tarafindan yerine getiriliyor. Ben daha sonra 1956-57 de donem uzerine Kruschev ve Molotov arasinda gecen bir tartismanin tutanaklarina gore, Kruschev bu troikalaradn hepsinin tum uyelerini istisnasiz tutuklandigini soyluyor, Molotov da buna itiraz etmiyor. BU da zaten o donemde Stalin’e duyulan halk desteginin nedenini acikliyor. Sizin sabah aksam Stalin’e atfettiginiz cinayetleri isleyenler bunlar ve Stalin bunlari ( bu troika uyeleri bolgelerin KOmunist parti ve icisleri bakanlari liderleri ya da onlarin atadiklari kisilerdir, troika sayisi sanirim toplam il sayisi olan 100den biraz fazla Yani her ile bir troika) .
    Stalin’in o donemde halk nezdinde destegi o kadar buyuktur ki parti Nazi isgali sirasinda halk destegini almak icin ozellikle Stalin ismini kullaniyor. Insanlar anavatan ve Stalin icin diyerek cephede saldiriyor. Sizin iddialariniz dogru olsaydi, SSCB Stalin icin dovusecek bir kisi bile bulamazdi.

  5. Ahmet, senin bu enerjine, hevesine yetişmem, bu her sefer nereden geldiği belirsiz yeni, yeni iddialarla tartışmak imkansızdır. Ama “Molotov anlatıyor” kitabı üzerinden konuşabiliriz. Hiç bir yeni iddia öne sürmeden yalnızca Molotov’un anlattıkları üzerinden..
    O kitabı okumuş olmalısın..
    Sonuç olarak mahcup olursun…
    Yöntemin sağlıklı değil.. Söylem-olay-oluş bağını kopartmadan konuşulmalı.
    O Bukharin’in suçlandığı tutatnakları bilirsin. Bu laflar neden? ”
    Bukharin daha tutuklanmadan arkadaslari onunde suclarini itiraf etmis, Yezhov vb onun hemen tutuklanıp kursuna dizilmesini istemelerine ragmen Stalin buna karsi cikmis…” Bu iddianın yalan olduğu açık.. RTE’nin söylemleri gibi, samimiyetsiz kırıntılar…
    Yapacak bir şey yok; tarihsel, nesnel bilgiye karşı gereken özen ve saygıyı gösterdiğini sanmıyorum.. Dolayısıyla seninle ancak andığım gibi yalnızca Molotov’un verdiği bilgiler üzerinden konuşulabilir.. Yoksa bir sürü dedikodu, “demiş, söylemiş” üzerinde yeni aiddialar ortaya atacaksın. Çürütülen her iddianın sonun gelmeden yeni bir dedikodu daha..
    Stalin Buharini savunmuş”.. saçma iddia.. Sonuç karısı bile sürgüne gönderildi.. Riyakar politikacılar böyle yapar.. Bu tür iddialarda bulunma.. Sonuç, Bukharin öldürüldü.. gerisi dedikodudur… Yapma lütfen..

  6. Sen niye bir şey söylemiyorsun Gün Abi?

  7. Demagoglarla tartışmıyorum.

  8. Bolşevik İhtilâli’nde Partili’nin bu durumu ile Türk tarihindeki “Devşirme”nin durumu arasındaki benzerlik, aradan yıllar geçtikten sonra fikrimi çok işgal etmiştir. Bilhassa Rusya’daki büyük temizlik yıllarını izlerken.
    Bolşevik İhtilâli’nde Partili’yi parti imal ettiği gibi, Osmanlı tarihinde de “Devşirme”yi saray imal ederdi. Onu, hiç iken hep yapardı. Ağa, Vezir, Serdar, Başvezir kılardı. Ama, dünyanın üçte birine hükmü geçen bu şahısları, bir an içinde hep iken hiç yapmak da gene sarayın elindeydi. Saraydan gönderilen gelişigüzel bir bostancı, örneğin Orta Avrupa seferlerinde dehşetler saçan bir sadrazama, hem de ordularının içinden geçerek, kullarının gözü önünde padişahın idam fermanını iletince, ona, cellâdının önünde diz çöküp kemende boynunu uzatmaktan başka yapacak şey kalmazdı.

    Şevket Süreyya Aydemir – Suyu Arayan Adam

    Günümüzde de bunun etkisi devam ediyor. Osmanlı’nın devamı olan TC bürokrasisi, İran’da Şahlık ve onun yıkılışının doğurduğu boşluğu mollaların doldurması, Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri, Esad’ın yerine başkasının geçememesi, Ürdün ve Suudi Krallıkları hep bu Asyatik-despotik-bürokratik toplumların tarihiyle ilgili.

  9. Gun tartisamaz, cunki dediklerimin dogru oldugunu biliyor, zaten zamaninda Mesela Bukharin’in mahkemesinde iskence olmadigini kabul etmisti, simdi ise Yagoda’nin ayni mahkemede yargilanmistir iskence oldugunu soyluyor.

    Gursel, Sovyet tarihine iliskin tum bilgin soguk savas propagandasi ile sinirli, ama ben arsivlere dayali bilgiler vermeye baslayinca ezberin bozuluyor. “”Bukharin daha tutuklanmadan arkadaslari onunde suclarini itiraf etmis, Yezhov vb onun hemen tutuklanıp kursuna dizilmesini istemelerine ragmen Stalin buna karsi cikmis…”” Bu yalan filan degildir. bu konuda bir cok kaynak vardir birinci derece ama ben senin erisme ihtimalin olan sadece ikisini yazacagim. Bunlardan birincisi Bukharin’in esinin anilari. Bukharin tutuklanmdan geldiginde karisina kendisinin tutuklanmasina karsi cikanin Stalin oldugunu soyler. Ama ikincisi parti MK tutanaklari. Bukharin 1936 sonu aralik ayi ve 1937 Subat MK toplantisina katilir, ozellikle 1937 subat ayinda idamina sebeb olan suclamalarin bir cogunu kabul eder. YUkarida dediklerimi tersinden anlayip Stalin’in Bukharin’i savundugumu soyledigimi iddia ediyorsun, Stalin Bukharin’in adi gecen suclari isledigine emindir ama tutuklanmasina karsi cikar. Karsi cikan tek kisidir ama tutuklanmasini engelleyemez. Zaten o donem Stalin ve arkadaslari sadece Bukharin uzerine degil ama Kruschev ve Yezhov Eike vb tarafindan gundeme getirilen parti uyelerinin kitlesel tasfiyelerine de karsidirlar. O siralarda asil dertleri ulkeyi buyuk oranda demokratiklestirecek ve iktidari dogrudan sovyetlere verecek demokratik secimleri garanti alinacak anayasanin gecmsi icin ugrasmaktadirlar. O doneme iliskin yazan bir cok yazar basta Getty Volgokonov vb olmak uzere bu konuda tutanaklardan bir cok alinti yaparlar. Ama Stalin’in Kirov’u oldurdugunu gosteren iddialar disinda tek bir delil bulamazsiniz. Aksine Kirov cinayetinin muhalefetin isi oldugunu gosteren bir suru sey var. Molotov anlatiyor da Stalin’in Kirov’u oldurdugunu degil iddia eden, ima eden bir tek sey bile bulamazsin. Molotov Stalin’in hiziplere karsi oldugunu soyler, durust bir devrimci oldugunu soyler, karisi Stalin zamaninda surgune ugramasina ragmen karisinin bile hala onu sevdigini soyler, gruplarinin MK da kucuk gruplardan oldugunu, ama diger gruplar arasindaki celiskilerden faydalanip diger gruplari tasfiye etmeyi basarabildiklerini soyler, Parti ve devlet ust burokratlarinin hepsini idaa gonderdiklerini soyler. Bahsettigi idamlar Yezhov ve diger parti ve devlet burokrasisinin onde gelenleri ve troika uyeleridir. Molotov’un kitabinda benim soylediklerimle celiskili bir tek cumleye bile rastlayamazsin.

  10. devrim karasansar

    Ahmet bey söyle diyor; “Gün bir kitap cevirmis, ve asıl derdi kitabin reklamini yapmak. ”

    Bu lafdan sonra ahmet bey ; kapital ‘in 2014 versiyonunu yazsa dahi benim için kıymeti yok.
    kimim ben? komünist -anarşist bir işçi… halktan biri… ne dediğim ne düşündüğüm “mühimdir” benim.
    böyle bir şey yok ama , diyelim ki gün ağabey reklam için
    ayak oyunları yapıyor yazıda…her devrimci gibi zor geçinen biri , üç kuruş telif ücreti alsa fena mı olur? hem görende memlekette herkes sabah akşam kitap okuyor sanır.
    çok bilgi edinmek zor olsa da imkansız bır sey degıl …bıraz zaman işi. ama vicdanlı olmak bir devrimcinin olmazsa olmazıdır… bu (vicdan) azim ve çaba ile elde edilemez.

  11. Sevgili Ahmet, bu tartışma tarzının anlamsız olduğuna inanıyorum. Hadisler, ayet yorumları arasındaki tartışma tarzı bu; Tanrı’nın ve peygamberin olmadığı koşullarda hem de! Biz burada “Tanrı” ve “cehennem” üzerine doğrudan konuşalım!

    SSCB meselesinde olgulardan yola çıkacağız. O demiş, bu demişlerden değil. Olayları ve cesetleri yanyana koyacağız!
    SSCB’de olan biten artık çok net; siyasal süreçlerin temel çizgisi üzerinden özetleyelim…
    1.
    SSCB, Stalin ile birlikte Devletçi Kapitalist-Faşist bir sistem içinde yönetilmiştir.
    2.
    1930 ların tarım politikası milyonlarca insanın Kulak olduğu iddiası ile mahvedilmesi, çöken tarım ve baş gösteren açlık ile yine milyonlarca insanın ölümü Stalin’in durumunu çok sarsmış olmalı.
    3.
    Muhalefetin güçlendiğini gören Stalin topyekun hücuma geçti. İşçi sınıfının zayıf olduğu koşullarda daha çok eski bolşeviklerden oluşan parti kongre üyelerinin belki yarıya yakınını öldürttü. (1934 de başladı) Kendi ağzından alıntı yapalım.
    “Temizliğin büyük yanlışlıklar olmadan yapıldığı söylenemez. Ne yazık ki, bu yanlışlıklar varsayılabileceğinden daha çok oldu. Artık yığınsal temizleme yöntemi kullanma zorunda olmadığımızdan kuşku yok. Ama 1933-1936 temizliği kaçınılmaz idi; genel olarak, bu temizlik olumlu sonuçlar verdi. Bu, 18. Kongre’de, 1.600 000 dolaylarında parti üyesi, yani 17. Kongredekinden 270 000 kadar az üye temsil edilmiş bulunuyor. Ama bunda kötü bir şey yok. Tersine, iyilik var; çünkü parti, kendini pislikten arındırarak güçlendirir.” (Leninizmin sorunları, 718)
    270.000 bin kişinin temizlendiğini kendi ağzıyla söylüyor. Kuşkusuz gerçek daha çok, 2-3 kat ama bu sayı Ahmet’e yeterli gelmeyebilir!
    “Kruşçev’in 20. Parti Kongresi’ne sunduğu rapora göre, 1937-1938 temizlik kampanyalarında, “17. Kongre’ye katılan Parti merkez Komitesinin 139 üye ve aday üyesinden 98 kişinin, yani yüzde 70’nin…. 1966 delegeden ise 1108 kişinin, karşı devrimci suçlar işlemek gerekçesiyle tutuklandığı ve vurulduğu,” tesbit edilmiştir.
    (Ahmet buna “yalan” diyecek. Kruşçev’i suçlayacak. İyi de Stalin zaten 270.000 kişi demiş.. Örtüşüyor.

    4.
    Böylece ortada Parti’de kalmadı; yalnızca Stalin vardı. Devlet Örgütü mafya yöntemleri ile çalışıyordu. Herkes dinleniyor, herkes izleniyordu.
    Parti örgütü olmadığına göre kongreye de gerek yoktu!
    1922-1934 arasında 7 kongre yapan Parti, 1939’da son kongresini yapmıştır! Ta ki 1952’ye dek! Savaş vardı denemez; o zaman en geç 1946 da yapılmalıydı. Ki yapılsa da ne olurdu.. o da ayrı mesele..
    Artık iktidar “saray içi komplo sistemi” içinde belirlenecektir.
    “Molotov Anlatıyor” kitabında Beria’nın nasıl öldürüldüğü anlatılıyor. 3-5 adam bir araya geliyor, diğerini öldürerek tasfiye ediyor. Mafya Çetesi bu; ki (artık üşeniyorum yazmaya) Buharin, Stalin ve MK üyeleri arasında geçen bilinen korkunç son görüşme tutanakları burada yazıldı…—–Molotov Anlatıyor kitabında, anlamak isteyen o kadar çok şey görür ki; bir itirafname gibi! )
    Sonuç şu; Stalin’in İşçi sınıfı devleti diye yutturduğu yapı Devletçi, Faşist bir siyasal düzendir; devlet yönetimi denilen ise şahsen Stalin’in yönettiği hukuksuz, kuralsız, acımasız, ahlaksızca iş gören bir mafya şefinin yaptığı-ettiğidir.
    5. Daha toplama kamplarına da gelmedik…
    Bu nedenle Ahmet ıvır-zıvır laflarla bu temel gerçeklerin üstünü örtmesin diye yazıyorum. Bu konuda daha önce yazdıklarımı da anımsatıyorum.
    Ahmet’i ikna etmek mümkün değil; kuşkusuz ki siyasal “taraf” seçimlerimizin kişiliğimizle, karakterimizin doğası ile büyük yakınlıkları vardır.
    Ben insanlara hükmedilmeyen, tahakküm ilişkileri içermeyen; ilkesel olarak şiddete karşı ve emeğin büyük saygı gördüğü bir toplum düzeninden yanayken; insanları yönetmek, onları “sopa ile cennete sokmak” isteyenlerle kuşkusuz farklı düşüneceğim…
    Stalin elbette savunulabilir; ama artık bilmeliyiz ki, Stalin bu gerçekler içinde savunulmak zorundadır. Yukarıda andığımız, burada konuştuğumuz gerçeklikleri inkar ile Stalin’i savunmak acz’dir; insanları sersem yerine koymaktır; apaçık yalan söylemektir.
    Devletçi Kapitalizmi savunanlar Stalin’i savunabilir ve eklerler; biz o kadar çok adam öldürmeyeceğiz, vallahi, billahi!
    yapacak başka işlerim olduğu için bu konuyu şimdilik ve kendim için kapatmak zorundayım.

  12. İlginç bir tartışma açmışınız,yok o iyiydi yok öbürü iyiydi yapmaz öyle şey :)İşte bu ülkenin solundan bi numara olmaz onun canlı örneğisiniz,bu halk sizleri çoktan şutladı,bir parça şu halkın gerçek ihtiyaçlarıyla hiç ilgilendinizmi,millet açmı tokmu uyuyor,ayağında ayakkabı varmı yokmu,eskiden de böyle safları kandırırdınız,şimdi hicapla okuyorum 80 sene öncesiyle ilgili demagoji yapıyorsunuz,o yüzden sizden bi numara olmaz,sizler hiç iş güç yapmadan oturduğunuz yerden klavye başında sallıyorsunuz,halkla bir alakanız hiç bir zaman olmadığı gibi şimdi de yok.

  13. Valla bu tartisma sana nasil gorunuyor bilmem ama bana oldukca anlamli gorunuyor, ustelik son yazinda oyle bir mantik kullanmissin ki ancak Conquest bu mantigi kullanir. O yuzden sana tesekkur etmem lazim.

    Yazinda Stalin’in 1933-36 arasinda partide 270 000 civarinda kisinin temizlendigini soyluyorsun, temizlik yapilmis ya ( Bu arada belirtelim bu temizlik lafi Ingilizce de Purge kelimesinin cevrilmesidir ve asil anlami parti uyeleri arasindaki istenmeyen unsurlarin parti uyeliklerinin iptalidir. BU istenmeyen unsurlar pasif uyelerden tutunda ( parti faaliyetlerine katilmayan ya da aidatini odemeyen) alkolik olmaktan kavgaci olmaya asosyal ozellik gosterenlere, kucuk buyuk suc isleyenlerden (Hirsizliktan tecavuze) politik olarak parti ilkelerine uymayan kisilerin partiden cikarilip partinin daha saglikli olmasini icerir. Aralarinda bir tanesi bile tutuklanmayan bu parti uyeleri sana gore oldurulmus.

    Aslinda millet saf degil, yukaridaki temizligin parti uyeliklerinin basit bir duzenlemesi oldugunu Stalin’in sozlerinden herkes cikarabilir. BU tur parti temizlikleri CHP den ODP ye HDP ye kadar tum partiler tarafindan donem donem yapilir. Rutin ve dogal bir islemdir. Yukarida ki temizlik sozunun oldurme en azindan tutuklanma anlamina geldigini gostermek icin baska kaynaklar gostermen lazim. Burada da Kruscev i kullanmaya kalkmissin ve “17. Kongre’ye katılan Parti merkez Komitesinin 139 üye ve aday üyesinden 98 kişinin, yani yüzde 70’nin…. 1966 delegeden ise 1108 kişinin, karşı devrimci suçlar işlemek gerekçesiyle tutuklandığı ve vurulduğu” sozlerini eklemissinki Stalin’in 270 000 kisiyi oldurttugu kesinlik kazansin.

    Conquest de aynen boyle senin gibi yapar. Ama tabii Conquest sonucta para icin bu isi yapiyor, ayrica adam universitede ogretim uyesi, akademisyen yani, o yuzden sana gore daha fazla salliyor. Mesela sallama yontemlerinden birisini burada anlatayim. O da aynen senin gibi degisik nedenlerle partiden cikarilan herkesin idam edildigini ya da cezaevine gonderildigini iddia ediyor. Ama cezaevine gonderilen de zaten oluler arasinda sayilmaktadir. Cunki cezaevine girenler ya cezaevinde olecektir ya da ciktiktan sonra.( Yani cezaevine girenler napsa bosuna Conquest onlari bir sekilde Stalin’e oldurtecektir) Ne zaman olurse olsun bunlarda infaz olarak sayilmasi gerekir. Sen sadece buraya kadar gelebiliyorsun, ama bu noktada bu sayi en fazla bir iki milyon yapar. Sayiyi 20 milyona cikarmak lazim. Once aclik ile olenler diye 10 milyon kisiyi ekler, aclik meselesinde daha once anlatmistim, belgelerini vermistim, o zamanin bir suru gazetecisi bolgeye gitmis, buna aclik iddiasini ortaya atan fasist gazeteci de dahil ama hic biri acliktan olen bir kisi bile gormemisti. Peki bu on milyon kisi nereden cikiyor? Iste burada yaraticilik konusuyor.

    Churchil anilarinda savas sirasinda Stalin ile bulustugunda aralarinda kolhozlasma uzerine sohbet oldugunu ve Stalin’in eli ile 10 milyon kisiyi surduk dedigini soyler. Tabii Churchil sonucta kendi anilarini yaziyor ne kadar objektif oldugunu bilemeyiz ama dedigi bu. BU rakam Conquest de birden on milyon Kulak olduruldu diye gecer. Oldumu 12 milyon. O da yetmez.

    Birilerinin daha olmesi lazim. Kesin olmustur. O yuzden Conquest ve bazi arkadaslari 1930 lu yillarin sonlarina dogru nufus sayimlarina bakarlar. Derlerki aslinda 1939 daki nufus cok az, bir kac milyon az, niye az diye sorarlar, bunun bir cok nedeni olabilir, mesela Turkiye de de sehirlere tasinan koylu aileler, birden yaptiklari cocuk sayisini 6-10lardan 2-3 e hatta 1-2 ye dusuruyorlar, sosyal bir olgu bu. O yillarda hizla sanayilesen ve sehirlere gocen sovyet toplumunda da belli etkiler olmasi kacinilmaz. Ama Conquest icin bu farklilik Stalin tarafindan oldurulen kisilerdir. Boyle boyle 20 milyona kadar cikar.

    Conquest bu alandaki ilk cakma bilim adamlarindan birisidir, ama tek degildir, ardindan yuzlercesi yetistirilir, boynuz kulagi gecermis, onlar Conquest’i de gecer. Gecenlerde birisi Leningraddaki 2 milyon kisinin olumunun nedeninin Stalin oldugunu iddia ediyordu. Bir baskasi tum 2 Dunya savasi olumlerinin Stalin’in sorumlu oldugunu iddia ediyordu. Rakami 100 milyona cikaranlar var. Sayin Gursel “iste bu kadar olduruldu” rakamlari senin yonteminle bu sekilde cikiyor.

    Peki 1933-36 arasinda kac parti uyesi siyasi sebeblerle olduruldu? KIrov cinayetine kadar tum SSCB tarihinde bildigim kadari ile idam edilen tek parti uyesi Trocki’nin bodyguard’i olan Blumkin’dir. Kendisi aslinda baslangicta sosyalist devrimcilerdendir, 1918 te Lenin’e karsi darbe tesebbusune katilir, Alman elcisi Mirebau yu oldurur. Darbe girisimi sonrasi 1919’a kadar kacak gezer ve pisman oldugunu soyelyerek bolseviklere katilir ve Trocki’nin korumasi ve yakin adamlarindan birisi olur. 1929 da yurt disi gorevde iken Trocki’ye ugrar, Trocki ona Radek’e verilmek uzere bir mektup verir ama Radek mektubu gorunce dehsete kapilir ve hemen yetkililere haber verir Blumkin yakalanir ve mektubun iceriginden dolayi idam edilir. KOnu hakkinda hala gizlilik oldugu icin hala bu mektupta neler yazidigini bilmiyoruz. Aslinda bu idama Trocki de pek tepki gostermez.

    Ondan sonra ilk idam edilen bolsevik parti uyeleri eger Kirov’u olduren Nikolayev’i saymazsak Kirov suikastina karistiklari icin idam edilen Zinoviev ve kamenev grubudur. Daha sonra Radek Grubu idam edilir. Yetkililerle isbirligi yaptigi icin Radek 10 yila mahkum olur ama cezaevinde kendi arkadaslari tarafindan ihanet ettigi icin bicaklanir ve oldurulur.

    Sovyetlerde yogun tutuklama ve idamlar Generaller durusmasi sonrasi Yani Tukhacevski ve arkadaslarinin yargilanip idam edildikleri 1937 Haziran sonrasi toplanan konferans sonrasi baslar. BU konferansta ya da bazi iddialara gore KOnfrans sonrasi Yezhov ve parti sekreterleri karsi devrimin cok guclendigini iddia ederek (Eikhe ve digerleri) troikalarin kurulmasini saglarlar, ve Troikalar Yezhov’un denetiminde 15 ay kadar sure ile yuzbinlerce kisiyi tutuklar ve bir suru ( binlerce onbinlerce kisiyi) idam ederler. BU donem Stalin ve arkadaslarinin Yezhov ve parti sekreterlerini tasfiye etmesi ile son bulur. O yuzden Stalin surekli ( buna Detscher ve Carr gibi sagci ve solcu yazarlarda dahildir) olarak burokrasiye saldiran lider olarak gorulur. Anladigim kadari ile rus halki da bunu boyle yorumluyor ve Ikinci Dunya savasinda Stalin halk tarafindan tum olumsuzluklara ragmen halk tarafindan desteklendi. Hala da destekleniyor. Okudugum kadari ile Stalin’den daha fazla populer olan tek lider Cavusesku, onun kamu oyu yoklamalarindaki destegi iki yil kadar once yuzde 75 ler civarinda idi. Hadi simdi de biraz da Cavuseskuya sovun bakalim:-)

    Yezhov doneminde kac kisinin olduruldugunu bilmiyoruz, cunki o doneme iliskin gerek parti toplanti tutanaklari gerekse belgeler hala gizlilik altindadir. Ama Stalin denetimi gecirir gecirmez 1 milyondan fazla kisi saliverildigine gore tutuklanan insan sayisi cok yukseklerdedir.

  14. Ahmet’ten ricam, tüm bu süreci “ana izlek” olarak özetlemesi. Bunu yapmaya çalıştım; Biliyorum; yapabilecek yeteneği var ama kim bilir hangi gençlik hayallerini yıkacağı korkusu ile yapmaya eli varmaz.
    On milyonlarca cinayet bir yana, kendi yoldaşlarını, arkadaşlarını hunharca, korkakça katleden bir adamı bu savunma gayreti insanın kendi ruhunu da kirletmez mi?

    Olan olmuş; ölen, ölmüş!
    Ahmet ve yoldaşları birer insan olarak kendine yazık etmiyor mu? Bu katiller, bu canavarlar, bu mutant yaratıkları savunmanın kimseye, insanlığın geleceğine de zerre kadar yararı olmayacak ki!
    Zaten 19. yy sosyalizmi bile ölmüşken; Cengizhan’ın kimsenin umursamadığı çok uzaklarda kalmış katliamları gibi; şimdilik tiksinti içeren bir anımsama ama çok geçmeden -bu kuşak, bizim nesil öldükten sonra- steplerin soğuk rüzgarında unutuluşa mahkum sürüklenen “çalı öbekleri” gibi değersizleşecek; geride yalnızca hiç kimsenin konuşma hevesi duyamayacağı büyük bir insanlık suçu kalacak.
    Ahmet’in hayatı bu “çalı öbeği” olsun istemem; kimsenin olmasın…
    Burada bir “devrim” yapmıyoruz; gerçeği arıyoruz; kendimizden, kişiliğimizden bağımsız…
    Salt yazı-söz’e ait.. Ne kadar da zararsız!
    Kaybedecek bir şey yok; insanın “iyi-güzel-onurlu” ruhuna yine sözel-yazı ile “uygun” olanı arıyoruz…
    Stalin ve çetesi değildi! Hepsi bu!

  15. Ne güzel yazan yazıyor,okuyoruz. Sonra en sonunda olay ya demagog demeye ya da stalin kötüydü işte kötüydü demeye geliyor.

    Topa girmeyecekseniz,sahaya çıkmanın ne anlamı var ki?

  16. Marksizmin gücü gerçekleri inkâr etmesine bağlı olarak zaman zaman artıyor: Bu açıdan Marksizm bir anlamda dinsel ideolojilere benziyor.

    Ölümden sonra cennetin ve hesaplaşmanın olacağını, suçluların cezalandırılacağını iddia eden dinsel ideolojiler bir anlamda Marksizm’e benziyor. Çünkü ikisi de gerçekleri çarpıtıyor. Başarıları da buna yani gerçekleri çarpıtmalarına bağlı, böylece insanlar bunlara inanacak ve destek olacak. Kitleler de böylece kolayca kaldırılabileceği gibi bu sahte cennet, Tanrı veya sosyalizm iddiası ile iktidar da ele geçirilebilir. Üstelik bunların arkasına saklanarak bir sürü saçmalık, terör, katliam vb. de yapılabilir.

    Tabii bunu yaparken neden gerçekleri söylesinler ki? Örneğin sahte cennete veya Tanrı’ya iman etmiş biri neden bunların yalana dayalı olduğunu söylesin? Bunu söylemek onun için şundan dolayı mümkün değildir:

    1.Toplumdaki yerini ve kimliğini bu tür yalana dayalı ideolojilerle meşrulaştırmıştır. Bunların yalan olduğunu söylemek bir anlamda geçmişini ve hatta kendini inkâr etmek anlamına gelecektir. Bunun büyük bir travma oluşturacağı açık. Bunun yerine bu yalanları kabul etmek daha çok tercih edilecektir.

    Ayrıca cennet vb. şeyler olmasa bile bu tür şeylere inanmak insanlara hoş gelebilir. Sahte sosyalizm de öyle; böyle bir şey olmasa bile olduğunu veya olacağını düşünmek birçok insana cazip gelebilir. Çünkü ürkütücü gerçeklerden ziyade insanların inanmak istediği onların duygularına hitap edebilecek yalanlar tercih edilebilir.

    2. Bu yalanlara dayanarak kitleleri peşinden sürüklemenin, iktidar olmanın cazibesi. Marksizm de birçok dinsel ideoloji gibi birçok kimse için çekici bir ideoloji. Nihayetinde çok büyük oranda yalana dayalı olsa da Marksizm, hala önemli bir ideoloji. Marksizm’in çözüm oluşturmadığı da açık. Çünkü oluşan çözüm de Bakunin’in gösterdiği gibi devletin giderek güçlendiği ve tüm yaşamı kontrol ettiği son derece otoriter ve baskıcı, aynı zamanda sömürüye dayalı bir düzen şekilde olacaktır. Stalin ve Lenin de yaptıklarıyla bunları doğrulamıştır.

    Stalin şu kadar insanın ölümüne yol açtı veya açmadı. Bunlar da işin diğer unsurları. Stalin dolaylı veya dolaysız ne kadar insanın ölümüne yol açtı belki de bu asla tam bilinemeyecek. Devletin en tepesine çıkmış, büyük yetki ve güçleri bulunan kişinin bu tür olaylarda hiç bir sorumluluğu olmadığı elbette iddia edilemez. İddia edilse bile bunun mantıkla ve hayatın gerçekleri ile bağdaşması epey zor. Eğer Stalin tüm bu olaylar olurken oturup yapılanları sadece susarak izlediyse bu bile onun beceriksiz ve son derece pısırık biri olduğunu gösterir. (Gerçi sonunda Kruçev’e iktidarı teslim etmek zorunda kalmıştır. Ki daha sonra SSCB mantar tabancasına bile ihtiyaç duyulmadan dağıldı ve kapitalizme geçtiğine ilan etti.) Kişiler bu yüzden burada bazı açılardan ikinci dereceden önemli; çünkü sonunda bu kişiler de devlet mekanizması ve çarkı altında bir takım şeyleri yapmaya zorlanacak ve ezilecektir. Her ne kadar bu mekanizmayı ve gücü kendileri de hoyratça kullansalar da…Stalin, Mao, Lenin veya başkaları. Aynı ideolojik mirasın ürünü. Sonuç ise çoğunlukla hep aynı veya benzer: devlet kapitalizmi, kapitalizmin zaferi , devlet gücünün amansızca kullanılması vb.

  17. M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
    Post-Kemalist toplum ve yeni Kemalizm

    Güncel tartışmalardan kafamızı kaldırarak büyük resme baktığımızda Türkiye’nin post-Kemalist döneme girmiş olduğunu görebilmek zor değildir. Toplumun gündemindeki tartışmaların önemli bir bölümünü üreten de içinde yaşadığımız için algılamakta güçlük çektiğimiz bu büyük dönüşümdür.
    Türkiye hazırlıksız giriş yaptığı ve el yordamıyla ilerlediği bir geçiş döneminde Kemalist logokratik söylemin tedricen zayıflaması sonrasında ne yapılacağı konusunda anlamlı çözümler üretememiş ve Post-Kemalist gerçekliğin, Kemalizmin tezlerinin zıddını benimseyerek inşa edilebileceğini varsaymanın ötesine geçememiştir. Bunun ise geçiş döneminin uzamasına yol açmanın yanı sıra söylem düzeyinde onun karşıtı olmakla birlikte özünde “Kemalizm”e fazlasıyla benzer bir ideolojiyi üretme tehlikesini de taşıdığı ortadadır.

    Logokrasi çökünce
    İlginç olan post-Kemalist döneme en hızlı geçiş ve yeni koşulların gerektirdiği en kapsamlı dönüşümün bizzat “Kemalist” ideoloji tarafından gerçekleştirilmiş olmasıdır.
    Bu açıdan bakıldığında yeni döneme uyum sağlama alanında “Kemalist ideoloji”nin, post-Kemalist dönem hakkında onun “Kemalizmin zıttı olması gerektiği” ötesinde bir tasavvur geliştiremeyen diğer yaklaşımlardan bir adım ileride olduğu söylenebilir.
    Kemalist dönem “Kemalizm”inin en önemli sorunu şüphesiz onun “çeşitliliği” idi. Resmî ideoloji tarafından anayasadan ilkokul andına, zorunlu inkılâp tarihi dersinden milletvekili yeminine ulaşan her alana sokulan “söylem” herkesi “Kemalist yapmak” iddiasıyla ortaya çıktığı için istemeden de olsa “Kemalizm”in bir logokratik söyleme dönüşmesine neden olmuştu.
    Milliyetçisinden sosyalistine, “liberal”inden “Atatürk sağ olsaydı” kendi partisine katılacağını ileri süren “İslâmcı” liderine ulaşan bir yelpazede herkes “Kemalist”leştiğinde, “Kemalizm” kaçınılmaz olarak logokratik bir söylem biçimini alıyordu. Süreç içinde içi daha da boşaltılan bu söylem içinde yaşanılan gerçeklikle ilintilendirilemeyen ancak toplumun tümü tarafından yüksek sesle sabah andını söyleyen ilkokul öğrencileri gibi “anlamından ziyade kural gereği tekrarlanan” bir ezbere dönüşmüştü.
    Sovyetler Birliği’nin son dönemlerinde görülen logokrasinin daha sığ bir benzeri olan bu yapının uzun bir süreç içinde tedricen çökmesi bir yandan siyasal alanda doldurulması gereken önemli bir boşluk yaratırken öte yandan da Kemalizm’i logokratik bir söylem olarak değil belirli tezleri öne çıkartan bir ideoloji olarak savunan bir kesimin ayrışmasına neden olmuştur. Diğer bir ifadeyle “herkesin Kemalist olmadığı,” “logokratik ezberi tekrar etmediği,” hattâ onu “eleştirdiği” bir toplumda “yeni Kemalizm” belirginleşebilmiş ve kendi içinde tutarlı bir ideolojik yaklaşım üretebilmiştir.

    Post-Kemalist Kemalizm
    Sağ, liberal ve İslâmcı logokratik Kemalist söylemlerin ortadan kalkışı, kendisini “sol”da konumlandıran (bunun gerçekle ilişkili olmaması farklı bir sorundur), otoriter, seküler, yabancı düşmanlığı ve milliyetçi vurguları güçlü, özgün bir Kemalizmin şekillenmesini ve ideoloji üzerinde tekel oluşturmasını mümkün kılmıştır.
    Günümüzde CHP’nin bir kesimi dışında logokratik söylemi tekrarlayan kalmamıştır. Diğer Kemalizmlerin logokrasinin sona erişinden sonra doğan kuşaklar tarafından tevârüs edilmeyecek kalıntıları günümüzde kendisini “Ulusalcı” sıfatıyla tanımlayan çevrenin “yeni Kemalizm”in temsilcisi olduğu gerçeğini görmemize engel olmamalıdır.
    Post-Kemalist dönemin Kemalizmi olan “Ulusalcılık”ın anakronik karakteri nedeniyle günümüz gerçeklerinden kopuk, post-modern dünyanın karşı karşıya bulunduğu sorunlara cevap verebilmesi mümkün olmayan bir ideoloji olduğu ortadadır. Buna karşılık logokratik Kemalist söylem ile karşılaştırdığımızda bu ideolojinin belirgin tez ve yaklaşımlar içerdiği, iç tutarlılık taşıdığı şüphe götürmez.
    On dokuzuncu yüzyıl sonundaki egemen düşüncelerinin ürünü olan bu seküler milliyetçilik, altınçağdaşlaştırdığı 1930’lar dünyasını yeniden üretme amacıyla “tekil modernlik” tasavvuru üretmekte, Regis Debray’nin sığ tezlerini daha da sulandırarak “demokrasi” ile çatışan “evrensel cumhuriyetçilik” yaklaşımı üzerinden seçkinci bir otoriterliği kutsamaktadır.
    Bu “otoriter cumhuriyetçilik” kendisini anti-emperyalizm ve açık piyasa ekonomisi karşıtlığı üzerinden “sol”da konuşlandırmaktadır. Tekrar edilmesi gerekirse bu, günümüz gerçekleri çerçevesinde ele alındığında fazla anlamlı olmayan, buna karşılık “iç tutarlılığı” bulunan bir ideolojidir.

    Gelecekte Kemalizm
    Post-Kemalist dönemin ilerleyen yıllarında “Ulusalcılık”ın popülerliğinin azalacağını ileri sürmek kehânet olmaz. Günümüzde logokratik Kemalist söylemi tekrar eden yegâne yapılanma olan CHP’nin de ya Ulusalcılığın örgütü haline gelerek marjinalleşeceği ya da gerçek anlamda bir sol partiye dönüşerek yeni Kemalist ideolojiyi kendi dışında alanlara yönelmeye zorlayacağı ortadadır.
    “Ulusalcılık”ın marjinalleşmesi Türkiye’nin normalleşmesi ve içinde yaşadığı çağın global gerçeklikleriyle bağdaşabilmesinin önemli göstergelerinden birisi olacaktır. Ancak “Ulusalcılık”ın kaçınılmaz marjinalleşmesi, post-Kemalist yapılanma alanındaki sorunları çözemeyecek ve boşlukları dolduramayacaktır.
    Post-Kemalist Türkiye, logokratik bir söylemin toplumu varolduğuna inandırdığı, gerçekte ise aldatıcı bir dış görünüş ötesinde içerikten yoksun bir yapının yeniden inşa edilmesiyle şekillenecektir. Gereken dönüşümün hedefi ise şüphesiz logokratik bir vesayet rejiminden katılımcı, çoğulcu bir demokrasiye geçilmesidir. Logokrasi çökmüştür; ama yeni yapının inşa edilmesinde oldukça sınırlı yol alınabilmiştir.
    Logokratik “Kemalist” söylemin yerini “Ulusalcı” ideolojinin alması dönüşüme en hızlı ayak uyduranın “Kemalizm” olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak dönüşümün sadece post-Kemalist Türkiye’de hızla marjinalleşecek bir ideolojinin anakronik tezlerinin çürütülmesiyle gerçekleştirilemeyeceği ortadadır. Toplumun bu alanda kapsamlı bir tartışmayı başlatması ve çoğulcu yeni düzenin temellerini atacak yeni bir toplum sözleşmesini yaratması zorunludur.
    Ulusalcılığın marjinalleştiği ancak farklı bir logokratik söylem geliştirerek, çoğulcu, katılımcı toplum yaratma çabasında sınıfta kalmış bir Türkiye bu amaca ulaşamadığı gibi sıkıntılı süreçlerden yeniden geçme zorunda kalacak, zaman ve enerjisini israf edecektir.
    Post-Kemalist toplum yaratılması, son tahlilde, Kemalizm ile ilintilendirilemeyecek bir gelişmedir. Ulusalcılık olarak adlandırılan, zamanın ruhu ile çelişen ancak iç tutarlılığı olan bir ideoloji yaratarak marjinalleşmeyi kabul eden toplum kesimleri yeni düzene geçiş alanında öncülüğü gerçekleştirmişlerdir. Bu aşamada toplumun geri kalanının da bu düzenin açık, çoğulcu bir demokrasi olması konusunda harekete geçmesinin gerektiği ortadadır.

    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/03/15/postkemalist-toplum-ve-yeni-kemalizm

    M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
    Bir logokrasinin son günleri

    Türkiye’de resmî ideoloji çerçevesinde oluşturulan ideokrasi, logokrasiye evrilmiş durumdadır. Ancak logokrasinin yolun sonuna yaklaştığını söylemek kehanet olmaz

    Türkiye kapsamını kavramakta güçlük çektiğimiz büyük bir dönüşüm sürecinden geçmektedir. Toplumun on dokuzuncu asır düşünce akımlarının ürünü olan resmî ideolojisi değişen dünyaya cevap vermede yetersiz kalmış, yeniden yapılandırılması girişimleri netice vermemiş, toplum üyelerinin gerçeklikle uyuşmayan, “olması gereken sanal dünya”da yaşatılması da global ölçekli “bilgi devrimi” nedeniyle fazlasıyla zorlaşmıştır.
    Söz konusu dönüşüm rövanşist iç düşmanlar tarafından sinisice yürütülerek, dış düşmanlarca desteklenen bir “karşıdevrim” nedeniyle değil, asırlık bir ideolojinin iflâs etmesinden dolayı yaşanmaktadır. Bugün “olması gereken dünyaya” inanç duyan, o sanal âleme gözlerini kapatabilen azınlık dışında herkesin görebildiği gibi bu ideolojinin artık Türkiyesi’yi taşıyabilmesi mümkün değildir.
    Buna karşılık Türkiye’de resmî ideolojinin “söylem” düzeyinde yaygın kullanımı ve egemenliği sürmektedir. Bu haliyle toplumumuz Sovyet toplumunun son yıllarıyla benzeşmektedir. Alain Besançon, Brejnev döneminin bir değerlendirmesini yaparken rejimin gücünü gerçekte “kimsenin resmî ideolojiye inanmadığını” kavramasından aldığını savunmuştu. Herkes “ideoloji”nin iflâs ettiğini kabul ediyor, ancak onu “konuşuyor,” söylem düzeyinde yeniden üretiyor ve sloganlarını tekrarlıyordu.
    Tom Casier’in güzel yorumuyla rejim “ideokrasiden logokrasiye” evrilmişti. Dolayısıyla artık ideolojinin değil “söylem,” “kavram” ve “ifadeler”in iktidarı söz konusuydu. Logokrasi “neyin söylenip” “neyin söylenmeyeceğini” ve “söylenebilecekler”in hangi kalıplar çerçevesinde dile getirileceğini belirliyordu. Bu koşullarda Czeslaw Milosz’un ifadesiyle söylem düzeyinde var olan bir sözde gerçeklik yaratılıyor ve aslında kimsenin inanmadığı bu gerçeklik “söylem”in yeniden üretilmesi yoluyla iktidarını sürdürüyordu. Logokrasi de toplum üyelerinden artık söyleme “inanmalarını” değil, ona saygıda kusur etmemelerini ve tüm açıklamalarını onun çerçevesinde yapmalarını bekliyordu.
    Vaclav Havel Güçsüzlerin Gücü’nde (1978) bir zerzevat dükkânı işleticisinin soğan ve havuçlar arasında üzerinde “Dünya İşçileri Birleşin” sloganı yazılı bir pankart sergilemesini tahlil eder. Havel işleticinin mesajının “Ben zerzevatçı XY, burada yaşıyorum ve ne yapmam gerektiğini biliyorum. Benden beklenilene uygun davranıyorum ve kınanmam mümkün değildir. Ben [rejime] sadığım ve rahatsız edilmeden, yaşamaya hakkım vardır” olduğunu savunur. Bu herhalde ortalama vatandaş ile logokratik iktidar arasındaki ilişkiyi anlatan en güzel tahlillerden birisidir.
    Logokrasilerde “söylem”i tekrar onun benimsendiği anlamına gelmez. Bunun yanı sıra eleştirileri “söylem” içinde, onun yarattığı “sanal âlemin dışına çıkmadan” yapma zorunluluğunun yarattığı iki temel sonuç vardır. Bunlardan birincisi her türlü entelektüel eleştirinin “siyasî” nitelik kazanmasıdır. Bunun yanı sıra “muhalefet” de ancak egemen söylem ve sanal gerçeklik üzerinden üretilebilmektedir. Dolayısıyla söylemin temel dayanakları yeniden okunmakta, yorumlanmakta ve sanal gerçeklik sınırları içinde, egemen söylem kalıplarına uygun muhalif görüşler üretilmektedir. Buna verilecek çarpıcı bir misâl 1968 Prag Baharı’nın sloganı olarak kullanılan “sosyalist demokrasi” kavramsallaştırmasıdır.
    Türkiye’de şu anda yaşadığımız süreçte de resmî ideoloji çerçevesinde oluşturulan ideokrasi, logokrasiye evrilmiş durumdadır. Bu tespiti yaparken egemenliği altında yaşadığımız logokrasinin ürettiği söylemin Sovyet örneğiyle karşılaştırıldığında fazlasıyla sığ olduğunun altının çizilmesi gerekir.
    İdeoloji artık Erken Cumhuriyet dönemi benzeri bir “inanç” talep etmemekte, kırmızı çizgisini “söylem” dışına çıkmama ve “kutsallaştırılmış kavram, metin ve vecizelere atıfta bulunarak saygı ve sadakati kanıtlama” noktasına çekmektedir. Benzer şekilde sadece söylem düzeyinde var olan “gerçeklik”e inanma da artık zorunlu görülmemektedir. Ancak ona “saygısızlık” etmemek, eleştirileri bile onu yeniden yorumlayarak yapmak gerekmektedir. Türkiye’de sıklıkla tekrarlanan ezberler ve sergilenen sloganlar da gerçekte Havel’in zerzevatçısının hedeflediği mesajları vermektedir. Kırmızı çizgilerdeki bu esnemeye karşılık, iktidar “söylem”e dayandığı için her türlü entelektüel eleştiri “siyasî” bir tavra karşı gelmekte ve en sert kınamalara neden olmaktadır.

    Logokrasinin geleceği
    Charles Derber, Power in the Highest Degree (En Üst Derece İktidar) derlemesinde günümüz toplumlarında “söylem”e dayalı, entelektüel ve uzmanlardan oluşan bir tabakanın önderliğinde yeni bir logokrasinin oluştuğunu ileri sürer. Buna karşılık Türk logokrasisi, Derber’in “bilgi tekeli iddiasıyla söylemi belirlemeleri” nedeniyle sermayeyi ellerinde tutmamalarına karşın idare mekanizmasına egemen olduklarını vurguladığı, Çin Mandarinleri (bürokratlar), ortaçağ ruhbanı ile Sovyet bürokratları benzeri klâsik gruplar tarafından üretilmektedir.
    Ancak kendilerini söylem ve sanal gerçekliğin üretici olarak gören bu grupların çabalarına karşın logokrasinin toplumumuzda yolun sonuna geldiğini söylemek yanlış olmaz. Logokrasinin Google ve YouTube dünyasında yaşatılması, bir otarşi düzeni yaratılamaması durumunda artık mümkün değildir. Anadolu Sermayesi olarak adlandıran çevreler, “söylem”i en fazla onun kaynaklarını yeniden yorumlayarak eleştirebilen İstanbul burjuvazisinin tersine “sanal gerçeklik” sınırlarını zorlama eğilimindedir. Bunlara ilâveten logokrasinin resmî ideolojinin yeniden yorumuyla ulusalcılık adı verilen fazlasıyla radikal bir söylem üretmesi sorunu daha çetrefil hale getirmiştir. Esneyen kırmızı çizgiler içinde bile zorlukla tutulabilen bir toplumun, 1919 şartlarının var olduğu bir “yeni Kuva-yı Milliye mücadelesi” sanal dünyasında yaşatılmak istenilmesi, Havel’in zerzevatçısınınkilere benzer sadakat gösterilerini zorlaştırmıştır.
    Logokrasinin ömrü ile ilgili öngörüde bulunurken, uzun süre ideokrasi ve logokrasi ile yönetilmiş toplumların “sanal” âlemden gerçek dünyaya geçiş süreçlerinin fazlasıyla sancılı olduğuna değinmek gerekir. Bu sıkıntılara karşın söz konusu dönüşüm gerçekleşecektir.

    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2012/01/29/bir-logokrasinin-son-gunleri

  18. Devlet-hükümet ittifakı

    Tayyip Erdoğan hükümeti ile Kemalist devlet arasındaki ittifak geçicidir.

    Erdoğan doğmadan 30 yıl önce, Türkiye Cumhuriyeti devleti tüm devlet kademelerini Kemalist laikliği özümsemiş kadrolarla doldurmuş ve bu konuda en ufak kuşkusu olan herkesi devlet ve siyaset sahnelerinin dışına itmiştir. Kadro üretiminin devamını sağlayacak eğitim sistemini oluşturmuş ve oturtmuştur.

    Erdoğan’ın gençlik yılları boyunca, dışlananların devlet ve siyaset sahnelerine geri dönme çabaları darbelerle, baskıyla, devlet kurumlarından yapılan temizliklerle engellenmiştir.

    Erdoğan’ın aktif siyaset yıllarında, 28 Şubat darbesi, her yıl YAŞ kararlarıyla yapılan tasfiyeler, bizzat kendisinin hapse atılması, Erbakan’ın partisinin kapatılması gibi uygulamalarla dışlananların Ankara’dan uzak tutulması devam etmiştir.

    Sonra AK Parti’nin iktidara gelişi. Sonra darbe çabaları ve bu çabaların boşa çıkarılması.

    Ve nihayet Erdoğan’ın devletle “barışması”.

    Ve hem solda hem Kürt hareketinde yaygın olan inanca göre “AK Parti’nin devletleşmesi”.

    Bu “barışma” ve “devletleşme” sorunlu ve tehlikeli kavramlar.

    Bir partinin 3-5 yıl içinde 90 yıllık Kemalist devleti ele geçirmiş olduğunu düşünmek teorik açıdan devletle hükümet arasındaki farkı anlayamamak, pratik açıdan ise saf olmak anlamına gelir. Devasa devlet aygıtı, üst düzeydeki birkaç bin yöneticinin değiştirilmesiyle ele geçirilemez. AK Parti’nin yaptığı bundan ibarettir.

    Devletle “barışması” ise, geçici bir olgudur.

    Erdoğan ve AK Parti devletle barışır. Türk sağı devletle zaten her zaman barışık olmuştur. Devlet ise, AK Parti ile barışmaz. Tüm genetiği ve içgüdüleri ve eğitimi ve ideolojisiyle, tüm Kemalist devlet geleneği bu tür partileri (ve temsil ettikleri toplumsal kesimleri) dışlamak ve ezmek üzerine kuruludur.

    Şu anda barışmış gibi görünmeleri, Cemaat’i imha etmek konusunda yaptıkları ittifaktan kaynaklanıyor. Erdoğan’dan çok daha önce, devlet Cemaat’i tehlike olarak görüyor, ezmeye çalışıyor, ama baş edemiyordu. Şimdi, tabiri caizse, iti ite kırdırıyor. Cemaat’e karşı saldırıda Erdoğan’ın yanında duruyor. Temizlik tamamlandığında, bakalım daha ne kadar duracak.

    Hava Kuvvetleri Komutanı olacakken Balyoz’dan tutuklanan emekli Orgeneral Bilgin Balanlı, geçen hafta F-4 uçakları düştüğünde “Her şey 2013’te Hasdal’da yazdığımız mektupta” dedi. Mektupta şöyle denilmişti:

    “Türk Hava Kuvvetleri’nin yetişmiş insan gücü heba edilmiştir. Kartalın başı koparılmış, adeta başsız bırakılmıştır. Hava kuvvetlerindeki her dört generalden birisi tasfiye edilmiştir. Her biri rol model olan üstün nitelikli personel, düzmece belgelerle ‘darbeci’ ilan edilerek geriye kalanların moral değerleri çökertilmiştir. Aslında çökertilen Hava Kuvvetleri’nin ta kendisi olmuştur.”

    Balanlı devlet adına konuşuyor. Cemaat meselesi bitsin, hükümetten hesap soracak.

    Biz sosyalistler için, hükümet güncel muarızımızdır, devlet ise değişmez düşmanımız.

    Birincisine karşı mücadele ederken ikincisiyle (ve onun siyasî temsilcileriyle) ittifak yapmayız.

    Roni Margulies

    (Sosyalist İşçi)

  19. Marksizm’e Karşı Marks; İslam’a Karşı Kuran

    Ordular savaşı ile sınıf savaşının çok temel iki farkı vardır.
    Birincisi, ordular savaşında başlangıçta iki ordu da eşit konumdadırlar, biri yenik olarak savaşa başlamaz; yenen ve yenilen savaşın sonunda ortaya çıkar. Sınıf savaşında ise, ezilenler, alt sınıflar daha baştan yeniktirler.
    Bu nedenle sınıflar savaşında hep baştan yenik olanların binlerce yıllık tecrübesinden süzülmüş mücadele biçimleri kullanır ezilenler: altta güreşmek ve karşı tarafın gücünü kendisine karşı kullanmak.
    Uzak Asya “sporları” diye bilinenler aslında büyük ölçüde bir sınıf mücadelesinin partileri, tarikatlarıdırlar. Bunların kökeninde de karşı tarafın gücünü ona karşı bir silaha dönüştürmek; üzerine yığılan karın ağırlığı altında bükülmek ama kırılmamak vardır. Aynı özellikleri böylesine fiziksel biçimlerde değil ama daha ince biçimlerde bütün sınıflı toplumların ezilenlere yol göstermiş partilerinde (tarikatlarında) görmek mümkündür.

    Bu altta güreşip egemenlerin gücünü ve silahlarını kendilerine karşı kullanmanın en somut ve aktüel örneği, kadınların türban takmasıdır. Kadınların, ücretliler olarak modern şehir hayatına girmek için, doğrudan teke tek savaşları, tek tek bireyler olarak mücadeleleri ve iyice ezilmeleri sonucunu doğururdu. Ama kadınlar türban takarak, erkekleri kendi oyunlarına getirip ve sokağı feth ediyorlar; erkeklerin ve bu düzenin kendisini köleliğe mahkûm etmeye yönelik “namus”unu (türbanı) ona karşı bir silaha dönüştürüyor. Böylece milyonları kapsayan bir sosyal hareket yarattılar. AKP de bir anlamda modern ücretli kadınların bu sosyal hareketinin ifadesi olarak böylesine iktidara gelebildi. Benzeri bir hareket Kürdistan’da da gerçekleşti ve PKK da özünde o hareketin üzerinde yükseldi. Şehirlerde türbanın kadının sokağa çıkmasında gördüğü işlevi, dağlara çıkmakta PKK’nın mutlak cinsel ilişki yasağı gördü ve bu bugünkü müthiş kadın uyanışının temelini oluşturdu. Birbiriyle ilgisiz görünen Klaşnikov ve türban, aslında aynı işlevi gören, kadının, biri dağa; diğeri şehrin sokaklarına çıkmasını sağlayan iki farklı silahtırlar.
    Sınıflar savaşıyla ordular savaşının ikincisi temel farkı şudur: ordular savaşında saflar bellidir ve birbirinden kesinlikle ayrılmıştır. Cephe hatları, hudutlar, bayraklar, kıyafetler, parolalar farklıdır. Kim düşman, kim dost her şey bellidir.
    Ama sınıflar savaşında ezenler küçük bir azınlık ve ezilenler çok büyük bir çoğunluk olduklarından, cephelerin gizlenmesi; kimin ne olduğunun bilinmemesi, bu savaşta egemen sınıfların en büyük silahıdır. Ezenler ezilenlerin bayraklarıyla ezilenlerin üzerinde egemenliklerini sürdürürler. Bu nedenle sosyalist harekette ideolojik ve teorik mücadelenin önemi çok büyüktür. Görünümlere takılmamak, o görünümün ardındaki özü bulup çıkarabilmek için; temeldeki yapı ve anatomi farklarını anlayıp egemen sınıflar tarafından kandırılmamak; yunusları balık, yılan balıklarını yılan sanmamak için; onların iktidarının bir aracı olarak kullanılmamak için ezilenler sürekli olarak teorik ve metodolojik olarak kendilerini geliştirmek, her yeni savaş hilesini açığa vurmak zorundadırlar.
    Egemenlerin ezilenlerin bayraklarıyla ezilenler üzerinde egemenlik kurmalarının en çarpıcı ve klasikleşmiş örneği Muaviye’nin Sıffıyn Savaşı’nda yenileceğini anlayınca, askerlerinin mızraklarına Kuran yapraklarını taktırması ve Ali’nin askerlerinin biz Kuran’a kılıç çekemeyiz demesidir. Böylece İslam’ın içindeki karşı devrim; klasik uygarlıkların binlerce yıllık devletçiliğini egemen olduğu yerleri feth etmiş; bürokrasi, din adamları, özel silahlı adamlar tanımayan İslam Devrimi’nin klasik uygarlıkların devleti ve devletçiliği tarafından fethi tamamlanmış olur. Benzerini Fransız Devrimi’nde Napolyon yapar. Eşitlik, özgürlük ve Kardeşliği sembolize eden üç renkli bayrağı kullanarak darbe yapar, imparator olur ve fetih seferlerine başlar. Stalin de Lenin bayrağıyla Leninizm’e, yani devrime karşı bir karşı devrim yürütür. Ve bunların her biri etkili de olmuştur.
    Tam da bu nedenle, tarihte bütün devrimler karşı devrime uğramış biçimler içinde yayılırlar. İslam devrimi Emeviye İslam’ı olarak Mağripten Maşrığa kadar yayıldı. Fransız Devrimi, Moskova önlerine kadar Napolyon’un karşı devrimci imparatorluğu içinde yayıldı. Ekim Devrimi de Leninizm’i bayrak eden Stalin’lerin karşı devrime uğrattıkları biçimlerde Berlin kapılarından Pekin’e kadar yayıldı.
    Bu nedenle, bu devrimleri, karşı devrime uğramış biçimlerden arındırma ve özünü tekrar ortaya çıkarmanın; bu yönde çabalar göstermenin bizzat kendisi devrimci bir görevdir ve bu da sınıf mücadelesinden başka bir şey değildir.
    Bütün bunlardan niçin söz dilip bu hatırlatmalar yapılıyor?
    Şu an gözlerimizin önünde aynı oyunun değişik bir versiyonu sahneleniyor; buna karşı uyarmak için.
    *
    “İsteyenin bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü” demişler. Eğer çok aşikâr bir istismar durumu yoksa ve kimliği gizli değilse, tanımasam da her arkadaşlık teklifini onaylıyor; her sayfa beğenme davetinde beğeniyor; her etkinlik davetine, ilgimi çekmese ve gidecek olmasam bile, en azından moral olur; belki başkalarının gitmesine yol açar diye, “gideceğim” ya da “belki” diye tıklamaya çalışıyorum Facebook’ta.
    Dün akşam da bir etkinlik daveti geldi. “Bugün Marx Sempozyumu” diye. Tabii otomatik olarak alışkanlıkla onayladım. Madem birileri Marks için, hele günümüzle bağlantısı anlamında bir şeyler yapmak istiyor, desteklemek gerekirdi.
    Ancak daha sonra, şu Marks Sempozyumu etkinliğine, ne zamanmış, neredeymiş, uygun bir zaman olursa gitmeğe değer miymiş diye tekrar baktım. Biraz dikkatlice inceleyince, Muaviye’nin İslam’a Kuran’ı Kerim ile karşı devrimci saldırısının; modern ve aynı zamanda alaturka bir versiyonuyla karşı karşıya olunduğu görülüyordu: Marksizm’e karşı Marks çıkarılıyordu; “Marksizm’in ve Sosyalizmin Sorunları”na karşı “Günümüzde Marks”.
    *
    Bilenler bilir, bilmeyenler için bir kez daha hatırlatalım.
    Türkiye’de örnek bir mücadele yürütmüş, onlarca kitap yayınlamış ve bu kitaplarda orijinal katkılar yapmış Hikmet Kıvılcımlı’yı konu alan bir Sempozyum örgütlemiştik 2001 yılında. Mihri Belli, Rasih Nuri İleri, Nail Satlıgan, Şirin Cemgil, Servet Ziya Çoraklı gibi artık aramızda olmayan; aramızda olanlardan Vedat Türkali, Sevim belli, Mete Tuncay gibi isimlerin de katıldığı bu Sempozyum, katılımcıların hepsince çok başarılı bulunmuş ve Türkiye’de de daha iyi hazırlık ve daha geniş katılımla benzerlerinin yapılması umudu dile getirilmişti.
    Ancak aradaki yıllarda benzeri bir çalışmanın yapıldığı görülmedi. Her işte olduğu gibi, bu gibi işlerde birin motor olması ve bütün hamallığı yüklenmesi gerekir. Yoksa hiçbir iş yürümez.
    Yıllar sonra Türkiye’ye döndükten sonra, artık bizim için neredeyse yabancı bir ülke gibi olmuş bu ülkeye biraz olsun alışınca, 2001 yılındaki dileği gerçekleştirmek için bir denemede bulunmanın yanlış olmayacağını düşündük. Sorun bir yer bulmaktı. Yer bulunca gerisi kolaydı. Paramız olmadığına göre bedava bir yer bulmak gerekiyordu. Mimar Sinan Üniversitesi’nin Oditoryumu olabilirdi örneğin. Müracaat edildi ve iki günlüğüne yer ayarlandı.
    Gerisi bir e-mail grubu kurmak; sempozyumun konusu, zamanı ve konusunun duyurusunu yapmak; insanları bu sempozyuma bildiri sunmaya davet etmek; bütün bunarı da herkesin gözü önünde tamamen saydam olarak, kimsenin en küçük bir manüplasyon olacağı kuşkusuna meyden vermeden yapmaktı.
    Hiçbir tabu yoktu. Tamamen bilimsel bir Sempozyum düzenleniyordu.
    İnsanlar her şeyin açık olduğunu görünce ilgi gösterdiler, sahiplendiler. Otuza yakın bildiri yollandı. Bildiriler kitap olarak basıldı ve Sempozyum sabahı gelenlere sunuldu. İki gün boyunca, neredeyse tüm salonun dolu olduğu; kimsenin kuliste vakit geçirmediği; herkesin sunumları ve tartışmaları büyük bir dikkatle izleyip tartıştığı ve yine herkesin çok başarılı bulduğu bir Sempozyum yapıldı.
    Bu deneyden cesaret ve el alarak, bu sefer Marksizm’in ve Sosyalizmin Sorunları’nı tartışacak iki günlük bir sempozyum düzenleme denenebilir diye düşündük. Bir gün Marksizm’in Sorunları’nın neler olduğu; ikinci gün Sosyalizmin Sorunları’nın neler olduğu tartışılabilir; böylece, eğer ilgi olursa, sorun olarak görülenlere göre de bundan sonraki yıllarda yapılacak sempozyumların konuları da aşağı yukarı belirlenmiş olur diye düşündük.
    İki farklı başlığın nedeni, Sosyalizmin eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealini ve buna yönelik hareketleri tanımlaması; çerçevesinin daha geniş olmasıydı. Bir insan pek ala Marksist olmadan da (örneğin İslam’ı referans alarak) sosyalist olabilirdi.
    Yine aynı yöntemle işe başladık. Mimar Sinan Üniversitesi’ne Oditoryum için müracaat ettik ve iki günlüğüne bize verileceği sözü aldık. Bunun üzerine bir e-mail grubu kurup, yine zamanı, yeri, konuyu ve biçimsel koşulları; (bildirilerin en az sayfa ya da vuruş adedi; belli bir tarihe kadar yollanmış olması gibi) duyurduk.
    Elbette bu durumda, aynı zamanda bu konuya ilgi duyabileceğini düşündüğümüz, ama pek ala böyle bir organizasyonun varlığından haberdar olamayacak. (çünkü İnternet’ten başka bir aracımız yoktu fiilen ve birçok kimse de teknik veya internet özürlü olabiliyordu; olmasa bile ulaşılamayabiliyordu) insanlara özellikle duyurma ve böyle bir Sempozyuma bildiri sunmaya davet de yolladık[1]. Bunlardan biri de Abdullah Öcalan’dı.
    Öcalan’ın kitaplarını biraz okuyan, onun sadece bir politik hareketin önderi olmadığını, aynı zamanda teorik sorunlara da kafa yorduğunu; özellikle sosyalizmin sorunlarının olduğu kadar bilim, tarih ve sosyolojinin sorunlarının onun ilgi merkezinde olduğunu; önemli ve tartışılması gereken tezler ortaya koyduğunu bilir.
    “Bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşan alçaktır” diyor Marks. Bu nedenle, Öcalan’ın hukuki veya politik kimliğinden azade olarak, o da bu konulara ilgi duyduğu veya duyabileceği için; kendisi şahsen katılamayacak olmasına rağmen, yazılı bir bildiri sunmak isteyebileceği için kendisine bir mektupla sempozyuma ilişkin duyuru ve daveti de yolladık. Ancak tek yolladığımız Öcalan değildi, yukarıda listesi de olan birçok kişiden sadece biriydi.
    Buraya kadar bir sorun yok. Birçok kişiden katılacağına, bildiri sunacağına dair, bildirisinin korusunun ne olacağına dair cevaplar gelmeye başladı[2]. Bu gelen cevapları sık sık listeler halinde aktüalize edip; kimlerin hangi konularda ne gibi bildiri sunacağının en son durumunu; son müracaat tarihine kadar sürekli aktüalize ediyorduk. Her şey çok geniş katılımlı ve muhtemelen başarılı geçecek bir sempozyuma doğru gidiş olduğunu gösteriyordu.
    Ancak bu arada Oda TV denen, ulusalcı sayfada, provakatif bir şekilde, “Abdullah Öcalan Hangi Devlet Üniversitesinde Düzenlenen Sempozyuma Davet Edildi” başlıklı bir haber[3] çıktı.
    Haber provakatifti, çünkü bizlerin tertiplediği sempozyumun üniversite ile ilgisi yoktu; biz üniversiteden sadece yeri almıştık. Öte yandan Öcalan Üniversite’ye değil, Sempozyum’a bildiri sunmaya çağrılmıştı. Çünkü Sempozyum’a sadece sözlü değil, yazılı bildiriler de sunulabilecek bunların hepsi dijital ve imkân olursa kitap olarak yayınlanacaktı. Öcalan’ın oraya gelemeyeceği çok açık olmasına rağmen, sanki üniversite tarafından gelmek üzere davet edilmiş gibi haberin sunulması açık ki bir yerleri kaşımak ve uyandırmak anlamını taşıyordu. Ortada bir iyi niyet olsa, bizlere olayın mahiyeti sorulabilirdi. Açık ki, Oda TV “kendisine yakışanı” yapmıştı. Bizim için şaşıracak bir yan yoktu.
    Ancak, daha bu haber internette duyulur duyulmaz, sanki bununla ilgisizmiş gibi, Üniversite idaresinden bize bu yerin verilemeyeceği bildirildi.
    Elbette yer vermekten vazgeçilmesi ile Oda TV’nin yayını arasındaki ilişki çok açıktı. Zaten bir süre sonra, gayrı resmi olarak, dolaylı kanallardan esas nedenin bu olduğu ifade edildi.
    Üniversite yönetimi pek ala, “bu Sempozyum bizimle ilgisizdir; biz sadece yer sunduk” diyebilirdi ve Sempozyum’un yapılmasını engellemeyebilirdi. Kaldı ki, ayrıca bir insanın hukuki olarak mahkûm edilmiş olması veya bir siyasi hareketin önde geleni olması onun bilimsel veya politik olarak görüşlerini özgürce ifade etmesinin engellenmesi için bir bahane olamaz deyip hem demokrasi hem de bilim özgürlüğü bakımından örnek bir tavır sergileyebilir; dik bir duruş gösterebilirdi.
    Bütün bunları yapmamış, korkakça davranmış ve bunu da işin kötüsü kendi solcu eğilimleri ve kimliği ile haklı göstermeye çalışmıştı. Bu bize biraz Malatya E-Tipi cezaevinde, bir zamanlar sola bulaşmış bir müdürün, diğer müdürlerden daha kötü davranıp işkence yapmasını, kendisinin solcu olması nedeniyle anlayışla karşılamamızı istemesine benziyordu. Elbette herkesin cesur ve kahraman olması istenemez ve beklenemezdi. Bu ülkede bunlar normaldi. Biz insanlardan cesaret beklemiyorduk; en korkağın bile hiçbir korku duymadan tavır alacağı bir sistem için mücadele ediyorduk. Bunları zaten bir zamanlar yazdığımız Beşikçi Eleştirisi’nde ayrıntılı olarak açıklamıştık.
    Bu gibi nedenlerle biz de bu demokrasi ve bilim özgürlüğünü bile savunmaktan uzak davranışların üzerine fazla gitmedik. Kimsenin ekmeği ve kariyeriyle oynar durumda olmayalım diye düşündük.
    Aslında yapılan demokrasi açısında da, bilim açısından da savunulamaz bir durumdu ama biz başka bir yer arayalım belki orada yağırız diye düşündük. Ama bütün yer arama girişimlerimiz başarısız oldu. Bütün kapılar kapalıydı.
    Böylece Marksizm’in ve Sosyalizmin Sorunları üzerine yapılacak, belki Marksizm ve Sosyalizm tartışmalarına bir itilim verecek; belki genç kulaklarda Marksizm’e ve Sosyalizme ilgiyi yeniden canlandıracak bu girişim, Oda TV’nin provokasyon amaçlı haberi ve bunun karşısında Mimar Sinan, haklarını bile savunmadan korkakça sinmesinin bir sonucu olarak yapılamadı.
    *
    Şimdi ne görüyoruz?
    Bize Marksizm ve Sosyalizm sorunları için hiçbir akli ve resmi bir gerekçe göstermeden verdiği sözü geri alarak bir salonu bile esirgeyen Mimar Sinan Üniversitesi, şimdi aynı yerde bu sefer üç günlük bir “Bugün Marx Sempozyumu” düzenleyerek, Marksistliği ve solculuğu kimseye bırakmayacağını, hatta Marksizm’i güncelleştireceğini cümle âleme ilan ediyor.
    Abdullah Öcalan’dan bildiri istendi diye bizlere yer vermekten vaz geçenler, sözlerinden dönenler; şimdi Marks üzerine hem de bugünkü Marks üzerine sempozyum düzenliyorlar.
    Yer vermekten bile kaçındıkları bizim düzenlediğimiz Sempozyum, ne konuları ne konuşmacıları kendisi belirlemiyordu. Tamamen insanların girişim ve inisiyatiflerine bırakıyordu. Kimin bildiri sunacağı, kimin hangi konuda konuşacağı vs. her şey açıktı en küçük bir bürokratik müdahale yoktu.
    Ama bu yapılan tamamen yukarıdan örgütlenen, konuların ve konuşmacıların yukarıdan belirlendiği bir Sempozyum. Bu bile araya istenmeyen unsurların girmesini önlemeye yönelik, tam Türk devletine layık bir organizasyon.
    Bu devlet öyledir. Hem yasaklar hem de Marksistliği bile kimsilere bırakmaz.
    Zaten özel savaş yıllarında Türkiye’de bir tür tatlı su Marksizm’i; “Majestelerinin Marksizm’i”; Devletlû bir Marksizm türedi. Zülfüyare dokunmayan ve de Radikalliği de kimselere bırakmayan bir Marksizm. Kürt sorunu ve PKK konusunda susan ve fiilen devletin yanında yer alan bir Marksizm. Şimdi bu Marksizm “hamamın namusunu” korumak üzere, “Günümüzde Marks”ı tartışacak.
    Demokrasi ve bilim özgürlüğünü savunmak için en küçük bir riski bile göze almayanlar, şimdi Marks’ı tartışmak üzere bir sempozyum düzenliyorlar.
    Ve işin doğrusu, bunu akıllıca yapıyorlar. Gerekli siperleri şimdiden kazmışlar.
    Tamam, onlar düzenlerler, nasıl kariyer ve mesleklerini korumak için gerektiği gibi davranmadılarsa yine o kariyer ve mesleklerini korumak için böyle Marksizm Sempozyumları düzenlerler. Biçimsel olarak haklarıdır. Bir şey denemez.
    Biz zaten insanların mideleri ile Marksizm arasında bir ilişki olduğunda onların Marksist olamayacağı varsayımından yola çıktığımız için buna fazla önem de vermeyiz.
    Şunu her zaman düstur edinmişizdir, Bilim, sanat, politika ve hukuki tavırlar hiçbir zaman maddi ve manevi çıkarlarla bağlantı içinde olmamalıdır. Yani örneğin “Marksist akademisyen” olunmaz. Bir Marksist akademisyen olarak geçimini sağlayabilir. Ama Marksist bir akademisyen olunamaz. Bir Marksist’in Akademisyen olması ancak şizofrenik bir ilişki olabilir. İlişki, tıpkı bir işçinin işgücünü sattığı saatlerde kapitalisti zengin etmesi ama işten çıktığı andan itibaren ona karşı savaşması gibi olmalıdır. Yani Marksist olduğun söyleyen bir akademisyen işten çıktığı an ben işte alçakça işler yapıyorum. Ama şimdi yaptığımın alçaklığını söyleyerek onunla mücadele ediyorum diyebilen olabilir.
    Böylesi olmadığından, onları zaten Marksist olarak ciddiye almama lüksümüz vardır. Onların Marksizm üzerine konuştuklarında “cezai ehliyeti” yoktur.
    Ama önceki yapılamamış Sempozyumu ve hazırlıkların görmüş olanların en azından bu sempozyumun ona karşı yapıldığını; o sempozyumun yapılmasını engellemenin utancını kedi pisliği örterce gizleme çabasından başka bir şey olmadığını görmelerini ve en azından o tarihte başka işim var falan gibi bir gerekçeyle katılmamalarını beklerdik.
    *
    Ala daha da acısı şu.
    Diğerleri hepsi akademisyen. Onlar için bir Devrimci ve Marksist’te aradığımız kriterleri aramayız.
    Ama ta 1968’den, ta Dev-Genç’ten beri uzun yıllardır uzun yıllardır tanıdığımız; bu mücadele içinde yer almış arkadaşların, böylesine bir teorik ve politik aymazlık içinde bu sempozyumun konuşmacıları arasında yer almaları gerçekten çok acıdır.
    Pir Sultan’ın dediği gibi, “ille de dostun gülü yareler beni”.
    *
    Olabilir, insanız, hata yapmış, yeterince uyanıklık göstermemiş olabiliriz. Yeterince hassas olmamış veya bağlantıları görememiş olabiliriz.
    Ama bu yazıyla bildiriyor ve duyuruyoruz ki, bu sempozyum, tıpkı Muaviye’nin İslam’a karşı Kuran’ı; Stalin’in Lenin’e karşı Leninizm’i; İznik Konsülünün devrimci İncilleri yakıp İncillere karşı İncili çıkarması gibi, Marksizm’e karşı Marks’ı çıkarmaktadır.
    Ali’nin ordusunun askerleri gibi, bu çok açık kandırmaca karşısına, biz Kuran’a kılıç çekmeyiz deyip kılıçlarınızı kınına sokmayınız ve bu oyuna alet olmayınız. Bu Marksizm bayraklı Marksizm’e saldırıya karşı mesafe koyunuz; katılmayı reddediniz.
    *
    Aşağıda bu sempozyumun Konu ve konuşmacılarını ve bir de bizlerin hazırladığı sempozyumun konu ve konuşmacılarının listesini sunuyoruz.
    Yapılamayan Sempozyuma katılacaklar ve konular:
    İsim

    Konu
    Ayhan Bilgen

    “Elitizim ya da topluma rağmen toplumculuk”
    Bülent Parmaksız

    Konuyu Bildiremedi
    Cemal Dindar

    Marksizm ve Ruhsallık Bilgisi
    Demir Küçükaydın

    Eşitlikçi ve Dayanışmacı Bir Topluma Ulaşmak İçin Mücadelenin Sorunları
    Demir Küçükaydın

    Marksizm’in Tıkanışına Yol Açan Temel Teorik ve Kavramsal Sorunlar
    Erhan Bilgin

    Burjuva sol iktisatçıların marksizmi
    Eser Sandıkçı

    Görmezden Gelinen Bir Alan: İşçi Sınıfının Ruh Hali
    Evren Asena

    “Sosyalist Harekette Savunma Mekanizmaları”
    Eylem Akçay

    Mücadele Alanı Olarak Üniversite/Öğrenci Hareketi
    Gencer Çakır (Katılmayı Gözden geçirecek)

    Çifte Kriz: Kapitalizmin Krizi ve İşçi Sınıfının Krizi
    Hakan Öztürk

    Dünyayı Yorumlamak Kolay mı?
    İhsan Eliaçık

    Eşitlikçi söylemin Müslümanlar arasında karşılaştığı Zorluklar
    Kıvanç Ersoy

    Tarihsel Maddeciliğin Bir Uygulaması ve Eleştirisi: Sosyalist Harekette Konaklar ve Analizin Programatik Sonuçları
    Mehmet Atak

    “toplumsal mühendislik projeleri, post modernist dönüşümve günümüzde girdiğimiz post-modern ertesi süreç”
    Mehmet Hışır

    Sosyalizmin Kentlerde ve Kırsallarda Kendini Anlatmakta Yaşadığı Sorunlar
    Nazım Can

    “Marks’ın, Marksistliğinin Eleştirisi ve Sosyalist Toplum Program Taslağı”
    Oktay Etiman

    Katılmak İstiyor
    Pakrat Estukyan

    Sosyalizm ve Nasyonal Sosyalizm
    Seran Demiral

    “Sınıf Analizine Yaklaşımlar”
    Serhat Ovayolu

    Sosyalizm ve Seçim
    Sezai Sarıoglu

    “Biz” ve “Ben” Bahsinde Sosyalizm Deneyimleri
    Şemsi Dertli

    “Sosyalizmin ilk sorunu İNSANDIR .insana dair bir konu ile KADIN ve Çocuğu üzerine düşünceler”
    Taylan Doğan (Tosun)

    Katılımcı Ekonomi
    Umut Kocagöz

    Siyasetin Müşterekleşmesi: Forum Formu
    Yücel Filizler

    “Marksist Teorideki Donma ve Bozunuma Karşı Bir çıkış”
    Zafer Ülger

    Sosyalizm ve ekoloji mücadelelerinin ortaklaştığı bir alan : Müşterekler (ortak alanlar)
    Zafer Yörük

    Post Marksizm ya da Radikal Demokrasi
    Can Atalay

    Katılmak istiyordu ama başvuru olmadı
    Ahmet Tonak (Çekildi-İzleyecek))

    Belirsiz – Kapitalist Kriz ve Karlılık Eğilimleri
    Riitta Cankoçak (Çekildi)

    İskandinav Sosyalizminin Yeniden Yükselişi
    Taner Timur (Çekildi)

    Marks ve Engels’in Üniversite ve Üniversiter Bilime Karşı Tutumu

    BUGÜN MARX SEMPOZYUMU
    [6-8 NİSAN 2015]

    Pazartesi (6 Nisan)
    10.30 Açılış Konuşması
    Ali Akay

    11.00-13.00 Birinci Oturum: “Politik Ekonomi Bugün İçin Ne Söyler?”
    Oturum Başkanı: Ali Akay
    Haldun Gülalp: “Küreselleşmenin Aşamaları ve Kapitalizmin Sınırları”
    Ahmet Tonak: “Kapitalizmi Aşarken: “Manifesto’dan Gotha Programı’nın
    Eleştirisi’ne”
    Ahmet Alpay Dikmen: “Marksist Anlamda Kamu Hizmetini Nasıl Anlamalı?
    Devletin Kamu Hizmetini Örgütlemesi ile Özel Sektörün Örgütlemesi
    Arasındaki Konjonktürel Fark Hangi Dinamiklere Bağlı Olarak Ortaya
    Çıkmaktadır?”
    14.00-16.00 İkinci Oturum: “Tanınma, Kamusallık, Marx ve Öncelleri”
    Oturum Başkanı: Çağlayan Kovanlıkaya
    Ferdan Ergut: “Tanınma Mücadelesi Üzerinden Sınıfa Bakmak: Tanınma
    Siyasetleri ve Emekçilerin Ahlâk Ekonomisi”
    Levent Kavas: “Düpedüz Marx: Unrecht schlechtin”
    Güçlü Ateşoğlu: “Marx’ın Erken Dönem Felsefesi Ne Kadar Marx’ın Felsefesi?”
    16.15-18.15 Üçüncü Oturum: “Frankfurt Okulu ve Yansımaları”
    Oturum Başkanı: Özge Ejder
    Kurtul Gülenç: “Eleştirel Teoride Teknoloji Soruşturması ve Özgürleşim
    Problemi”
    Besim Dellaloğlu: “Siyasal İktisadın Eleştirisinden Siyasal Kültürün
    Eleştirisine”
    Ömer Turan: “Marx’tan Habermas’a, Demokrasi ile Kapitalizm Karşıtlığı
    Üzerine”

    Salı (7 Nisan)

    10.30-12.30 Dördüncü Oturum: “Yeni Toplumsal Hareketler”
    Oturum Başkanı: Refik Güremen
    Begüm Özden Fırat: “İlk Birikim, Müşterekler, Toplumsal Hareketler”
    Bengi Akbulut: “Evin İçinden Dışına: Emeği Müşterekleştirmek”
    Özge Yalta: “Neoliberal Çağda Marx ve Foucault’nun ‘Zımnî İttifakı’nın
    Sunduğu Açılımlar: 2000li Yıllarda İstanbul’un Kentsel Dönüşüm
    Süreçlerinin Yönetim Analitiği”
    13.30-15.30 Beşinci Oturum: “Türkiye’de Marx ve Klasik Marksizm”
    Oturum Başkanı: Gençay Gürsoy
    Oktay Etiman: “Marx, Devlet, İhtilâl”
    Aydın Çubukçu: “Tarih ve Sınıf Bilinci”
    Taner Timur: “Tarihî Maddecilik ve İkinci Doğa”
    16.00-18.00 Altıncı Oturum: “Çağdaşımız Marx ve Devrimci Pratik”
    Oturum Başkanı: Şükrü Arslan
    Şükrü Argın: “Marx Hâlâ Çağdaşımız, Peki Ama Artık Yoldaşımız Olabilir mi?”
    Çetin Veysal: “Komünizan Örgüt ve Örgütlenme Sorununa Güncel
    Yaklaşımların Dayanakları Sorunu ya da: ‘Yeniden’ Ne Yapmalı?”
    Bülent Somay: “Gündelik Pratik ve Devrimci Pratik”

    Çarşamba (8 Nisan)

    10.30-12.30 Yedinci Oturum: “Özgürleşme ve Eleştiri Pratikleri, Din,
    Toplumsallık”
    Oturum Başkanı: Sibel Yardımcı
    Egemen Yılgür: “İbn-i Haldun, Marx ve Kıvılcımlı Sınıf Öncesi
    Tabakalaşma Biçimlerini Neden Görmediler?”
    Sinan Özbek: “’Din Halkın Afyonudur’ Sözü ile Marx Aslında Ne Söylüyor?”
    Bülent Gözkân: “Eleştiri ve Özgürleşme: Kant ve Marx”
    13.30-15.30 Sekizinci Oturum: “Emek, Bilgi, İdeoloji”
    Oturum Başkanı: Güçlü Ateşoğlu
    Barış Mücen: “Emeğin Hakikati”
    Metin Özuğurlu ve Nail Dertli: “Emeğin ve Bilginin Meta Formu Üzerine
    Notlar”
    Barış Parkan: “İdeoloji Eleştirisinde Özgürlük ile Haz İlişkisi”
    16.00-18.00 Dokuzuncu Oturum: “Klasik ve Modern: Süreklilikler,
    Kesişmeler, Kırılmalar”
    Oturum Başkanı: Bülent Gözkân
    Sungur Savran: “Marx Unplugged”
    Erdoğan Yıldırım: “Althusser’in Geç Dönemi, Materyalizm ve Özne Sorunu”
    Enis Memişoğlu: “Marx’a Veda: Vaadin Zamanı (ya da) Marx’ın Vadesi:
    Vaade Veda”

    [1] Davet edilenlerin bir listesi şöyledir. Abdullah Öcalan, Ali Rıza Güngen, Alper Taş, Atilla Aytekin, Aydın Çubukçu, Ayşe Günaysu, Babür Pınar, Barış Çoban, Benan Eres, Beycan Mura, Bülent Küçük, Can Irmak Özinanır, Cenk Saracoğlu, Demet Dinler, Ecehan Balta, Emine Ayna, Emrah Göker, Ercan Kesal, Erdal Dağtaş, Ergun Aydınoğlu, Ertuğrul Kürkçü, Ferda Koç, Ferhat Kentel, Fikret Başkaya, Filiz Karakuş, Foti Benlisoy, Galip Yalman, Garbis Altınoğlu, Gülcan Işık, Gülnur savran, Gülseren Adaklı, Gün Zileli, Güsüm Kav, Handan Çağlayan, Harun Turgan, Helin Burkay, Hidayet Şevkatli Tuksal, Hüda Kaya, İsmail Hardal, İsmet Akça, Kemal Kök, Kenan Kalyon, M. Şehmus Güzel, Mahir Sayın, Mehmet Güneş, Mehmet Sinan Birdal, Meltem Kayıran, Metin Çulhaoğlu, Metin Kayaoğlu, Muhammet Cihad Ebrari, Murat Paker, Muzaffer Oruçoğlu, Necmi Erdoğan, Nükhet Sirman, Orhan Koçak, Özgür Müftüoğlu, Pelin Akçagün, Rıdvan Turan, Sait Çetinoğlu, Sarkis Hatspanian, Seda Altuğ, Serdal Bahçe, Sırrı Öztürk, Sırrı Süreyya Önder, Sinem Atvur, Sungur Savran, Şenol Karakaş, Tamer Doğan, Tanıl Bora, Teslim Töre, Ufuk Uras, Umut Soytaş , Ümit Akçay, Y. Doğan Çetinkaya, Yalçın Yusufoğlu, Yeşim Ergün

    [2] Bu bildiri sunacakların listesi ve konuları da bu metnin sonunda yer alıyor.

    [3] http://www.odatv.com/n.php?n=abdullah-ocalan-hangi-devlet-universitesinde-duzenlenen-sempozyuma-davet-edildi-1409141200)

    http://demirden-kapilar.blogspot.com/2015/03/marksizme-kars-marks-islama-kars-kuran.html

  20. Tüm sag kalan 68 aartiklaarina ithafimdir, sizi kasdetmis olmali Yasar kemal: :O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın picine kaldık.

  21. devletin gozbebegi istihbarat orguu ve sohretli bir hain itirafci tarafindan kurdurulup sola dayatilan bir orgute oy isteyen bir Zileli nin varligi ihanetin buyuklugunu kanitlar ancak…..utan Zileli utan, Seni baskan yapmiycaz diye janjanli muhalefet yapan ne Yaman sosyalist Demirtas a oy isteyen Adam konumundasin, seni baskan yaptirmayacagiz, amanin aman ne muhalefet, sirri abe goturemedi, yeni abe Demirtas, hicmi uslanmayacaksiniz, suclusun Zileli demirtasa oy istedin, suclusun… hatali degil, suclusun….

  22. donuk ruhsuz ictensiz , kendi soyldigine inanmamak, bu yonlu bir sahte militanlik, yada Olgun takilmak,o uyzleri gorursunuz dikkatli bakin..bir hainin bakislarini hepsinin yuznde yakalarsiniz, dikkat edin gorursunuz, Mehmet barlas ahmet altan, dogu perincek Abdullah ocalan teslim tore veysi sarisozen Cengiz candar engin Ardic,sirri sureyya, Selahaddin, bunlardan olma zileli bunlardan olma, git Adana uzlete cekil, ama ona buna oy isteme utanirsin… seninde suratina yapisir o hal, onlarda anasindan sahtekar dogmadilar adim adim oyle oldular, etme zileli etme…

  23. Soguk savas propaganda brosurlerini savunamaz duruma dusunce tek yapabildiginiz demogoji yapmak, ama bu demogojiler bazen sizin ruh halinizi de veriyor. En ilginci 17numarali anonim’in iddiasi Diyor ki marksistler ( yani kastettigi stalinist dedigi bizler) “Toplumdaki yerini ve kimliğini bu tür yalana dayalı ideolojilerle meşrulaştırmıştır.”Duyan da stalinist dedigi bizlerin toplumda bir yerimiz oldugunu sanacak. Sanirsin ki Stalin bu suclari islemedi diyeni bu ulkede vali yapiyorlar. Sanirsin “sanirim emperyalistler bize baya yalan soyluyor” diyeni halkimiz ciceklerle karsiliyor.

    Biz sosyalistler dunya capinda yenildik, Galipler tarihi yeniden yaziyorlar benim ki bu resmi tarihe karsi bir cikis, tabii siz resmi tarihi belgeler deliller karsisinda savunamazsiniz, zaten hepiniz teker teker bir cok seyi kabul etmek zorunda kaliyorsunuz, Gun Zileli Moskova mahkemelerinde fiziki iskence olmadigini kabul etmek zorunda kalmisti, 17 numarali anonim de “Stalin şu kadar insanın ölümüne yol açtı veya açmadı.” diye zaten savunduklari tezlerin savulamazligini kabul ediyor ama ekliyor, “Stalin dolaylı veya dolaysız ne kadar insanın ölümüne yol açtı belki de bu asla tam bilinemeyecek” Yani 17 numara da kisaca Stalin’e atfedilen oldurulen insanlarin sayisinin palavra oldugunu kabul etmek zorunda kaliyor, ama diyor ben bu palavralara inanmaya devam edecegim, ve diger yandan bunlarin palavra oldugunu soyleyen, arsivlere dayali bu yalanlari curuten sizlere yalanci diyecegim, Ona gore bu yalanlari biz toplumdaki kimligimizi ve yerimizi saglamlastirmak icin yapiyormusuz!

    Bizler yenilmis siyasi bir grubuz, o yuzden ne toplumda bir yerimiz var ne de kimligimiz hayatimizi kolaylastirir, bizim solcu oldugumuzu bilen herkes bize sover zaten. Tamam bir kimligimiz var ama herkes, buna solcularin cogunlugu da dahil, herkes eline bir tas almis bizi gorur gormez kafamiza eklestiriyor. Bak daha bir kac gun once Grup Yorum Van da kurt milliyetcileri tarafindan linc ediliyordu. Grup Yorum’u linc etmeye kalkan kurt milliyetcilerinin kafasina inen her jandarma dipciginde bunu protesto etmek icin sokaga ilk dokulup dayak yiyen yine Grup Yorum olur halbuki.

    Belki sizin akliniza gelmiyor ama bizin tum bunlari yapmamizin tek bir sebebi var: Gercegi savunmak. o yuzden ben surekli arsivlere, birincil derece kaynaklara bakiyorum. Eger bu kaynaklar Stalin’in atfedilen suclari isledigini soylese ben bunlari soylerim, ama birincil derece kaynaklarin hic birisi emperyalist propagandayi desteklemiyor. O yuzden eger gercek diye bir kayginiz varsa birincil derece kaynaklara gore tarihi degerlendirin ama eger yoksa o zaman yapacak bir sey yok, cehaletin sicak yorgani altinda sonsuza kadar ot gibi curuyebilirsiniz.

  24. Doğrusunu söyleyeyim. Ahmet’in küfür etmeyeceğini bildiğim için okumadan onaylıyorum.

  25. 17 numaralı anonim yazıyor:

    Ahmet yazdığım yerlerdeki bazı yerleri cımbızlayarak yanıt vermiş. Toplum içinde Marksistlerin bir yeri olmadığından söz etmiş. Ama Ahmet toplum derken herhalde çoğunluğu baz alıyor.

    Toplum deyince kastettiğim çoğunluk değildir. Veya toplumdaki yeri deyince kastettiğim yine vali, kaymakam vs. olmak da değildir.

    Toplum birçok unsuru içinde barındır. Türkiye’de de sol deyince akla önemli ölçüde Marksistler geliyor. Türk solunun tarihi de belli. Önemli ölçüde Marksist gelenek üzerine kurulu. Bunların iyi-kötü, önemsiz düzeyde bile olsa bir örgütlenmeleri var. İşte bu gelenekten gelen kişilerin bu cemiyetlerde oluşturdukları bir kimlik var. Kastettiğim de bu cemiyetler içinde oluşan kimliktir. Herhalde bu kişilerde Marksizm’i kendi başlarına durduk yerde keşfetmiş değiller. Tabii sadece bununla sınırlı değil.

    İkincisi de toplum ya da cemiyet dediğimizde sadece Türkiye toplumunu da anlamak zorunda değiliz. Adam Türkiye’de yaşar ama başka toplumlardan etkilenir ve buna göre bir kimlik oluşturur, kendisini buna göre tanımlar. Toplumun çoğunluğu onun bu kimliğine değer verir veya vermez, ama yine de o ben buyum der, kendini ve yerini bu şekilde tanımlar.

    Stalin’in yaptıklarına gelince. Çok büyük olasılıkla Stalin’in bu cinayetlerin büyük çoğunluğunu işlediğini düşünüyorum. Ama bunların tüm detayları bilmenin ve olayları tüm yönleri ile kesin bir şekilde açığa kavuşturmanın oldukça güç hatta imkansıza yakın olduğunu düşünüyorum. Şimdi Ahmet diyebilir ki resmi belge vb. var mı? İlle de bu tür cinayetler resmi belgelerde yer almayabilir. Veya cinayetini işleyenler bu resmi belge ve kanıtları yok edebilir. Resmi belgeleri çarpıtabilir. Yani gerçekler sadece resmi belgelerde yazanlardan ibaret değildir. O yüzden bu tür olaylarda sadece resmi belgelere dayanarak yorum yapılmaz. Bunun dışındaki kanıtlara da dikkat edilir. Özellikle otoriter ve baskıcı bir devlet varsa bu daha çok önem kazanır. Devlet burada otoriter ve baskıcı olduğu için en küçük kanıt bile çok büyük önem kazanır.

    Evet şu olasılığı da düşündüm: Stalin bu cinayetleri işlemedi, olaylardan haberi yoktu veya kontrol edemiyordu. Tabii bu da fazla bir şeyi değiştirmiyor. Çünkü bu da bir sürü soruya yanıt vermiyor. Stalin’i her zaman haklı çıkaran bir anlayış bu. Bu mantıkla Stalin dışında her şeyi suçlayabilirsiniz. Aslında böylesi çok büyük durumlarda devletin tepesinde bulunan yöneticiler de olan olaylardan bir şekilde dolaylı veya dolaysız olarak sorumludur. “Ben emir vermedim, haberim yoktu, resmi belge var mı” mazeretini devletin tepesinde bulunanlar her zaman kolaylıkla kullanabilir. Çünkü devletin tepesinde bulunan kişiler maşa kullandığı için birçok durumda kendilerini kurtarabilirler. Örneğin kullandıkları maşaları da ortadan kaldırıp delilleri yok edebilirler. O yüzden Ahmet’in iki de bir delil yok, soğuk savaş propagandası vb. demesi bir şeyi değiştirmiyor. Devletin tepesinde geçtiysen şu veya bu şekilde olayları aydınlatmaya çalışmak zorundasın. (SSCB’deki mahkemelerin bile adil olmadığı konusunda birçok şüphe var.) Bunları yapmadığın sürece insanlar elbette Stalin’i suçlayacaklardır veya ondan da şüpheleneceklerdir. Stalin’in çok büyük destek alması vb. bu gerçeği değiştirmez, çünkü birçok gerçek oy çoğunluğu veya çoğunluk desteği ile belirlenmez. Gerçi burada Kruçev gibi SSCB yöneticileri de Stalin’i suçluyor. Tabii Ahmet’e göre Kruçev de haindi. Aslında bu mantıkla herkesi hain ilan etmek de kolay. Stalin’e karşı olan herkes hain ve suçlu, Stalin ise masum. Bu durumda yine SSCB devletine de güven duymak için fazla bir neden kalmıyor. Çünkü Stalin dışında hemen herkes neredeyse hain:) İyi de o zaman kime güvenelim bu devlette, bu devletin mahkemelerine, belgelerine neden güvenelim gibi sorular dizisi akla geliyor ve bu sorular uzayıp gidiyor.

    Üstelik kişilerden ziyade burada ideolojinin kendisi ile ilgileniyorum. Stalin bu ideolojinin bir sonucudur. Devletin tepesinde Stalin, Lenin, Troçki vb. olması da bunu değiştirmiyor. Sonuçta devletin tepesinde olan birileri bu cinayetleri işliyor. Baskıcı ve gerçekleri yok etmek isteyen bir devlet aygıtı var. İşte Stalin de bu baskıcı devlet aygıtının vidalarından biridir. Ahmet ise tüm her şeyi Stalin üzerine kurmuş o gidince de her şeyi çöküyor. Tabii bir veya birkaç kişinin kişinin üzerine sosyalizmi kurarsanız böyle çökersiniz. Ve bu durumda bu çürük ve yanlış teoriyi düzeltmek için haindi, bu satılmıştı, devletin tepesine bu hain geçti, şu şu şöyle haindi diye yazıp durursunuz. Tabii bu durumda teoriyi haklı çıkarmak için Stalin gibi çok özel kişiler bulup bunları bundan istisna tutmak gerekecek. Tabii bu da ne yazık ki durumu kurtaracak gibi değil.

  26. Grup yorum linc ediliyor deyip demagoji yapma.onlar uzun suredir chp nin arka bahcesi kendi yaptiklarina saygi bekleyen kurtler protesto edip konsere gitmedi bencede iyi yapti bu kadar

  27. Anonim 17 arkadas,
    ” Çok büyük olasılıkla Stalin’in bu cinayetlerin büyük çoğunluğunu işlediğini düşünüyorum” diyorsun ve biraz ilerde devam ediyorsun, ” Çok büyük olasılıkla Stalin’in bu cinayetlerin büyük çoğunluğunu işlediğini düşünüyorum” Yani sen tahmin ediyorsun, bilmiyorsun, sadece tahmin ediyorsun, bu yuzden “Evet şu olasılığı da düşündüm: Stalin bu cinayetleri işlemedi, olaylardan haberi yoktu veya kontrol edemiyordu. Tabii bu da fazla bir şeyi değiştirmiyor.” de diyosun.

    Sizin ki tarih okumak degil tarih imal etmek. Aslinda tarihi imal eden siz degilsiniz, zaten bunu emperyalist propaganda odaklari bir sekilde imal etmisler, sizler buna inaniyorsunuz. Peki Stalin’in iddia edilen cinayetleri islemedigini degil de isledigi olasiligina neden inaniyorsunuz? Cunki bir anarsist ya da Trockist olarak ideolojinizi bu versiyon destekliyor da ondan. Bu noktada dogrunun sizin icin bir anlami yok, hatta bana verdiginiz tepkide oldugu gibi dogru sizde allerji yapiyor. Ondan sonra ithamlar geliyor. Objektifligimi degil ama niyetimi okumaya basliyorsun. Toplumdaki yerimiz ve kimligimiz oldugunu bunu korumak icin bu isi yaptigimizi iddia ediyorsun. Kisaca belirteyim, Gecmis sosyalist deneylere karsi yapilan emperyalist propagandaya karsi cikan insanlarin marksistler arasinda da pek fazla yeri yok. Yenilmis bir siyasi akimiz, bu noktada kendisini marksist olarak nitelendiren bir cok siyasi hareket grup ve kisi zaten kendisini anti stalinist olarak nitelendiriyor. Surada dediklerime birakin destek vermeyi, toleransla bakan marksistlerin sayisi ( yine vurgulayayim, anarsist degil marksist) bana ayar olan marksistlere gore cok azdir. ODP den HDP bilesenlerine vb kadar marksistlerin cogunlugu bu durumdadir. Stalin’in aslinda o kadar kotu olmayabilecegini dusunen az sayidaki marksistin cogunlugu ise bu konularda agzini bile acmaz, cunki mahalle baskisi o kadar gucludur ki, cekinirler. O yuzden SSCB hakkindaki gercekleri savunmanin tek bir imtiyazi vardir, gercegi savunmanin hazzi.

    Ama varsayalim, kariyerist bir mantikla bu iddialari ileri suruyorum, ama sana dusen yine de benim ileri surdugum delilllerin objektif olup olmadigini tartismak olmaliydi. Ben mesela GUn’un ya da senin niyetini tartisiyor muyum? Niyetiniz ne olursa olsun, artik olay bir tez haline geldi ise sorun bu noktadan sonra o tezdir ben o tezin dogru ya da yanlis olup olmadigini tartisabilirim. Ancak tez cevresinde niyet okumasi yapabilirim.

    Yukarida da belirttim, sizin tum bilgi birikiminiz soguk savas propaganda kitapciklarina dayandigi icin, arsivlere dayali tartismalara giremezsiniz, o yuzden bu konulari tartisamamaniz normal. Bu yuzden sen de ve digerleri de hemen demogoyije basliyorsunuz. En fazla yapilan demogojilerden birisi de su: Kardesim Stalin hepsini oldurtmus sonra delilleri silmistir. Trockistler daha da ileri gidiyorlardi bu durumda. Stalin once Yagoda’ya tum pis islerini yaptirmis, sonra da arkasinda iz birakmamak icin onu temizlemis, bunun icin Yezhov’u kullanmis, sonra da onu temizlemek icin Beria’yi kullanmis. Sanirim Beria’ya gelince uykusu gelmis onu temizlemeyi unutmus!

    Birincisi senin sorunu duzelteyim, ben belgesi yok diyorum, resmi belgesi yok demiyorum. Elbette devletler, polis vb suc isledigi zaman, geride hic bir iz birakmamak isterler, isledigi suclari yazili belgeye dokmezler mesela, bu isler icin gizli ajanlar bulurlar ( bu resmi ya da gayri resmi elemanlar olabilir), eger bazi izler kaldi ise bu izleri yok etmek icin ellerinden geleni yaparlar.

    Mesela bugunlerde Ingiltere’nin en buyuk skandali 1970li seksenli yillarda icinde donemin Savunma icisleri bakanlari, Genelkurmay Baskani ve ust duzey subay polis ve burokratlardan olusan bir grup, bir cocuk sapiklari grubu olusturmuslar, bunlar cogu erkek yuzlerce cocugun bireysel ya ad grup halinde irzina gecmis. Cinsel zevk icin bunlara iskence etmis hatta uc tane cocugu siddet dolu bu seks partilerinde oldurmusler. Sayinin daha da fazla olmasindan korkuluyor cunki uc rakami bizzat bu cinayetlere sahit olan kisilerin aktardigi. O siralar yapilan sikayetler uzerine yapilan sorusturmayi kendisi de grubun uyesi olan donemin icisleri bakani ort bas ediyor. Konu uzerine arastirma yapan bir gazeteci gizli servis tarafindan oyle korkutuluyor ki adam 30 sene sonra konusabildi. Yapilan baskilar uzerine tekrar sorusturma acilmasi karari verildi ama bu sefer eski sorusturmalarin dosyalarinin calindigi anlasildi. Zaten icisleri bakani sorusturmayi ort bas eden icisleri bakaninin bir akrabasini sorusturma komisyonuna atadi, bu rezalet ortaya cikinca yine onlarin bir baska yakinini atadi, o da patlayinca simdilik komisyon yok, ama polis cinayet sorusturmasi acmak zorunda kaldi. Dikkatinizi cekerim, Ingiltere’de bir devrim olmus, baska bir yonetim gelmis degil, hala ayni yonetim ve yakinlari var, her turlu delil devletin her turlu olanagi varken karartilmaya calisiliyor, ama yapilamiyor.

    Aslinda Turkiye de de boyledir bu. Bakin her tarafta rusvetin belgelerini okuyoruz, bahsettigim sadece Erdogan’in rusvet kasetleri degil, mahkeme kararlari, ihale dosyalari, akrabaliklar, atamalar her sey bu noktada delil olarak gundeme geliyor. Gezi parki, Ucuncu Kopru, vb tum saibeli dosyalara iliskin yuzlerce makaleyi okuyun sizlere bir suru belge gosterecektir.

    Ya da Faili mechul cinayetler: Devlet Guclu Konak’tan tut da Hiran Dink’e kadar tek ve toplu binlerce cinayet islemis durumda. Sadece Hrant Dink cinayetinin devlet ile iliskisini gosteren deliller uzerinden onlarca kitap yazilmis vaziyette. O yuzden ne kadar delil karartilirsa karartilsin, arkada bir seyler kalir. Ustelik bahsettigimiz basit bir cinayet degil, milyonlarca insan tutuklanmis, parti ust duzey burokrati bir suru insan oldurulmus, bu tutuklananlardan bir cogu daha sonraki yillarda yuzlerce kitap yazmis. Sadece Turkiye degil, Fransa’dan Almanya Italya’ya kadar tum bu tur cinayetlerde yuzlerce belge vardir oyleki, aradan 40 sene gectikten sonra mesela Paris Emniyet Muduru isledigi kitle katliamlarindan dolayi ceza yemisti.

    Ustelik Rusya’da bir Turkiye ya da Ingiltere’nin aksine rejim degisti, tum devlet arsivleri bu cinayetleri Stalin’in isledigini iddia eden devlet baskanlarina gecti. Sadece devlet arsivleri degil ama o donemde tutuklanan insanlar, o donemde tutuklanan idam edilen kisilerin yakinlari, donemin tum polis teskilati, gizli servis teskilati vb hepsinin denetimi bu kisilere gecti.

    Kruschev doneminde uc kez, Gorbachev doneminde ise bir kere Kirov komisyonu kurulmustur ve bu komisyonlarin tek bir amaci vardi, bu cinayetin arkasinda kimin oldugunu bulmak degil ama tam tersine bu cinayetlerle Stalin’in iliskisi oldugunu az da olsa ispatlamak ama buna ragmen hepsi de raporlarini Stalin’i aklayarak vermislerdir. O doneme iliskin bir cok resmi belge hala gizlidir. Eger Stalin’in rolunu gosterse gizli kalirmiydi?

    Aslinda arsivlerde Stalin aleyhinde delil yok demek gercekligi tam anlatmiyor, Arsivler ozellikle 1934 ve sonrasi Yezhov, Eikhe, Kruschev vb basta olmak uzere cumhuriyet parti sekreterlerinin ve onemli askeri ve sivil burokratlarin olusturdugu hiziplerin birincisi parti icinde onbinlerce kisinin atilmasini istediklerini ama Stalin ve arkadaslarinin bu taleplere karsi ciktigini gosteriyor. Yogun cinayetleri tutuklamalari bu kesimlerin dayattigini, yaptigini, Stalin ve arkadaslarinin ise ( basta Molotov, Zhdanov olmak uzere) bu politikalara karsi ciktiklarini, ama onleyemediklerini, burokrasiye karsi demokratik bir anayasa ile parti ve sovyetleri demokratiklestirmeye calistiklarini ama bunu da beceremediklerini, ama sonunda bu kesimin bir kismini baska burokratlarla tasfiye etmeyi basardiklarini gosteriyor.

    Arsivlerden kastim 1930 sonrasi yapilan tum MK ve Politburo toplantilari kararlari, Parti Konferans ve kongre tutanaklari vb. Bir cok arastirmaci bunun nedeni olarak Stalin anayasasini gosteriyorlar, Stalin anayasasi iktidari partiden alip dogrudan sovyetler veriyordu, secimler gizli oy acik sayim esasina gore yapilacak, isteyen kurum istedigi kisiyi aday gosterebilecek, eskiden oy hakki olmayan gericiler beyaz kuvvetler Kulaklar vb hepsi secme ve secilme hakkina sahip olucak vb. tum hakimler secimle gelecek ve hukumetlerin yargi uzerindeki etkisi sifir olucak vb Stalin bu anayasayi ortaya attiginda once sessizlikle karsilanir, sonra da tum parti sekreterleri hep beraber nir ic tehlikenin varligini iddia etmeye baslarlar. Yezhov donemine goturen surec partide boyle baslar.

    Kruschev vb trokistlerin cok guzlu oldugunu, gericilerle birlestigini her tarafta karsi devrimciler oldugunu filan iddia ederler. ( Bunu iddia eden’in eski bir trockist olmasi daha da ilginc) Buna karsilik Stalin ise bu korkularin yetersiz oldugunu, karsi devrimcilerin artik devrime karsi savasmadiklarini, hatta bunlarin ulkenin yeniden insasina katildiklari, trockistlerin ise 1927 kongresinde bile 6-7 bin kisi oldugunu, aradan gecen surede bunlarin sayisinin daha da azaldigini ( Stalin’in bu gozleminin dogru oldugunu biz bugun biliyoruz, bu tartismalarin oldugu donemde Trocki’nin baglantida oldugu kisi sadece bir kac kisi idi ve Smirnov orneginde oldugu gibi bunlar orgutlenmeye basladiklarinda ilk gittikleri eski trockistler hemen polise gitmisler ve Smirnov tutuklanip surulmustu) o yuzden partiden siyasi sebeblerle eski trockist vb diye insanlarin atilmasinin yanlis oldugunu savunur ve bu tasfiyelere karsi cikar.

    Bu arada Anayasa komisyonu kurulur, anayasa komisyonunda Bukharin’den Radek’e kadar bir cok muhalefet unsuru vardir. Ben bu konuda zaman buldugumda bir makale yazacagim. Ama en ilginci Kruscev’in anilarinda yazdigi. 1937 Yezhov donemi basladiginda Kruscev Moskova parti sefidir, ve Yezhov ona 5000 kisilik olum kotasi verir, o ise 40000 civarinda bir liste hazirlar, bunlardan 8500 u idam edilecektir. Stalin tepki gosterir, daha iki yil once tum SSCB de bile muhalefete ait insan sayisinin 2-3 bini gecmeyecegini soyleyen adamdir nihayetinde Stalin. Uztelik bu 2-3 bin kisinin hepsinin partiden atilmasina da karsidir. Zaten ayni gerekce ile Kruschev’inde partiden atilmasina karsi cikar. Kruschev Stalin’in ulan bu kadar hain olur mu diye itiraz ettigini anlatiyr, kendisinin ise tabii hatta hain sayisi daha fazla dedigini. Tabii bu konusmanin gectigi tutanaklar hala gizli oldugu icin asil tartismalarin ne oldugunu bilmiyoruz ama bildigimiz Kruschev bir suru insani idam etmeye calisirken Stalin’in buna karsi ciktigi.

    Rogovin 1937 adli kitabinda ( bu arada meraklisina soyleyeyim, Rogovin kendisini Trockist olarak nitelendirir, ve anti stalinisttir ama arsivlerden bayagi belge aktarir. Kitap Turkceye cevrilmemisse bile birilerinin cevirmesi lazim. Yorumlari felakettir ama yayinladigi belgeler bu konuda en zenginlerindendir.

    Partide yeni anayasa ve bu anayasanin en nazik konusu secimler meselesi tartisilmaktadir. Muhalefet eger secimlere girilirse, kamplradan kitlesel olarak serbest birakilan kulaklarin bir cok yerde secimleri alacaklarini dile getirirler. Ozellikle bir cok beyaz Kulak vb Sibirya’ya suruldugu icin Sibirya parti baskani Eikhe Sibirya’da secimleri kaybedebiliriz der. ( BU tartisma 1937 Subat Mart toplantisinda gecmistir, Rogovin sayfa 239 ve devami). Krischev kendisi de eski trockisttir, eski trockistlerin gizlice orgutlendigini ve secimleri suistimal edeceklerini soyler, bazilari bir den eski SR larin aslinda cok guzlu olduklarini iddia ederler, hicbiri bu anayasaya karsi cikmiyordur ama vakti erkendir. Aslinda sorun sadece devletin demokratiklesmesi degildir, partide de atama sistemi kaldirilmakta, tum gorevlere secimle gelme sarti konulmaktadir. Tum bunlara karsi burokrasinin cevabi bir ic dusman paranoyasi yaratmak olur. BU iddialara Stalin’in cevabi oldukca ilginctir ve durumu ozetler. Kurttan korkan ormana girmez, eger biz o kadar kotu isek, o zaman birakalim onlar kazansin. Ayriyeten der bazi yerlerde onlarin kazanmasi dogal o zaman iyi calisip biz tekrar kazanmaya calisacagiz.

    Ama Stalin grubu yeni anayasa ve demokratik sovyetler ve parti icin bastirdikca muhalefet de ic dusman paranoyasini buyutur. O sirada Parti baskanliklari once az ama giderek cogalan miktarda karsi devrimci tehlikeyi abartan raporlar yazmaya baslar. Her tarafta parti liderlerini olduren sabotajcilar aranmaktadir. Suphesiz sabotajci da vardir, karsi devrimci orgutt de ama bunlar muhalefetin abarttigi kadar degildir. Bu siralarda Stalin Guney’e Gurcistan’a tatile gider. Beria o zamanlar daha Gurcistsn sefidir, Gece golde giderlerken Stalin’in koskunu korumakla yukumluaskerler Stalin’in botuna ates acarlar. Ortalik karisir. Stalin vurulmaz, tabii Beria’ya ne oldugu sorulur, cikan sorusturma da askerlere Stalin’in geleceginin haber verilmedigi, onlardan da yaklasan kisilerden korkan, ve o sirada ulkedeki paranoya durumundan etkilenen bir askerin ates actigi sonucu cikar. Stalin asker hakkinda sorusturma bile actirtmaz, onun icin bu olay siradan bir hatadir.

    Devlet hakkinda soylediklerinize gelince, Bunun Stalin donemi ile dogrudan bir ilgisi yok, bu olgu marksistler ve anarsistler arasinda Stalin dogmadan once baslayan teorik bir tartismadir ve bence Paris Komunu ve Sovyet devrimi ile marksistler lehine cozulmus bir tartismadir. Asil tartisma konumuz bu olmadigi icin bu konuya girmiyorum

  28. Ahmet sen İngiltere’de yaşadığın için burayı da orası gibi zannediyorsun. Türkiye solunda stalinistler hiç de öyle ezilip kakılmıyorlar. Avrupa’nın aksine bizde sosyalist solda ana akım stalinizmdir. Stalin’i eleştirenler, bırak solculuğu, (onların kendi seksist açılarından elbette) erkekliğe bile layık görülmezler. Sovyetik despotizme ve onun soldaki uygulamalarına ne zaman azıcık dokunsak bin yerden hakaret küfür işitiyoruz. Türkiye solunda esas mahalle baskısı bize yapılıyor. Hiçbir şey yapamıyorsan aç Gün Zileli’nin otobiyografilerini oku. Hem bu devirde başka hangi ülkede “Yoldaşını Öldürmek” diye kitap yazılıyor?

  29. Ahmet, senin mantığına göre ve Anonim 17’ye verdiğin cevaplardaki demagojilere göre birileri de çıkıp diyebilir ki “Bütün bu iş kazaları, işçi katliamları aslında yoktur. Marksistlerin, Stalinistlerin komplosudur. Bunlarla ilgili belgeler sahtedir.”

  30. Zaten katin ormanı katliamıyla ilgili belgeye öyle demişti.

  31. 17 numaralı anonim yazıyor:

    Ahmet yazdıklarına kısaca yanıt vermeye çalışayım. Şöyle yazmışsın:

    “Ama varsayalim, kariyerist bir mantikla bu iddialari ileri suruyorum, ama sana dusen yine de benim ileri surdugum delilllerin objektif olup olmadigini tartismak olmaliydi.”

    Cevabım: Doğru haklısın. Ama şu da var zamanım değerli, insanların ortaya koyduğu hemen her şeyi değerlendirmeye çalışırsam zamanım kalmaz. Bu yüzden seçici olmaya çalışıyorum.

    Bu yüzden bazı konularda ister istemez ön yargılı davranıyorum. Örneğin birisi dese ki evrim teorisinin geçersiz olduğunu kanıtlarıyla gösteriyorum ve yaratış teorisinin doğru olduğunu ortaya koyuyorum. Elbette zaman zaman böyle diyenlerin de kanıtları incelenmelidir ama bu konuda boşa zaman tüketmenin de anlamı yoktur.

    “Ben mesela GUn’un ya da senin niyetini tartisiyor muyum? Niyetiniz ne olursa olsun, artik olay bir tez haline geldi ise sorun bu noktadan sonra o tezdir ben o tezin dogru ya da yanlis olup olmadigini tartisabilirim.”

    Dolaylı olarak sanki tartışıyor gibisin. Kitabının reklamını yaptı, soğuk savaş propagandası vb. diyerek. Gerçi Gün’ün kitabını satmak gibi bir amacı olabilir, bunda haklı olabilirsin.Gerçi niyetlerimizi de yazabilirsin bence sakıncası yok. Ama ben gerçekleri bulmak amacıyla yazıyorum, sen de bu amaçla yazıyor olabilirsin. Bakış açılarımız farklı olduğu için farklı sonuçlara ulaşabiliriz.

    Demişsiniz ki:

    “Sizin ki tarih okumak degil tarih imal etmek.”

    Cevabım:Bence sadece okumak yetmiyor. Değerlendirmek, anlamak ve mantık süzgecinden geçirmek gerekiyor. Yoksa önümüze konulan her şeyi olduğu gibi kabul edecek değiliz.

    “Aslinda arsivlerde Stalin aleyhinde delil yok demek gercekligi tam anlatmiyor, Arsivler ozellikle 1934 ve sonrasi Yezhov, Eikhe, Kruschev vb basta olmak uzere cumhuriyet parti sekreterlerinin ve onemli askeri ve sivil burokratlarin olusturdugu hiziplerin birincisi parti icinde onbinlerce kisinin atilmasini istediklerini ama Stalin ve arkadaslarinin bu taleplere karsi ciktigini gosteriyor.”

    Cevabım: Arşivleri kim düzenlemiş, neye göre toplamış? Bunların doğru olduğunu nereden bileceğiz? Doğrusu ben Sovyet devletine de arşivlerine de pek güvenmiyorum, sen ise bunları ısrarla birinci derecede sarsılmaz kanıt olarak gösteriyorsun.

    Totaliter bir devletin arşivine de güvenmek için neden göremiyorum.

    Örneğin ben Stalin’in yerine olsaydım bu cinayetleri işleseydim tabi arşivlerdeki aleyhime kanıtları da yok etmeye çalışırdım.O yüzden arşivlere sarsılmaz biçimde inanmak ve güvenmek için bir neden göremiyorum. Özellikle totaliter bir devletten söz ediyorsak bu konuda şüphelerim daha da artıyor.

    Tabi arşivler tümüyle yalan demiyorum ama arşivlerde yanıltıcı olabilir. Veya orada da istediğimiz delilleri bulamayabiliriz.

    Demişsiniz ki:

    “Aslinda Turkiye de de boyledir bu. Bakin her tarafta rusvetin belgelerini okuyoruz, bahsettigim sadece Erdogan’in rusvet kasetleri degil, mahkeme kararlari, ihale dosyalari, akrabaliklar, atamalar her sey bu noktada delil olarak gundeme geliyor. Gezi parki, Ucuncu Kopru, vb tum saibeli dosyalara iliskin yuzlerce makaleyi okuyun sizlere bir suru belge gosterecektir.”

    Cevabım:Türkiye tam bir totaliter devlet değil. Evet baskıcı ve otoriter bir devlet var ama AKP devletin ve toplum her kademesine, basına istediği gibi hükmedemiyor. Basın da hala AKP ve Erdoğan eleştirilebiliyor.

    Demişsiniz ki:

    “Kruschev doneminde uc kez, Gorbachev doneminde ise bir kere Kirov komisyonu kurulmustur ve bu komisyonlarin tek bir amaci vardi, bu cinayetin arkasinda kimin oldugunu bulmak degil ama tam tersine bu cinayetlerle Stalin’in iliskisi oldugunu az da olsa ispatlamak ama buna ragmen hepsi de raporlarini Stalin’i aklayarak vermislerdir. O doneme iliskin bir cok resmi belge hala gizlidir. Eger Stalin’in rolunu gosterse gizli kalirmiydi?”

    Cevabım: Kalabilirdi. Çünkü Stalin’in cinayetlerini kabul etmek SSCB’nin başını çok ağrıtabilirdi. Devletten tazminat talebi, diğer ulusların Stalin’in cinayetleri yüzünden SSCB’ye soğuk ve kötü gözle bakması. Yani bu konu devletin başını çok ağrıtabilirdi ve işine gelmezdi. O yüzden bu cinayetleri Stalin işlese bile onlar için en iyisi reddetmek olacaktır.

    Demişsiniz ki:

    “Peki Stalin’in iddia edilen cinayetleri islemedigini degil de isledigi olasiligina neden inaniyorsunuz? ” Ve yine demişsin ki:

    “Devlet hakkinda soylediklerinize gelince, Bunun Stalin donemi ile dogrudan bir ilgisi yok, bu olgu marksistler ve anarsistler arasinda Stalin dogmadan once baslayan teorik bir tartismadir.”

    Cevabım: Araştırdığım ve gördüğüm kadarıyla SSCB en başından itibaren bu tür cinayetleri normal gören bir mantıkla kurulmuş.

    Aslında bunun devlet ile de ilgisi var. Siz birilerine çok büyük güç verirseniz o gücü ellerine geçirenler cinayette işleyebilir, bir sürü kirli işe de girişebilir. Şöyle bir söz vardır: “Güç yozlaştırır mutlak güç mutlak biçimde yozlaştırır.” Oldukça yerinde. O yüzden Stalin’in bu cinayetleri işlemesine şaşırmıyorum. Aslında işlemeseydi biraz tuhaf olurdu. Üstelik bu cinayetleri işlemek için önemli nedenleri de vardı. Rakiplerini ortadan kaldırmak, daha fazla güçlü olmak. Yoksa Troçki vb. neden ülkeyi terk etmek zorunda kalsın değil mi?

    Tüm bunlara rağmen şunu da yazdım: Evet Stalin bu cinayetleri işlememiş olabilir. Ama bunu oldukça düşük bir olasılık olarak görüyorum.

  32. Ahmet’in ve Stalin’i savunanların durumu şuna benziyor;
    Tarihte hiç yaşamamış veya yaşadığı halde efsaneleştirilmiş, hayat hikayelerinin hayal ürünü olduğu dini kişilikler vardır. İnanan birine istediğiniz kadar anlatın bunu kabul etmez.
    Ahmet’e ve diğer Stalinistlere ne kadar kanıt getirsek inanmazlar.

  33. e danisikli dogus boyle olunca bi sinema ihtiyaci dogacaktir, osss geldin be gadir abi….

  34. sunu tartistirmak istiyorsa zileli: yeni bir dalga eski Stalinist marxizme darbeyi vurdu, bu eyidir, bu dalgayi desteklemek gerek,. soyle konuuyorsa eger, yeni dalga( ben tasfiyecilik diyorum baska turlu adlandiranlarda var az olsada goruyorlar olani biteni) sadece marxizme vuruyor, sevinin anarsistler, haydi HDP ye , yada yeni dalga Stalinizme vuruyor haydi HDP ye devrimci marxistler HDP ye, …. kim diyorsa yaniliyor, Adam imralida acik acik soyluyor, silahli mucadeleyi savunmayabilirsiniz, o baglamda isyani bitirdim diyor, ve bi tiyatro oynaniyor, e insaf benmi anlatayim ne yapilmak istedigine dair, konformizm desen agzima kavram doldurur zileli, aha bu nedir?????siz tasfiye edilmek istenenein ne oldugunu saniyorsunuz???? stalinizmi? marksizmmi?, en genel anlamda devrim dusuncesi tasfiye ediliyor, herkes kendine ne pay cikarirsa cikarsin, acil dertler yuzunden o yada bu siyasal guce yedeklenmeye pek hevesli zileli aydinlikciligin bu aliskanligindan kurtulamamisa benzer, ama hocam, artik anarsist takiliyorsun, bu ne tursu, turkiye ve hatta dunya devrimci tarihinde genel bir ideolojik karsi devrimci kampanya bu Kadar acik yurutulmemisti, bana ne akp nin chp odp hdp ittifakiyla engellenmesinden, bana ne chp den odp den, ama bana hic mi hic HDP ruzgarindan bahsetmeyin, bu genel devrimci paradigmaya karsi Imralida Mit ile Apo nun urettigi isyan cagi bitti kampanyasidir, hic bir secimde oy verilmez, ama HDP ye hic oy oy verilmez mhp ye oy verilmesinden yanayim. ben barisci degilem daha ne soyleyim anlayan anlar, en oy verilmeyesi parti HDP dir, HDP ye oy vermek APO yu onder etmek demektir, Mit i onder etmek demektir, essegi dama cikarmak kolaydir, ama indirmek zordur Zileli….

  35. denifki cok kufur ediyorsun, siz kufur gormemissiniz, bu gunler gecer, o grup yorum gelenegine kufreden gruplara az bi sola dogru oynarsa, o grup yorum gelenegi, ahanda az bisey onlari etkiledik sola cektik derse ki,ki onlarla ortak isler yaparsa sykp, emep, sdp mlkp, yi devrimciye sayarlarsa, siz benden ne kufurler var o zaman gorursunuz…

  36. BA RIS MAYA CAGIZ; IMRALIDA KI MIT GORUSMECISININ ISYAN BITIRME MUZAKERE CAGINI TA NI MAYA CAGIZ; CAYAN MAHALLESI SALDIRIS O KIRLI LINC PROPAGANDA HEP BUNDANDIR; ADAM EDEMEYECEKSINIZ; SON FERDINE KADAR YITIP GIDEN BIR SEKT OLARAK YOK EDEBILIRSINIZ; AMA TARIH BASKA BI ZAMAN BASKA BIR YERDE BIZI SIZE ANIMSATACAKTIR; ADM EDEMIYECEKSINIZ::::https://www.youtube.com/watch?v=9WKGhXqhnck

  37. HAKKINIZI YEMEMEK LAZIM; BIZ DEVLETTEN GORDUGUMUZ ZULMDEN COK SIZIN YALANLARINIZ KIRINIZ PASININIZDAN ZORLANDIK:::AZ GUCLU DEGILSINIZ; BIRDE GUCUNUZU NEYE BORCLU OLDUGUNUZU SORGULASANIZ:::

  38. Deniyorki siz mezhepsiniz, seyhhinin pesinden giden adamlarsiniz, yuh size, asil seyleri nin ne derse desin pesinden giden cafcafli modern tekkeler sizsiniz, emep in ödp nin sykp nin sdp nin tekke baslari ne derse sizde o olur, ve ustelik o kadar farkli cizgilere ve hatta farkli boyutlara hic sorgulamadan kayma özelligi gösteren koyun surulerisiniz, bizde biri cikacak ben en ust duzey adamim , haydi baris sureci yapiyoruz diyecek, katliam cikar cikar katliam, … kim simdi tekke dusuncesinin pesinden kosanmi, kollektif orgut agalari silsilesiyle APO nun ve mit in kicina takilanmi???? tekkeymisiz, dinime kufreden bari muselman olsa???? onu emep kitlesi emepci odp li koyunlara anlatacaksin….

  39. ahmet arkadas gun zileli seni ovuyorsa sende bi sakatlik var demektir, en son soyle bisey gelisti, aslinda cizgi iyi ama ah iste beceriksiz adamlarin elinde, yoksa disarida, biz siyasol, ve gezitede yazan özerkler olarak ehveni ser, iz, bu orgut bu gelenk bunu yemez, bilesiniz siz anldadiniz ne dedigimi… ne Kadar hain varsa periferinizde, gudup bir entelektuel denemeler, ama en kotusu, cizgiyi tersinden bir ton acik kapi birakarak savunuyor goruntusu veriyorsunuz,.. bu gelenek yemez bunu…. diger ayrilmislar terleri ve kanlari ile bogar sizleri, ahmet , yerinde olsam solgun kardeslerin pesine erken takilirdim, yemedik…..

  40. Gün Abi’den veya adminden bir ricam var. Buraya copy paste yapılan upuzun yazılar okuyucuyu yoruyor. Onun yerine sadece link verilse, başka yerde çıkan yazılar direkt yapıştırılamasa, böyle bir kural konsa ve uygulansa daha güzel olmaz mı? Öteki türlü konudan uzaklaşıyoruz ve ayrıca bu potpuri sayfa düzenlemesi hakikaten hiç okur dostu değil.

  41. haklısın. Senin bu mesajını diğer arkadaşlara bir duyuru olarak kabul edelim.

  42. Kapitalizmi sömürgecilikle birlikte yükselten liberaller de sosyalistler de benzer katliamların ortağıdır. 1800’lü yıllarda Hindistan’da İngiliz sömürgecilerinin 30 bin dokuma ustasının bileklerini kesmesine, sözde feodal yapıyı aşıp tarihi ilerletmek adına fetva verenlerden birisi de sosyalist teorinin babası Karl Marks’tı.

    Bugün de, Mısır Müslümanların yönetimine geçmesin diye küresel egemenler, liberalist ve sosyalist militanlar, Sisi Cuntası’nın askeri darbesine darbe diyemiyor. Bosna’da yaptıkları gibi Mısır’da da Suriye ve Irak’ta da hala üç maymunu oynuyorlar.

    http://www.haksozhaber.net/hududullah-mi-seytanlasma-mi-28919yy.htm

  43. Anlaşılmayan şey, HDP % 10 u geçse Türkiye’de iktidar mı olacak? A.Öcalan’a gelince; kuşkusuz ki Kürt Halkı ondan çok çekecek! Bu da onların sorunu!

    Ama bu seçimde HDP barajı geçerse daha iyidir! Politika daha “keyifli” olur..

    “Bence” geçerlerse RTE’ye teslim olmazlar!
    Tümüyle güvenilemez… Velev ki teslim oldular! Bu o kadar kolaysa, olsun o zaman!

  44. Stalin dönemi terörü aslında Yezhov veya başkalarının işi demek RTE’nin “Ergenekon, Balyoz tutuklamalarını Cemaat yaptı” demesine benziyor. İnanıyor muyuz RTE’ye? Aslında her şey RTE’nin işiydi. Onun izni, talimatı olmasa hiçbir şey olmazdı.

  45. Doğru saptama. Hele Stalin diktatörlüğü altında kimse kılını kıpırdatamazdı. Şu anda bir Sovyet ajanının (anılarını yazdığında hâlâ Stalinist) anılarını redakte ediyorum. Ukrayna milliyetçileri ve Naziler, Kızıl ordu generalleri hakkında “bizim adamımız onlar” şeklinde bir dezenformasyon yayıyorlar. Bu ajan bu dezenformasyonu saptıyor (çünkü o sırada ukrayna milliyetçilerinin içine sızmıştır NKVD adına) ve üstündeki görevliye bildiriyor. Fakat üstündeki görevli, Stalin ve çevresinin generallerin alman ajanı olduğuna çoktan karar verdiklerini bildiği için, korkusundan bunu bir üst makama rapor edemiyor ve üstünü örtüyor. Vay be, Yezhov, on binlerce parti kadrosunu temizleyecek de Stalin’in bundan haberi olmayacak. Bir ilkokul çocuğunu bile inandıramazsınız bu masala.

  46. Bakiniz su kucucuk ortamda bile ne teoriler ucusuyor, aslinda SSCB ye iliskin tarihte boyel olusturuluyor. Bakiniz yukarida 40 numarali Anonim ingilizlerin 30 000 dokumacinin bilegini kestigini ve Marksinda bunu destekledigini iddia ediyor. SSCB ye iliskin iddialar da aynen boyle. Birisi bir sey iddia ediyor, digeri bunu mesela 30 u kirk yapiyor, digeri bilek kesmeye bir de ayaklari kesmeyi de ekliyor, bir digeri bu sefer bini milyon yapiyor, ve bu kisiler hepsi birbirinden alinti yapiyor. Ardindan da ya bu hesapta bir yanlisk olmasin, nerden aldiniz bu bilgileri diye sorunca da sen ingiliz ajanimisin deniyor?

    Bu arada meraklisina soyleyeyim, Ingilizler HIndistan’i isgal ettiklerinde ingiliz dokuma sanayii hint dokuma sanayii ile rekabet edecek gucte degildir, o yuzden Ingiltere once kendi somurgesi oldugu halde hint dokumasina gumruk uygular ve daha sonra da zor ve somurgecilik yontemleri ile hint dokuma sanayiini ingiliz emperyalizmine zaman icinde eklemler. Bu surecte zor onemli bir rol oynamistir. Marx ise Hindistan ekonomisini o zaman yanlis hatirlamiyorsam Formel de tartisir bunu ( Grundrise’in giris kitapcigidir ve ayri kitap olarak da basilmistir) Hindistandaki feodal yapinin sayai bir ozellik gosterdigini, iklim ve cografya farkliliklari nedeni ile ozellikle sulama vb avrupa daki gibi kucuk feodal devletler yerine daha merkezi buyuk feodal devletlerin kuruldugunu soyler. BU feodal devletler icsel olarak cok gucludur oyleki bir cok defa dis gucler tarafindan Mogollar vb isgal edilmesine ragmen politik olarak isgalcilerin denetimine gecmesine ragmen, ekonomik ve toplumsal olarak egemenligini surdurdugune ve hatta isgalcileri bu anlamda icsellestirdigini belirtir. Bu anlamda bu feodal yapiyi bozan ilk isgal Ingiliz isgalidir ve oradaki feodal yapiyi dagitanin ingiliz emperyalizmi oldugunu belirtir.

  47. Tartisilan ikinci bir nokta da ozellikle 17 nolu arkadasin itirazi, tamam dediklerin dogru olabilir de ben niye guveneyim arsivlere sonucta totaliter bir ulkenin arsivleri, totaliter bir ulkede arsivler duzenlenebilir. Hani totalier olmasa neyse babinda.
    Birincisi arsivlerle totaliter deyin demeyin tum ulkelerde oynanir. Buna Turkiye de dahil SSCB de Ingiltere de dahildir. Ikincisi sizin dediginiz anlamda totalier bir ulke tarihte hic bir zaman olmadi hic bir zaman da olmayacak. BU ideolojik bir arguman olarak once fasizm ama daha sonra sosyalist ulkeler icin rotaya surulmus bir arguman ama sadece ideolojik bir degeri var. Nedeni su: En doktatorce rejimler bile mesela Nazi Almanya si ya da Franco Ispanyasi diktatorluklerini bir sinif adina yuruturler ve iktidar katinda ulkedeki sinif savasinin ya da isbirliklerinin catismalarinin her turlusu yasanir. Bu noktada iktidar aslinda tek kisinin degil ama belli zumre ve kesimlerin ittifakina dayanir. SSCB de bunun istisnasi degil, ben yukarida da aktardim, 1930larda 40larda ve olumuden once MK da ve Politburoda tartismalarda surekli olarak bir cok farkli kesim var ve bunlar anayasa, cok partililik, parti mi yoksa sovyet devletimi konulari basta olmak uzere sendikalardan ordu meselesine kadar cok farkli dusunen gruplarla dolu.

    Ikincisi varsayalim Stalin totalier bir devlet baskani, hesapta herseyi kontrol ediyor o zaman da sorarlar adama bu kadar herseyi kontrol eden bir adam neden bu kadar kisiyi oldurme ihtiyaci duydu diye? Sebeb ne? Neden 37-38 de mesela 34 degil 48 degil?

    Ucuncusu ne kadar totaliter olursa olsun hic kimse tum arsivleri anilari, tutulan kayitlari gazete haberlerini, yasal yasadisi tum yayinlari vb denetleme gucune sahip degildir.

    Dorduncusu su an biliyoruz ki Kruschev once iddialarda bulundu sonra da delil aradi, bunun icin kendi konusmasini hazirlayan yazarin baskanliginda bir komisyon kuruldu ve konu arastirildi, BU arastirmadan Stalin’i suclayacak hic bir sey cikmadigi icin bu komisyon dagitildi, sonuclari kamuoyundan gizlendi, halbuki amac kamuoyuna Stalin’in ne kadar katil oldugunu gostermekti. Tabii bu durumda ayni komisyon arsivleri karirtirirken Stalin’in bu konuda sucsuz oldugunu gosteren aksine muhalefetin sorumlu oldugunu gosteren belgeleri yok etmis olmasi buyuk olasilik. Zaten bir cok arastirmacinin sikayeti bu yonde, Mesela 1937 Haziran Temmuz toplantisina iliskin arsivlerde sadece MK arsivlerinde degil ama bagli diger kurumlarin arsivlerinde de tek bir belge yok. BU belgelerin Kruscev tarafindan temizlendigi acik. Ama yine de biz su an arsivleri acinca Stalin’e ilsikin o kadar degisik yerlerde o kadar farkli belge bulunuyor ki, zaten bilgilerimiz bu belgelere dayaniyor.

    Arsivler oynanirken sadece belge silinmez, ama belge de eklenir. Bunlar cok yaygin yapilan seyler. Aklimiz bu tur seyler icin var, Belgeleri, sadeec resmi degil ama anilar gazete haberleri vb her turlu belgeyi aklin suzgecinden gecirmeden kullanamazsin.

    Belge nedir biliyor musunuz, 1936 subat toplantisinda ( yani BUkharin’in bazi suclarini kabul ettigi ve tutuklandigi toplanti, yani Stalin’in adam suclu olabilir ama tutuklamayalim surelim dedigi toplanti) bir baska gizli toplanti daha olur. Toplantida Vishinsky vardir Stalin vardir icisleri bakani Yezhov vardir. Radeklerin mahkemesi yeni bitmistir ( ikinci Moskova mahkemesi, ucuncusu Bukharinlerin olucaktir) Yezhov goreve daha yeni gelmistir ( sanirim iki uc ay, bu arada bu konuda bu konu ile ilgili detayli arsiv bilgilerine Rogovin’in 1937 kitabindan ulasabilirsiniz Sayfa 276 The NKVD stands accused) Bu toplantida Yezhov raporunu verir raporda bir suru baski onleminden bahseder. Bu arada belirteyim bu toplantinin tutanaklari normal milenumun’un tutanaklarindan ayri olarak tutulmustur. Bu toplantiya Plenumun misafirlerinin hic birisi alinmamistir. Vishinsky dogrudan icisleri bakanini yani Yezhov’u suclar. Derki, kardesim sadece kisilerin itiraflari ile bize gelemezsiniz, insanlar cesitli sebeblerle itiraf edebilirler, bu suclu olduklarini gostermez, biz bunlari birakiyoruz birakacagiz da. Ancak kisilerin suclu oldugunu gosteren baska deliller varsa o zaman bize gelin.

    Visinsky bazi saniklarin polis ifadeleriden bazi bolumler okur, bazilarinda dogrudan baski vardir, bunlar olamaz der, birisinde sorgucu saniga sucsuzlugunu kanitlamasini soyler. Vishinsky kopurur, derki nasil bir insana bunu soyleyebilirsiniz? hic kimse size sucsuzlugunu kanitlamak zorunda degil, aksine siz eger bir suc varsa bu sucu kanitlamak zorundasiniz der ( sayfa 278 ve ilerisi) Azov bolgesi NKVD nin sorguculari saniklari tuzaga dusuren sorular sormasi direktifini mahkum eder. BU direktife gore, sanik mahkumiytine yarar seyler soylemisse ifadeye yazilmali ama sanigin sucsuzlugunu gosteren ifadelerinden hic birisi ifadeye yazilmamalidir.

    Sonra der Vishinsky bir adam yakalanmissa eger sucu ispatlanamiyorsa bu sefer baska seylerden suclaniyor.

    Ayriyeten der, polis kisilerin kendi itiraflarina cok fazla bel bagliyor. Ama der bu itiraflari destekleyen baska deliller olmali ve eger bir dava acilacaksa kisinin kendi itirafina degil ama bu delillere dayanmali. Rogovin bir anti stalinist, hatta kendisini trockist olarak adlandiran birisi. BU arsiv belgeleri onun kendisini de sasirtiyor, ama bir bilim adami olarak tum arsiv belgelerini ( yukaridaki bunlarin sadece birisi, bu konuda ezber bozan onlarca arsiv belgesini ve diger orijinal belgeleri acikliyor)

    Ayni toplantida Disisleri bakani Litvinov, NKVD elemanlarinin bir suru yanlis bilgi verdigini, surekli kendisine saldiri olacagini ilan ettiklerini ama bunlarin cogunun bos bilgiler oldugunu soyler. NKVD elemanlarini uydurdugunu belirtir. Iste bu gercek belgelerden birisidir oyleki, hepsi de anti stalinist olan Rogovin den Getty e kadar onlarca akademisyen ya reddedemiyor ya da cogunlugu bu belgeleri yayinliyor.

  48. Ahmet, bütün devletler bir sınıfın baskı organıdır. Stalin’in devleti de öyle.
    Devletten(sınıflı toplumdan) yana mısın devletsiz(sınıfsız) toplumdan yana mı?

  49. Sosyalistlerin ulusla, devletle, ulus devletle, milliyetçilikle işi olmaz. Doğası gereği olamaz. Sosyalizm “işçi sınıfının vatanı yoktur” diyen bir ideoloji. Türk milliyetçiliğiyle, “Türkiye Türklerindir” yaklaşımıyla ne ilişkisi olabilir? Amma velakin Türkiye’de solcular önce Kemalist olmuşlardır sonra bunun üzerine solculuk eklemişlerdir. Bu berbat bir çorba olur, solculuk olmaz.

    Bu kabulü Stalinizm de kolaylaştırmış olabilir mi?

    Stalinizm’in o çorbaya kolaylıkla dahil olabilmesi tesadüf değil. Çünkü Kemalizm “Bu halk için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ben bilirim” der ve uygular. Halkın ne dediğinin, ne istediğinin önemi yoktur. Beğenip beğenmeme hakkına sahip değildir. Stalinizm de böyle der, SSCB’de bunu uygulamıştır. Stalin döneminden itibaren SSCB’de sosyalizm adına hiçbir şey olmamıştır. Sosyalizm işçi sınıfının iktidarı demektir, Stalin ve çevresinin iktidarı değil. Ama Stalinizm’in Kemalizm’e çok kolay birleştirilip iğrenç bir çorba haline getirilmesi bu nedenle mümkün olmuştur. Tepeden aşağı toplumu değiştirme projelerinin sosyalizmle ilgili olamaz. Sosyalizm, geniş kitlelerin kendi eylemiyle ve kararlarıyla gerçekleştirilen bir şeydir. Önce Kemalizm sonra Stalinizm eklenerek Türkiye’de bu çorba günümüze kadar gelmiştir

    (Roni Margulies)
    http://www.haberdem.com/Erbakan-Solu-Bitirdi-mi-haberi-56558.aw

  50. Zileli-den Stalin üzerine bir küfür yazısı daha.
    Stalin eleştirisi değil,küfürname yazıları.
    Zileli şöyle yazmış :
    “..bu yazıdaki Yagoda isminin yerine Hakan Fidan’ı, Yezhov isminin yerine ise Yalçın Akdoğan’ı koyarak bir kere daha okumalarını tavsiye ederim.”
    Peki Öcalan’ı neden açık olarak adlandırmadınız ?
    Öcalan-ın PKK içindeki ve dışındaki devrimci cinayetleri Stalin’i mumla aratacak türdendir.
    Bu konuda Zileli bilgi sahibi değil mi?
    Zileli,Stalin-e küfrederken Öcalan’a ağzını açamamaktadır.
    Bari İnsan Paris cinayetinde PKK-nin rolüne değinir.
    Aydın onuru ve kimliği olsaydı PKK cinayetlerine değinilmesi gerekirdi.
    Ama dönekliğin onur ve kimlik bırakmadığını gözlemliyoruz.

  51. Ayanoğlu küfür yazısı derken kendi yazdıklarını tarif etmiş.
    Zileli’nin hiçbir yazısında küfür, alay yok ama o dönek, onursuz diyor.
    Ulusalcılar böyledir zaten. Kitaplarının isimleri bile fikir ve eleştiri değil saldırganlık taşır; Dönekler, Aydın İhaneti, Liberal İhanet

  52. 46 Numarali anonim, yanlis soru sormussun, biraz demogojik olmus, ustelik tartismamizla hic bir ilgisi yok. Soru sen gercekleri mi yalani mi savunuyor olmaliydi. Ben politik gorusum ne olursa olsun gercekleri savunuyorum ya sen? Tabii cevabin kafadan gercekler olucak o zaman gercekleri savun!

  53. “Gerçekleri savunuyorum” çok popülist bir söz.
    Bazen kendini savunmak ve hayatta kalmak için yalan da savunulabilir.
    Hitler’i ve Nazi iktidarını devirmek için yalana ve komploya da başvurulabilir, Stalin iktidarına karşı da.
    Stalin kim? Senin benim gibi bir insan. Bu devletin tepesinde ne işi var?
    SSCB ne? Bir devlet. Bu devlet niye var? Olmak zorunda mı? Doğa kanunu mu? Bu devlete karşı olanlar ne olacak? Karşıdevrimci diye yok mu edilecek?

  54. Düşman Kardeşler

    “Komşularla sıfır sorun” diyordu AKP hükümeti. Onaylanacak bir hedef ve bir politikaydı bu. Gelgelelim, şimdilerde bu komşularla sıfır ilişki ve sonsuz düşmanlığa dönüştü. Türkiye’de böyle şeylere –ya da her şeye– Tayyip Erdoğan’dan başka kimse karar veremediğine göre, bu da onun iradesi ve tercihlerinin sonucu olmalı.

    “Sıfır sorun” denilen günlerde “mezhep” ayrımının pek sözü geçmiyordu. Ama şimdiki duruma baktığımızda, mezhep konusunun pekâlâ önemli olduğu görülüyor. Böyle bir şey durup dururken ortaya çıkamayacağına göre, demek ki hep oradaydı ama görünür yüzeye çıkmıyordu (AKP’de daha birçok şey gibi).

    Bu arada İsrail’de Netanyahu yeniden bir seçim kazandı. Bunu söylemek ilk ağızda çok paradoksal görünüyor ama Netanyahu ile Tayyip Erdoğan arasında bazı önemli bezerlikler var. Birbirlerini “en büyük hasım” olarak görebilirler; düşünceleri, siyasetleri de doğal olarak birbirine karşıt. Ama “benzerlik” dediğim şey de zaten buralarda değil, daha çok siyaset yapma üslûbunda ve son analizde demokrasi ile kurdukları ilişkide.

    Niceliksel bir noktadan karşılaştırmaya başlarsak, ikisinin de arkasında bir dizi seçim başarısı yatıyor. İkisi de üst üste üç seçim kazandı ya, Netanyahu’nun “fasılalı” bir de dördüncü zaferi var. Erdoğan da şimdi burada dördüncüye hazırlanıyor.

    Uluslararası siyaset alanında kapladıkları yer –yer kaplama üslûpları– benzeşiyor. Netanyahu’nun bu son seçim kazancı, dünyada onun da içinde yer aldığı cenahta bulunan siyaset adamlarını mutlu etmedi. Örneğin Herzog, Livni vb. seçimden galip çıkmış olsalar, Obama daha rahat bir soluk alabilirdi.

    Tayyip Erdoğan gibi Netanyahu da burnunun dikine giden, onun için de “güvenilmez” bir politikacı ve “güvenilmez” bir müttefik. Tayyip Erdoğan’ın Batı’daki her türlü kredisini kaybetmiş olduğunu sanıyorum. Ama karşısında “işte, bu!” denecek bir varlık görünmüyor. Bunlar Netanyahu için de söylenebilecek şeyler.

    Uluslararası topluluk umudunu kesmiş olabilir, ama kendi ülkelerinde destekleri var. Hem de azımsanmayacak bir destek. İki siyaset adamının da ellerindeki başlıca koz bu zaten.

    Ancak, burada bir “madalyonun öbür yüzü” durumu sözkonusu. “Destek” olmakla birlikte, çok şiddetli bir muhalefet de var. Bu “lider”lerin kendi üslûpları, söylemleri, bu “şiddetli” muhalefeti doğrudan doğruya besliyor. Sessiz sakin bir ortamda rahat edemeyen kişiler. Onun için öncelikle kendileri geriyor ortamı.

    Bu da sürekli bir istikrarsızlık atmosferinin oluşmasına yol açıyor. Bir Cumhurbaşkanı ki ağzını açtığında dolar fiyatları yerinde oynuyor!

    İkisinin de aklında bugün olandan epeyce farklı bir imge, bir toplum hayali yatıyor: farklı bir İsrail, farklı bir Türkiye! Onların gördüğü bu serap, yurttaşlarının çoğunluğunun zihninde yatan gelecek imgesinden farklı; ama buna aldırış etmiyorlar. Durmadan gerginlik yaratmalarında bunun önemli bir rolü olduğu görülebiliyor.

    Bir etnik sorunla karşı karşıyalar, ikisi de. Bu sorunlar birbirinden epey farklı, yapısal olarak da, konjonktürel olarak da. Netanyahu’nun karşısında duran sonu pek çok bakımdan daha keskin, daha netameli. Bu zaten bütün İsrail tarihini kapsayan bir süreç.

    Bir zaman öncesine kadar, bu bitmez tükenmez sorunun çözülmesi için, “iki devlet” formülü bir çıkar yol gibi görünmüştü. Bunun için bazı adımlar da atılır gibi oldu ama sadece “gibi oldu” –genellikle yolu tıkayan İsrail ve Netanyahu oldu.

    Tayyip Erdoğan onların bu tavırlarını eleştiriyor elbette. Ama burada Kürt sorununun çözümünde adım atılması sözkonusu olduğunda aynı rolü kendisi oynuyor.

    Çünkü bu iki “lider” de “karşı taraf”a hiçbir şey vermek istemiyor. Verilecek bir şey olduğuna inanmıyor. O “taraf”ın kendisine bir şey verilmesini hak ettiğine de inanmıyor.

    İkisinin de demokrasiyle, demokrasinin azınlık, çoğunluk dengeleriyle işi yok. Kendilerini oraya getiren bir irade olduğuna inanıyorlar (bu iradenin mistik bir yanı da olabilir) ve başka herhangi yapının davranışlarında etkili olmasını kabul etmiyorlar.

    Tam Ortadoğu’ya uygun iki “lider”.

    *

    Murat Belge

    http://www.taraf.com.tr/yazarlar/dusman-kardesler/

  55. Hükümet ve ‘tek adam’

    Bu seferki karşılaşma öncekilere benzemiyor. Dolayısıyla arkası gelecek gibi görünüyor.

    Bülent Arınç’ın hükümetin en azından çoğunluğunun bilgisi ve katılımı olmadan, şu çıkışını yapmış olabileceğini düşünemiyorum. Gerçi AKP’nin “üç dönem kuralı” şu anda Arınç’ın önünü kapatıyor ve bu da ona “Ya herru, ya merru!” dedirtecek bir etken olabilir. Gene de, bunun bireysel bir şövalyelik olduğu kanısında değilim.

    Arınç bunları söyler söylemez, AKP içinde kaderini, geleceğini kayıtsız şartsız Erdoğan’a bağlayanlar seslerini yükselttiler. Henüz, Arınç’ı destekleyen bir ses çıkmadı. Ancak bu, kimsenin desteklemediği anlamına geliyor olamaz. Bu taraf, daha ihtiyatlı ve serinkanlı yol almak durumunda.

    Bülent Arınç o ilk konuşmasından sonra bir kere daha medya çalışanlarına görüşlerini açıklamış. Yeni bir şey söylemiyor, belki bazı kavramların altını bir kere daha çiziyor. Bu ikinci konuşmasında sık sık “hükümet” demesi ilgimi çekti. “Hükümet”, bir bakıma, “anonim bir kolektivite”, şu kadar sayıda, aralarında işbölümü yapmış bir kurul anlamına geliyor. Kuruluşu, çalışması, gereğinde çalışmasına son vermesi, belirli kurallara bağlanmış. Bu kurallar da anonim, nesnel, formel kurallar. Yetkileri, sorumlulukları tanımlı.

    Bu kurul, “hükümet”, şu 2015 yılında kendini bir kavganın, bir çekişmenin, adına her ne diyeceksek böyle bir şeyin içinde bulunuyor. Bülent Arınç, kendi anlatımıyla, hükümetini savunmak gereğini duyuyor. Peki, kime karşı savunacak? Tayyip Erdoğan’a karşı. Tayyip Erdoğan da bu ülkenin yurttaşlarının oylarıyla seçilmiş Cumhurbaşkanı. Hükümet nasıl tanımlar, kurallar, teamüller vb. ile bağlıysa, Cumhurbaşkanı da öyle olmalı. Ama öyle değil. Halk oylarının çoğunluğunu alarak seçilmiş bir Cumhurbaşkanı Türkiye’de yeni bir fenomen. Ama bu Cumhurbaşkanı’nın siyasî sistemde eklemlenmesinin kuralları eskiden kalma. Ve Tayyip Erdoğan’ın davranışlarının bu kurallarda –ya da herhangi bir kuralla– ilgisi yok. Tayyip Erdoğan’ın davranışlarının özü zaten bir “kuralsızlık” talebinde toplanıyor. “Tek bir kural olmalı,” diyor Tayyip Erdoğan, “o da, benim dediğimin olmasıdır”.

    Şüphesiz bunun adı “Başkanlık sistemi” falan olamaz. Bunun adı “plebisiter diktatörlük”tür. Tayyip Erdoğan şimdiye kadar sürekli bir yükselme gösteren kariyerine baktığında bunu kendi kazanılmış hakkı gibi görüyor. Böyle davranmakta yüzde yüz ehil olduğundan da hiçbir şüphesi yok.

    Aynı şekilde, Recep Tayyip Erdoğan için iyi olan şeyin Türkiye için de iyi olacağı yeterince açık (formülü tersinden de söyleyebilirsiniz. O da eşit derecede geçerli olur).

    Ve tabii Erdoğan’ı ve AKP’yi destekleyen tabanda da bunu böyle görenler var. “Yıllardan beri bu adamla gidiyoruz ve buralara kadar geldik,” diyorlar. “Recep Tayyip olmadan bir AKP de olmazdı. O halde önderin arkasında kenetlenmeliyiz.”

    Gelgelelim, işler öyle bir noktaya vardı ki, Recep Tayyip bu şekilde varoldukça AKP’nin varolması da güçleşecek. Erdoğan’ın çeşitli fevrî, hesapsız çıkışları, kavgaları, her an memleketi baştankara edecek açmazlar yaratabilir –ve Recep Tayyip Erdoğan hiç kimsenin bu çıkışlarını frenlemesine, rasyonelleştirmesine, yumuşatmasına vb. tahammül edemiyor.

    Bülent Arınç’ın ağzını açmasına yol açan somut “okazyon”, Kürt sorunu bağlamında patlak verdi. Bu alanda da Tayyip Erdoğan ne yapıyor, ne hesaplıyorsa, kendi önceki sözleriyle de ters düşen (örneğin Dolmabahçe’de, “Âkil Adamlar” toplantısını açarkenki konuşmasında, Türkiye’de bir “Kürt sorunu” olmadığını mı söylüyordu?) pozisyonlara girmeye ve şimdiye kadar yapılmış az şeyi de bozmaya başladı. Ama Tayyip Erdoğan’ın hükümet üyeleriyle ya da herhangi bir konumdaki AKP sorumlularıyla anlaşmazlığı bundan ibaret değil; gelecekte çıkabilecek anlaşmazlıkların da sonu yok.

    Dolayısıyla kamuoyuna yansımış olan şu son “atışma”yı önümüzdeki siyasî gündemin verilerinden biri olarak ele alabiliriz. AKP’nin bugüne kadarki yalpalamalarında gördük, söylenenler geri alınıyor, bir tür “sulh” olunuyor. Şimdi de Bülent Arınç âlâ ü vâlâ ile emekliliğine uğurlanabilir. Ama bu sadmeler iz bırakıyor, birikim yaratıyor. Bu da öyle olacaktır.

    *

    Murat Belge

    http://www.taraf.com.tr/yazarlar/hukumet-ve-tek-adam/

  56. 17 nolu anonim yazıyor:

    SSCB totaliter bir devletti. Totaliter devlet olmanın en önemli ölçülerinden birisi devletin neredeyse tüm siyasi ve ekonomik yaşamı kontrol etmesi ve siyasi liderleri özgürce eleştiren bir basının olmamasıdır. SSCB’de Stalin bugün Erdoğan’ın eleştirilebildiği gibi eleştirilebiliyor muydu? Onu eleştiren kitaplar özgürce yayınlanabiliyor muydu? Böyle bir şey olmadığı ortada. Böyle bir durumda yani neredeyse herkesin susturulduğu bir ortamda Stalin ve SSCB devletine zerre kadar güvenmiyorum.

    Ama bu devlet yüzde yüz her şeyi kontrol edemezdi, o yüzden hiçbir devletten totaliter olamaz denilecek. Totaliter derken kastım yüzde yüz her şeyi kontrol etmek değildir. Ama siz ülkede insanların özgürce konuşmasını, yazmasını ve parti liderlerini eleştirmesini engellerseniz ben o ülkeyi önemli ölçüde totaliter kabul ederim. Bu yüzden SSCB önemli düzeyde totaliter bir ülkeydi.

    Totaliter olmasa da otomatik güveneceğiz ve söylediklerine inanacağız demiyorum. Çünkü baskıcı ve otoriter bir devlette birçok şeyi gizleyebilir. Ama devlet totaliter olduğunda kusura bakmayın ama SSCB zerre kadar güven vermiyor. “Ama delil yok.” deniliyor. Kusura bakmayın ama bunlar bile bu durumda ikinci derecede kalıyor. Örneğin birini suçlarken önce onun özgürce konuşmasına ve kendisini savunmasına izin verilir. Buna neredeyse zerre kadar saygısı olmayan ülkelerin delil yok demesinin de ciddi bir manası yoktur. O yüzden sen Stalin’in eleştirilmesini, suçlularının tartışmasını engelle, sonra delil yok de. Bunun kabul edilecek bir tarafı yok.

    Şimdi deniyor ki Stalin neden şu tarihte cinayetleri işledi, şu tarihten önce işlemedi? Bunun bir sürü nedeni olabilir:

    Örneğin Stalin her aşamada gücüne güç katıyordu, önüne çıkan ve çıktığını sandığı engelleri aşama aşama yok etmek zorunda kalmış olabilir. Yani güçlendikçe yeni hedefler belirliyor ve bunları etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. Çünkü elbette yüzde yüz totaliter olmak diye bir şey yok ama o yöne doğru sürekli olarak ilerlemeye çalışmak diye bir şey var. Yani totaliter olma, daha çok totaliter olma ve giderek daha çok totaliter olma diye bir şey var.

    Başka nedenler de olabilir. Örneğin zaman geçtikçe Stalin’in uyguladığı politikalar ve bunlardan hoşnutsuz olanlar vb. Tabii Stalin de bunlara karşı bir politika ve tavır geliştirmek istemiş olabilir. Ya da yeni politik hedefler belirledi ve bunları uygulamaya çalıştı, karşı çıkanları da etkisiz hale getirdi.

  57. AKP kaç parça? (5)
    Gerçek
    Mart 24, 2015

    Arınç’ın son açıklamasıyla birlikte bardak taşmıştır. Bu açıklama diğer çelişki ve ters düşmelerle aynı düzeyde görülemez. Bülent Arınç’ın açıklaması, ilk defa AKP saflarında apaçık bir saflaşmayı tetiklemiştir.

    Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Hükümet ve Kürt hareketinin üzerinde uzlaştığı izleme heyetini ve Dolmabahçe’de yapılan ortak açıklamayı basın önünde eleştirmesine yine basın önünde cevap vermesi, özetle Erdoğan’ın görev başındaki hükümetin işlerine karışmasına karşı çıkması, Hükümet ile AK-Saray arasındaki çekişmede bardağı taşıran son damla oldu.

    Davutoğlu’nun partilerin mali yapısını daha sık denetleyen ve inşaat sektör ve toprak rantında düzenlemeler öngören şeffaflık paketinin meclise gelmeden Erdoğan’dan veto yemesi, Davutoğlu’nun Ocak başında “öyle bir toplantı yok” dediği Erdoğan başkanlığındaki Bakanlar Kurulu toplantısının Ocak sonunda Erdoğan’ın kendi başkanlığında ve Kaç-Ak Saray’da toplanması, Davutoğlu yolsuzluğa karışan kardeşimiz de olsa kolunu keseriz dedikten sonra, saraydan gelen basınçla yolsuzluğa karışan 4 bakanın yüce divana gönderilmemesi ve oylama sırasında oluşan çatlak, Davutoğlu Kobani’ye selam gönderirken, Erdoğan’ın çiftetelli oynuyorlar demesi, Merkez Bankası ile faiz indirimi konusunda karşı karşıya gelen Erdoğan’a karşı Ali Babacan’ın Merkez Bankası ile dayanışma içindeki tavrı, eski Merkez Bankası Başkanı ve bu görevden ayrıldıktan sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün başdanışmanı olan Durmuş Yılmaz’la basın önünde atışması, MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın önce AKP’den milletvekili olmak için istifa etmesi sonra Ak-Saray’dan fırça yiyip geri dönmesi, Bülent Arınç’ın “yüzde 50 oy aldık ama öteki yüzde 50 bizden nefret ediyor” demesi, ve en önemlisi Erdoğan’ın her gün bir sabah bir de akşam olmak üzere Başkanlık Sistemi için 400 milletvekili istediğini açıklamasına karşılık Davutoğlu’nun bir sefer bile Başkanlık Sistemini savunmamış olması bardağı sonuna kadar doldurmuş, adım adım gerginliği hat safhaya ulaştırmıştı. Bu gelişmeleri Gerçek Gazetesi’nin internet sitesinde yayınlanan “AKP kaç parça?” başlıklı seride de adım adım takip ettik.

    Arınç’ın son açıklamasıyla birlikte bardak taşmıştır. Bu açıklama diğer çelişki ve ters düşmelerle aynı düzeyde görülemez. Bülent Arınç’ın açıklaması, ilk defa AKP saflarında apaçık bir saflaşmayı tetiklemiştir. AKP’nin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olan ve ufkunun hiç de bu mevki ile sınırlı olmadığını bildiğimiz Melih Gökçek açıkça Arınç’a karşı tavır almış, onu paralelci olarak suçlamış ve istifasını istemiştir.

    Arınç’ın gündemi sarsan açıklamasının ardından Pazartesi günü toplanan Bakanlar Kurulu sonrasında kameralar karşısına yine Bülent Arınç geçmiştir. Hükümet adına Erdoğan ile ilişkileri yumuşatıcı bir söylem benimsese de içerik olarak hükümetin Arınç ile aynı çizgide olduğunun mesajı verilmiştir. Arınç, Gökçek’e öyle bir cevap vermiştir ki bu bir cevap değil adeta bir karşı saldırıdır. Arınç, alenen Melih Gökçek’in cemaate rant sağlayan yolsuzluklar yaptığını iddia etmiştir. Arınç, Gökçek hakkındaki 100 konuyu seçimlerden sonra gündeme getireceğini söylemiştir. Cemaatle yaşanan ayrışmanın ardından ilk defa AKP saflarında bu kadar açık bir kavga yaşanmıştır. Daha önemlisi bu kavga Arınç, Gökçek kavgası değildir. Saflaşma adım adım büyümektedir. Erdoğan, isim vermeden “ben konu mankeni değilim” çıkışları yaparken, Yiğit Bulut, Mehmet Metiner gibi fedaileri aracılığıyla karşı saldırıya geçmiştir. Basında ise Yeni Şafak’ın Abdülkadir Selvi, Ali Bayramoğlu gibi yazarları apaçık hükümet ve Arınç’ın yanında saf tutarken, bir süre önce Star Gazetesi’nden ayrılarak Diriliş Postası adlı gazeteyi çıkaran Hakan Albayrak da Erdoğan’a bir açık mektup yazarak sesini yükseltenler arasına katıldı.

    AKP içindeki mücadelenin oldukça hareketlendiği bu sürecin ardından bir toparlanma evresine girileceğini beklemek gerekir. Aynı tempoda sürecek bir çatışmanın AKP’yi seçimlerde zora sokacağını en iyi AKP’liler görmektedir. Nitekim Davutoğlu, Salı günü yaptığı açıklamada hem Arınç’ın hem de Gökçek’in açıklamalarını, seçime giden kritik süreçte parti disiplini açısından yanlış bulduğunu belirtmiş, gerektiğinde disiplin mekanizmalarını işleteceklerini söylemiş ama içeriğe girmekten kaçınmıştır. Bir süre daha itidal çağrılarıyla, Erdoğan ve Davutoğlu’nun birlik gösterileriyle, Erdoğan’a saygı ritüelleri ve açıktan tartışmalar yerine imalı laf çakmalarla geçireceğiz. Ta ki AKP içindeki fay hatları yeni bir depremi tetikleyinceye kadar.

    http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/akp-kac-parca-5

  58. Kriz mühendisi

    Cumhurbaşkanı neden hükümete yönelik eleştirilerini, talep ve dayatmalarını kamuoyu önünde yaparak gerilimi artırma yoluna gidiyor… Kendi kararıyla partinin ve hükümetin başına atadığı Başbakan’ı, partinin, bürokrasinin, kamuoyunun önünde neden sürekli açığa düşürüyor?
    KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır’ın T 24’teki tespitine katılıyoruz. Diyor ki:
    “Benim kanaatim, belki de Cumhurbaşkanı, bu parlamenter sistemle olmaz, cumhurbaşkanı ile başbakan aynı partiden bile olsa işler yürümüyor hipotezini ispatlamaya çalışıyor.
    Cumhurbaşkanı toplumu Başkanlık Sistemi’ne razı etmek için bu gerilimlere yol veriyor.”
    Seçmen bu siyaset karşısında ne tepki verecek?
    AKP seçimde Anayasa’yı değiştirecek çoğunluğu bulabilecek mi? Diyelim ki buldu… Peki, AKP grubu acaba o zaman Başbakan ve bakanların yetkilerini kısıtlayan, Cumhurbaşkanını sonsuz yetkilerle donatan bir anayasa değişikliği yapar mı? Hükümet kendini hiçleştirir mi? Göreceğiz!
    http://www.milliyet.com.tr/hepsi-oradaydi-/gundem/ydetay/2033587/default.htm

  59. 17 Numarali anonim,

    Stalin doneminin totaliter oldugunu iddia ediyorsunuz ve buna gerekce olarakda Stalin’in o donemde basinda ya da diger platformlarda elestirilemez oldugunu gosteriyorsunuz. Ama bu iddianin gercekleri yansitmiyor. Sovyetler Birliginde Stalin doneminde sansur vardir ama mesela donemin ingiliz basininda ki sansurden daha fazla degildir. O donemde ozellikle basta Radek olmak uzere muhalefet tarafindan bir Stalin tanrilastirilmasi baslamistir ama Stalin elestirisi yasak degildir ve toplumun her duzeyinde Stalin’e elestiri vardir.

    Robert Thurston o donemin korku iklimini arastiran ABD li bir arastirmacidir. Life and Terror in Stalin’s Russia ( Stalin Rusyasinda yasam ve teror adli kitabi Yale Universitesi tarafindan daha 90larda basilmisti. Thurston 91 sonrasi acilan arsivlere dayanarak 1930lar da Stalin Rusyasinda gercekten denildigi gibi Stalin korkusu mu oldugunu arastirir. Iddialarin aksine der Thurston ( bu konuda yuzlerce birinci derece delil gosterir) ozellikle siradan halk arasinda Stalin’e sovmek yaygindi ve bunu polisin onunde bile yapiyorlardi, kimse ise onlara bir sey demiyordu, bu konuda fabrika toplantilarindan basina kadar bir cok kaynak gosterir. Thurston bu konuda yalniz degildir, 1991 sonrasi arsivleri kullanan bir cok arastirmaci Getty’den Viola’ya benzer sonuclari paylasirlar.

    Smirnov 1932 platformu sonrasi partide tanidigi degisik insanlara gider ve onlara gizli bir orgut kurduklarini, Stalin yonetimini degistirmeye karar verdiklerini ve kendilerine katilmasini ister. Bunu yaptigi sirada Smirnov parti MK uyesidir. Daha once hizip kurdugu suclamasi ile partiden atilmis ama sonra hizipcilik ozelestirisi vermis ve partiye geri alinmistir. Ancak MK da olsun diger paltformlarda olsun dusuncelerini savunmaktadir.

    Bunun gittigi kisilerden ucu bunlar birbirini tanimayan ulkenin degisik yerlerinden insanlardir. Bu uc kisi polise gider ve Smirnov’un Stalin yonetimini zorla degistirmek icin kendilerine geldigini, trockist bir orgut kurduklarini soyledigini ve orgutlerine katilmasini istediklerini soyler. Bunun uzerine parti sorusturma acar. MK da Smirnov’a bu durum sorulur, o da digerlerinin yalan soyledigini, kendisnin
    trockist bir orgutle alakasi olmadigini soyler ( Bu arada biz Leon Trocki’nin babasina mektuplarindan Smirnov’un partide sorusturuldugu tarihte Trockist orgutlenmenin SSCB sorumlusu oldugunu biliyoruz). Bunlar bana iftira atiyorlar der. Getty bu tartismanin tutanaklarinin bir kismini yayinladi. Orada Stalin Smirnov’a sunlari soyler. Bu arada bu tutanaklar son yillara kadar gizli idi. Yani Konusma kamuoyuna degil ama Smirnov ve diger MK uyelerine yapilmistir. Der ki kardesim bunlar senin bize muhalif oldugunu soylemiyorlar ki, biz bunu biliyoruz, sen burada ve diger platformlarda bizleri istedigin gibi elestiriyorsun buna bir itiraz yok, ama bunlar ki bunlar degisik insalar senin hukumeti zorla degistirmek istedigini soyluyorlar. Iste bu yanlistir.

    Bu toplanti sonunda Smirnov MK da suclu bulunarak partiden atilir ve surgune gonderilir, daha sonra moskova mahkemelerinde idam edilecektir. O donemde Stalin tanrilastirmasi da ama Stalin dahil elestirisi de toplumda da basin ve parti de yaygindi. Oyleki biz arsivlere baktigimizda Stalin’in bir cok konuda MK da yalniz kaldigini goruyoruz. Size bu konuda bazi ornekler vermistim. Kruschev bile ki bu totaliterizm tezlerinin en onemli dayanagidir, Stalin’in bir cok kez nasil reddedildigini anilarinda anlatir.

  60. Stalin’i eleştirmek serbestti. İşte delili: Smirnov da idam edilmiş 🙂

  61. Yoo Smirnov Stalin’i elestirdigi icin degil oldurmek istedigi icin idam edildi. Yoksa Smirnov Trockist orgute katilip Stalin yonetimini zorla degistirmeye kalkmasaydi, 1933 e kadar oldugu gibi partide Stalin’i elestirmeye devam edebilirdi. Nitekim Kruschev de bir Trockisstir ama ne partiden atilmsitir ne de yonetimden. Stalin’in olumune kadar olan MK tutanaklari Stalin’in surekli olarak MK icinde muhalifleri oldugunu gosterir. Stalin hic bir zaman tek adam olmamistir.

  62. Kruşçev’in Troçkist olduğu tam bir uydurmadır. 1920’lerin başlarında bir ara Troçkist fikirlere eğilim gösterdi diye kimse Troçkist olmaz. Smirnov’un Stalin’i öldürmek istediği bir NKVD imalatıdır.

  63. 17 nolu anonim yazıyor:

    Ahmet

    Yazdıkların inandırıcı ve ikna edici değil.

    Diyorsun ki Sovyet lideri çok rahat eleştiriliyordu. Mesela bana onun yaptıklarını çok sert bir şekilde eleştiren Stalin’in zamanında yazılmış kitapların isimlerini verebilir misin? Basında Stalin’i sert bir şekilde eleştiren, onun politikalarını benimsemeyen bir gazete, yayınevi söyleyebilir misin? Örneğin SSCB’de Stalin zamanında Troçkist, anarşist muhalif yayın evleri var mıydı, düşüncelerini yazabiliyorlar mıydı, bunlara örnekler vermeni ve yazdıklarını göstermeni bekliyorum. (Şu da var: Yazarları hapse atılıp öldürülmesin ya da bir şekilde susturulmuş olmasın.)

    Kruschev filan demen de ayrı bir komedi olmuş. Adam herhalde eleştirmek için Stalin’in ölmesini beklemiş. Stalin tek adam değil ya. Gel de inan.

  64. Kruşçev 20. Kongrede yaptığı konuşmada Stalin’in işlediği suçları bir bir sayıp dökmüştü. Aslında Kruşçev yaptığı bu konuşmada, Stalinizmin ideolojik mevzilerine esaslı bir eleştiri yöneltmiş değildi. O, işlenen suçları sadece Stalin’in kişiliğine bağlamış ve “kişi putlaştırması“na yönelik bir eleştiri geliştirmişti. Yani Sovyet bürokrasisi, kendi günahlarını unutturmak ve halkın gözünde yitirdiği itibarını yeniden kazanabilmek için, tüm suçu, yıllardan beri kendisinin putlaştırdığı şefinin sırtına yıkıveriyordu. Bürokrasi hem Sovyet halkını, hem de dünya işçi sınıfını aldatmaya devam ediyordu.
    http://marksist.net/MT/Marksizm_ve_turk_solu.htm

    Bu düzmece mahkemelerin ve sözde davaların içyüzü, Kruşçev’in SBKP 20. Kongresi kapalı oturumunda okuduğu ünlü raporun Komplo Davalar bölümünde (sonradan yine karanlıklara gömülmeye çalışılsa da!) yer aldı. Kruşçev’in, bu konuda 20. Kongreyi bilgilendirmek için oluşturulan komitenin araştırmalarına dayanarak vardığı sonuç şuydu:
    1937-1938’de “düşman” olarak damgalanan pek çok parti ve sovyet aktivistinin, gerçekte asla düşman, ajan, yıkıcı olmadıklarını, tersine daima namuslu komünistler oldukları ve çoğunlukla dayanılmaz barbar işkencelerle (soruşturma yargıçları –çarpıtma uzmanlarının– emirleriyle) itiraflarda bulundukları açığa çıkmaya başladı.[77]
    Ve Kruşçev, yine aynı komitenin raporundaki tespitleri aktarırken şöyle demekteydi:
    XVII. Kongrede seçilen Merkez Komitesinin 139 üye ve yedek üyesinden 98’inin, yani yüzde 70’inin tutuklandığı ve kurşuna dizildiği belirlendi (büyük çoğunluğu 1937-38’de)
    Sadece Merkez Komite üyeleri değil, XVII. kongreye katılan delegelerin çoğunluğu da aynı sonla karşılaştı. Toplam 1966 delegenin 1108’i tutuklandı; yani yarısından çok çok fazlası. Bu gerçek, şimdi gördüğümüz gibi XVII. Kongreye katılanların çoğunluğuna karşı yöneltilen karşı-devrimci suçlamalarının ne kadar saçma, vahşi ve sağduyuya aykırı olduğunu gösteriyor.[78]
    [77] Kruşçev, Kişi Kültüne Karşı (XX. Kongre Gizli Raporu), Pencere Yay., Aralık 1991, s.25
    [78] Kruşçev, age, s.25 ve 26
    http://en.marksist.net/node/1113

  65. Ahmey Bey, “Stalin’in bir cok konuda MK da yalniz kaldigini goruyoruz. Size bu konuda bazi ornekler vermistim” demişsiniz. Nerede hangi yorumda örnek verdiniz? Çok uzun ve karışık buralar. Kısaca anlatır mısınız tekrar? Stalin, partide, basında ve toplumda açıktan eleştirilebiliyor muydu?

  66. Gun,

    Kruschev zamaninda trockist oldugunu kendisi soyluyor, ben bu olayi ilk Kruschev’in kendi anilarinda okudum, Trockist oldugu icin partiden atilmasinin istendigini ( iddiasina gore bu isin arkasinda Kaganovic vardir) ama Stalin’in MK da kendisini savundugunu, gecmiste Troskist olmanin suc olmadigini soyledigini soyler. Keza Bogovin ve digerleri arsiv kayitlarina dayanarak Stalin ve Molotov’un trockist, karsi devrimci diye gorevinden atilan bir suru kisiyi korudugunu, bolge KP lerinin bu kararlarini elestirdigini vb anlatirlar. Ustelik Kruschev de bir suru kisiyi trockist vb diye atmak ister ve ona karsi da bu atilanlari korumaya calisirlar.

    Kendisinin Trockist oldugunu sadece Kruschev soylemez, Kaganovic de ayni olayi anlatir. Elbette 1936 yilinda Kruschev artik trockist degildir ama hala Stalin ile bir cok konuda farkli dusunmektedir, ve bu dusuncelerini MK da dile getirmektedir. Sonucta Kruschev’in 1956 da yaptigi konusmadaki iddialrin bir cogu trockistlerin iddialaridir. Aslinda bu olayi sadece Kruschev ve Kaganovic degil bir cok ( conquest bile anlatir) ama Gun sen okudugunu dahi anlamadigin icin bu olaydan haberin yok. Sonucta Buber den alinti yapmistim sen ona bile karsi ciktin.

    Arsivlere gore MK da en cok tartistiklari konularin basinda parti temizligi gelmektedir. Yani karsi devrimcilerin partiden atilmasi meselesi. Eikhe Yezhov ve digerleri ic dusman korkusunu abartarak onbinlerce insanin trockist, karsi devrimci vb olduklari gerekcesi ile partiden atilmasini isterken Stalin buna karsi cikar. Bu konuda Kruschev Stalin’in MK toplantisinda “bu kadar hain olur mu” dedigini kendisinin hatta daha da fazla diye cevap verdigini yazar.

    Bogovin ve digerlerinin parca parca verdigi arsiv bilgilerine gore Stalin 1935-36 larda karsi tarafin ic dusmanlari bu kadar abartmasina karsilik olarak ” Trockistlerin en fazla olduklari donemde 7-8 bin oy aldiklarini, simdi daha da az kaldiklarini, karsi devrimcilerin, beyazlarin ve diger muhalefet guclerinin artik Sovyet devletine karsi olmadiklarini, onun icin calismaya basladiklarini o yuzden bu korkularinin endisesiz oldugunu ileri surer. Zaten Stalin bu yuzden bu kesimlerin secme secilme hakkinin verilmesini, hakimler dahil olmak uzere sovyet ve parti tum onemli gorevlere secimle gelinmesini, secimlerin gizli oy acik sayim esasina gore yapilmasini, parti uyesi olsun olmasin herkesin aday olabilmesini ( buna karsi devrimciler de dahil) vb savunur. Bukharin’den Yezhov’a kadar herkes bu onerilere karsi cikar. Sonucta Yezhov doneminden gecilir, ve Stalin anayasasinin komunist parti tekelini yok eden maddeleri budanir, yani parti tekeli kalmaya devam eder.

    Sunu diyebilirim, MK toplanti tutanaklarina gore 1934-37 temmuz ayina kadar MK daki tartismalarda muhalefet surekli ic dusman olgusuna vurgu yapmis, temizlik istemis, Stalin ve ekibi ise tek tek bazi dusmanlar vb olsa da ( oldugu acik, adamlar platform kurmus iktidari zorla degistireceklerini iddia etmis, (Trocki’nin oglunun mektuplari da Smirnov’un bu orgutun basinda oldugunu teyit ediyor.Bu mektubu yayinlayan kendisini bir trockist olarak tanimlayan Bogovin) Bu noktada Stalin ulkede sabotajcilar karsi devrimcilerin vb nin varligini kabul eder ama bunun abartildigi kadar onemli olmadigini ileri surer ve yeni anayasanin kabul edilmesini ister.

    Stalin’in yenildigi ikinci onemli konu dogrudan kendi anayasasidir. Yezhov doneminden cikildiginda anayasanin parti tekeline son veren kisimlari degistirilir ve parti iktidari korunur. Yani Kruschev ve digerleri buyuk kayip vermelerine ragmen anayasayi gecirtmemeyi basarmislardir. Bazi arastirmacilar (Viola) gibi bu zaferin ve yenilginin arkasinda ( Stalin icin bu bir zaferdir cunki karsi tarafi buyuk oranda tasfiye etmistir. Yenilgidir aslinda cunki 7-8 yildir hazirlandigi ve savundugu anayasasi basarisizliga ugramistir, Dikatinizi cekerim, Stalin 1938 sonunda denetimi tekrar eline gecirdiginde dogrudan halktan 1 milyon kisiyi cezaevinden kurtarir. Ama burokrasiden salinan cok az insa vardir. Ama Kruschev ise surekli olarak stalin tarafindan mahkum edilen Yezhov donemi burokratlarini anar, onlarin arkasindan aglar. Hemen hepsi kendi arkadaslaridir. O yuzden herkes o donemde Stalin’i kendi partisini yoketmeklesuclamislardir, Deutscher Stalin burokrasi dusmani oldugunu iddia eder. Bunlar dogrudur. En sonunda Kruschev son stalinistleri Molotov vb anti parti ilan eder ve partiden atar. Bu da dogrudur, gerek Stalin gerekse molotov eger anayasa onerileri kabul edilseydi partinin tekeline son vereceklerdi.

    Stalin ve ekibinin azinlikta kaldigi en onemli nokta anayasa meselesidir. Bu konuyu en iyi yazan Zhukov’dur Turkcesi de yayinlandi. Bu konuda turkce okuyucunun cok sansli oldugunu soylemeliyim, Zhukov dan alinti yapmayan ciddi ingiliz arastirmaci pek yoktur ama ne yazik ki henuz ingilizceye cevrilmedi. Zhukov olsun digerleri olsun anayasa komisyounda ve MK daki tartismalarda Stalin ve ekibinin cok guclu bir muhalefetle karsilastigini arsiv kayitlarina dayanarak yazarlar. Aslinda demokratik bir anayasayi sosyalizm adina reddetmek guctur. O yuzden muhalifler tamam derler teoride bu anayasa dogrudur ama ic dusmanlar gucludur o yuzden zamani degil, simdi ic dusmanlari temizleyelim. Amac anayasayi engellemektir. Bu noktada Stalin ve arkadaslari ic dusmanin bu kadar fazla olduguna siddetle itiraz ederler.

    Zaten Molotov da MK da azinlikta olduklarini kabul eder. azinlikta olmasalardi bu kadar kisinin tasfiyesi gerekmezdi. Molotov”a ( Molotov konusuyor kitabi) nasil becerdiniz diye sorulur, sonucta azinlik cogunlugu tasfiye ediyor. Cevabi ise “karsi tarafin farkli hiziplere bolundugu icin bu hizipleri birbirine karsi kullanarak olur.

    Stalin’in partide ve devlette tek adam olmadigini en iyi gosteren sey, savasin hemen ertesinde Genelkurmay baskani Zhukov ile Stalin ve Beria arasinda gecen olaydir. Alman ordusu saldirmis ve sovyet ordulari daha savasin ilk gunu buyuk bozguna ugramistir. Politburo uyeleri hemen Genelkurmaya giderler. Orada Zhukov ve ekibi haril haril durumu toparlamaya calismaktadir. Niye boyle oldugunu sorarlar. Beria kizgindir. Zhukov Beria’ya ama Stalin’e de herkes kendi isine baksin der, tersler. Siz hukumet islerine bakin ordu isi benim isim der. Stalin orada ters bir laf eder. Zhukov ofkesinden aglamaya baslar. Yan odaya gecer/ Molotov gider teselli eder. Stalin cok ofkelidir, orayi terkeder. Istifayi dusunur. Ama daha sonra ertesi gunu basta Molotov tum politburo evine giderler. Niye boyle davrandigini sorarlar. Sonunda askerler uzerinde komutanlik yetkisini alinca goreve geri doner. Yani bundan once gercekten de Zhukov’un dedigi gibi ordu uzerinde bile yetkisi yoktur Stalin’in. Bu yetkiyi savastan bir kac gun sonra almistir.

    Keza Kruschev bir cok konuda Stalin’in partiden ayri dusundugunu anlatir. Mesela kendisi en stalinistlerden birisidir ama parti Mk sinda 52 yilinda bile Stalin ile tarim meselesi konusunda catisirlar. Oyle korktugu filan da yoktur. 1949 da Leningrad davasi sirasinda Stalin kruschev’e gore bu insanlarin idamlarina karsidir. Dava sonunda uc kisi Stalin’in karsi cikmasina ragmen idam edilir. Bunlari Kruschev kendi anlatir. 1940 yilinda bir tartisma sirasinda Vorosilov Stalin’e oyle ofkelenir ki alir sandalyeyi duvara carpar ve kirar. Anlasiligi kadariyla Vorosilov’ da Stalin den pek oyle korkmuyor.

    Arkadaslar sunu anlamak zorundasiniz. Stalin sovyet tarihinde onemli bir kisilik, halk nezdinde sevilen birisi. O yuzden Stalin’e dogrudan muhalefet ile bir basari kazanmak o zamanlar zor. Stalin onlari oldurttugu icin degil. 1920lerde aciktan muhalefet edenlerden tek bir kisi bile oldurulmemistir. Hatta tutuklanmamistir. Zaten niyeti kotu olsa Stalin’in bunu yapmasina gerek yok, parti ve halk adami destekliyor zaten. Stalin’e karsi muhalefet zor, cunki Stalin halk arasinda ve partililer tarafindan oldukca sevilen bir kisilik. Bu noktada muhalefet partiye tekrar donmeye karar veriyor. Donerken de oyle kendi dusuncelerini inkar ederek degil ama hizipcilik yapmayacaklarini soyleyerek donuyorlar. Eger Stalin bu insanlari istemeseydi daha basindan bunlarin partiye kabulunu reddederdi bu olay da baslamadan biterdi. Ama Stalin hizipcilik yapmadiklari muddetce kendi dusunceleri ile partiye donebilmelerine itiraz etmez. Zaten Smirnov ile tartistigi da budur, Muhalefet ise acik hiziplesmeyi birakir, cunku Stalin’e karsi basari sansi yoktur, parti Stalin’i desteklemektedir, ustelik hizipler hos karsilanmamaktadir, bunun yerine gizli hizipler olusur, ve Stalin ekibinin siddet kullanarak tasfiyesi politikasi kabul edilir.

    Arkadasin birisi o donemde Stalin ve politikalarini elestiren kitap vb yazilip yazilmadigini soruyor. Bunu bilemem, bunu ancak Rusca bilen arkadaslar soyleyebilir. Ben Ingilizce ve turkce kaynaklardan gorduklerimi size soyleyebilirim. O da su: muhalefet MK da ya da komisyonlarda istedigini soyleyebiliyor, kayitlar bunu soyluyor. Ama ayni muhalefet, basta Radek olmak uzere Stalin kultunun mimari. Keza Thurston ve baska arastirmacilar o doneme iliskin grevlere gunluk yasamdaki iliskilere bakarak o donemde halk arasinda bir korku ikliminin olmadigini, grevlere katilan hic kimsenin isminin dahi alinmadigini, Stalin’e sovmenin suc olmadigini yazarlar. Hatta Thusrton Sibirya dan bir olay anlatir. Bir fanrikada komunistler komunist cumartesi icin propaganda yapmaktadirlar, kayitlara gore adi bilinmeyen bir kadin isci “Stalin siktirsin gitsin kicimi yesin” der. Orada gorevli ic isleri bakanligina bagli polisler sadece gulumsemekle yetinirler. Bahsedilen yillar 36-37. Thurston o donemde burokraside bir dehset havasi oldugunu ama halkin oldukca keyifli ve ozgur bulundugunu yazar. Bahsettigim komunist bir yazar degil ABD li bir arastirmaci, bir ogretim uyesi.

    O yuzden muhalefet yeni bir taktik dener. O da Stalin’i ovme yarisidir, Stalin kultunu baslatan kisi Radek’tir ama bu kultun en onemli temsilcileri Eikhe, Kruschev vbleridir. O yuzden de
    MK da Stalin’in anayasa vb karsi cikan Radek Bukharin vb leri disarda herkese tum tezlerini stalin adina savunduklarini soylemektedir. Ayni olay yine halk gozunde prestiji guclu olan Mao nun da basina gelmistir. Mao kultunu baslatan kisi Mao nun en onemli muhaliflerinden olan ve parti ici demokratiklestirmeye karsi cikan donemin cumhurbaskanidir.

    SSCB nin 1930lar donemi daha bir cok arastirmayi gereksiniyor. Simdiye kadar yapilan arastirmalar genellikle MK duzeyindeki tartismalar, ya da mahkemeler vb, ya da sendikal haklar grevler. Bunlar da onemli ama bence daha da onemlisi, yerel sovyet duzeyinde yonetim, kararlar nasil aliniyor, secimler nasil yapiliyor, ya da yerel basin, sonucta pravda gibiler merkezi yayinlar ve partinin denetiminde ve sonucta MK daki tartismalari yansitiyor. SSCB de yerel duzeyde bir cok gazete dergi vb yayinlaniyor. Gecenlerde bir arastirmacinin gulaglardaki saglik sistemi uzerine bir kitap yazacagini okudum. Ilginc bir konu, zaten yazar da once gulaglar uzerine okumaya baslamis, sonra gulaglardaki saglik sistemi ona cok sasirtici gelmis, adam diyorki ben kamplar hakkinda calismaya baladigimda orada bir saglik sistemi olabilecegini hayal bile edemezdim, sonucta o zamanlar Ingiltere ABD gibi ulkelerde birak cezaevlerini, ulkenin normal vatandaslari icin bile bir saglik sistemi yok. Ben oldukca yaygin bir saglik sistemi oldugunu gorunce bu konudaki arsivlerden konuyu arastirmaya karar verdigini soyluyor. GUn bu isleri bilmez ama Guinzburg kamplarda kamp doktoru ile tanisip evlenir. Kendisi de o sirada hastahanede hemsire ya da hastabakici olarak gorev yapmaktadir.

    Su ana kadar yayinlananlar, ozellikle MK duzeyinde, Stalin’in bir cok muhalifi oldugunu, bu muhaliflerinin MK da ona karsi konusmaktan hic cekinmediklerini ve bazi konularda Stalin’in yenildigini gosteriyor. Hatta Furr sovyet kaynaklarina dayanarak Stalin’in boyle tartismalar sonrasi bir kac kez istifanin sinirina geldigini gosteriyor. Zaten boyle bir durumu savas sirasinda Zhukov la tartismasi sonrasi yasadigini belirtmistim.

    Hatta Stalin 1937 Subat toplantisinda Bukharin’in tutuklanmasina karsi cikan tek kisidir. O toplantida Stalinci bilinen kesimler bile bir sekilde Bukharin’in cezalandirilmasini talep etmislerdir. Sonucta Bukharin polis bile gormeden gosterilen delliler uzerine suclarin bazilarini kabul etmistir. Ama Stalin tutuklama yerine onun sibiryaya surulmesini onerir ama kaybeder.

    Yine su ana kadar yayinlananlar, 1930larda bazi muhaliflerin ( Bukharin Smirnov, Radek ve digerlerinin ) bir platform cevresinde toplanip Stalin yonetimini zor kullanarak devirmeye karar verdiklerini gosteriyor. Arsivler Stalin’in o donemde tek adam olmadigini ama yetkilerinin sinirli oldugunu, yetkileri asamadigini gosteriyor. ( dedigim gibi Zhukov tartismasi vb buna en iyi ornektir) O donemde muhalefetin bir ic dusman yaygarasi baslattiklarini, bu yaygarada milyonlarca insani tutuklayip bir cogunu idam etmeyi basardigini, ama Stalin ve arkadaslarinin ise asil burokrasiyi hedeflerine koydugunu ve burokrasinin gucunu kirmaya calistiklarini, sonunda Stalin denetimi eline gecirdiginde parti ve devlet burokrasisini budadigini gosteriyor.

    Tabii sunu eklemem lazim, Stalin anayasa, partiden temizlikler, tutuklamalar vb konusunda partide azinliga dusmus ve kaybetmistir ama bunlar benim sadece sinirli sayida ki ingilizce vb kaynaktan edindigim bilgiler. Sonucta akademisyen degilim o yuzden eminim MK da Stalin ve muhalefet arasinda daha baska konularda da anlasmazlik olmasi dogal. Ama su kesin, Stalin hic bir zaman tek adam degildi, MK da surekli olarak muhalefet vardi, ve muhalefet ne 1937 oncesi ne de sonrasi Stalin’e karsi fikirlerini soylemekten korkuyordu.

  67. Çok uzun yazdığından okuyamıyorum. Kısaca söyleyeyim: Ukrayna’da binlerce insanı “Troçkist” diye ölüme götüren bir Troçkist 🙂 Tarihteki olayları tartışmakla hokkobazlığı karıştırmasak çok iyi olur.

  68. Gun sen kisa yazsam da anlayamiyorsun zaten, Kruschev tam da bunu yapmistir, onbinlerce insani trockist iddiasi ile tutuklamaya kalkmistir, sadece o degil digerleri de bunu yapmistir. Ama tutukladiklari mesela Smirnov gibi ya da Bukharin gibi gizli orgutlere uye olan ust duzey parti uyeleri degil, bunlari sonuna kadar saklamaya calisirlar, ama parti tabaninda trockizmle alakasi olmayan onbinlerce kisiyi partiden trockist yaftasi ile atarlar, binlerce kisiyi olume gonderirler. Guinzburg bu yontemin ( yani sucsuz insanlarin gizli orgut uyesi gibi lanse edilme yonteminin tutuklular tarafindan yapildigini soyluyor, Buber’in ingilizce tercumani ise yazdigi onsozde Buber ve kocasinin ayni seyi serbestken yaptigini, sucsuz bir suru insani hain diye polise ihbar ettiklerini soyluyor. Bunlara yakalananlar, yakalanmayanlar ise ayni yontemi surdurmeye devam ediyorlar.
    Boyle davranmalarinin tek bir amaci olabilir, bir yandan burokrasinin ( parti ve devlet burokrasisinin) zararina olan anayasanin ic dusman paranoyasi iddiasi ile rafa kalkmasini saglamak, diger yandan ise bu anayasaya destek olmasi muhtemel emekci kesimleri yogun baski altina almak. Bak simdi sen anlayasin diye biraz kisa yazdim, bakalim ise yarayacak mi?

  69. 17 numaralı anonim

    17 numaralı anonim yazıyor:

    Ahmet eleştiri derken onu kastetmiyorum. Eleştiri derken kastettiğim Stalin’in politikalarına karşı toplum önünde açık olarak yapılan, Stalin’i eleştiren yazılı, sözlü, kitap türü eleştirileri kastediyorum. Ve aynı zamanda farklı muhalif kesimlerin (anarşist, Troçkist vb.) düşüncelerini toplum önünde yazılı, sözlü vb. dile getirebilmesini kastediyorum.

    Evet haklısın Zhukov, savaş sırasında Stalin ile savaşın strateji, teknik vb. konularında şiddetli tartışmalar yapmış birisidir. Ama bunlar özel durumlardır. Üstelik Zhukov Stalin için çalışan bir generaldir. Yani bir anlamda onun yardımcısıdır. Muhalif bir lider vs. değildir. Yine böylesi özel durumlarda, örneğin teknik konularda işlerini iyi bilen kişiler zaman zaman liderin çok açık yanlışlarını ve yanıldıkları konuları gördüklerini zaman söyleyebilir. Diyelim atom bombasının yapımı sırasında Stalin çok iyi anlamadığı teknik bir konuda projeyi tehlikeye düşürecek bariz bir hata yapsa, orada bulunan işten çok iyi anlayan fizikçi bunu dile getirse herhalde Stalin de fizik bilimi de benim dediğim gibi olmalı diyecek değil.

    Zhukov oldukça iyi bir generaldi. Stalin savaştan anlayan bir lider bile olsa Zhukov gibi çok iyi bir generalin göremediği bir sürü şeyi göremeyebilir. Üstelik bu savaşta durumun giderek daha kötü olması ihtimali de vardı. İşte bu durumda Zhukov Stalin ile bazı konularda tartışmaya girmiştir. Ama son sözü söyleyecek kişi yine Stalin’dir. Zaten bu görevi de ona veren Stalin’dir. Bu açıdan Zhukov Stalin’in generalidir. Stalin tüm bu eleştirilere katlanmak zorunda kaldı çünkü savaşın kaybedilmesi ya da durumun çok daha kötüye gitmesi ihtimali vardı. Tabii Stalin taş kafalı olmadığı için kendi yanlışlarını dile getiren Zhukov’un eleştirilerine katlandı ve onun bu konudaki önemli tavsiyelerine uydu. Ama dediğim gibi bu olağanüstü krizle (Almanya’nın SSCB’yi işgal etmeye çalışması) birlikte gelişti ve aynı zamanda bu çaresizlikten de kaynaklandı.

  70. 17 numara anonim arkadas,

    Zhukov Stalin komutanlik yetkisini aldiktan sonra Stalin’in yardimcisi olmustur. Benim bahsettigim bundan oncesi, Genel kurmay baskani kolayca Stalin ve Beria’ya “isime karismayin siz kendi isinize bakin ben kendi isime” diyebiliyor. Cunki o donemde Stalin yetkisi olmadan hic bir sey yapamiyor. Genel Kurmak baskanina dahi karisamiyor. Bunun icin yetki amak zorunda. Sizin dediginiz gibi totaliter bir sistemde Stalin ne general dinlerdi ne de baska bir sey.

    BU isler Stalin sovyetlerinde o kadar katidir ki Yezhov doneminde bile mahkeme olmadan tutuklanan ya da cezalandirilan tek kisi bile yoktur. Stalin doneminde yasalliga buyuk onem veriliyor ve Stalin hic bir zaman yasalarla verilmemis bir yetkiyi kullanmiyor. Savas zamaninda bile.

    Stalin toplum onunde acikca elestirilen bir insan. Stalin elestirisi deyince buna bir kac duzeyde bakmak lazim. Birincisi Stalin parti icinde muhalifleri tarafindan elestiriliyor, gorusleri elestiriliyor, hatta MK da ve diger parti organlarinda gorusleri reddediliyor muydu? Evet. Tum bunlar oluyordu.

    Muhalefet denen tum insanlar Bukharin’den Tomski ye kadar partinin her kademesinde Stalin’in begenmedigi goruslerini elestiriyorlardi. Bu konuda bir sorun yoktu. Sorun bunlar bir hizip olarak ortaya cikinca olustu, ve bunlar parti kurallarini ihlal etmekten atildilar partiden. Ama Trocki haric digerleri daha sonra yaptiklarinin ozelestirisini verdiler ve partiye geri alindilar. Partiye alinirken hic bir zaman siyasi goruslerini reddetmediler, sadece hizipciligi reddettiler, bunlar partiye geri alinip onemli gorevlere getirildiklerinde ( hemen hepsi MK ya alindilar ve burokraside cok onemli gorevlere getirildiler, Hatta Bukharin yeniden Izvestia’nin basina getirildi) eger dogru olduklarini dusunuyorlarsa hala eski goruslerini savunmaya devam ediyorlardi. Getty den aldigim Stalin ve Smirnov arasindaki konusma bunun en onemli kanitidir. Keza Radek, Bukharin vb leri hepsi mesela Anayasa meselasi basta olmak uzere ( Hem Radek hem de Bukharin anayasa komisyonundaydilar) bir cok meselede Stalin’in politikalarina karsi ciktilar.

    Birakiniz onlari, 1927 yilinda muhalefet ( Trocki+ Zinoviev ve digerleri) platform olusturunca partiden atilir. O siralar Bukharin Pravdanin editorudur. Bunlar partiden atildigi icin Bukharin platformun bildirisini pravda da yayinlamayi reddeder. Deutscher Stalin’in mudahele edip yayinlattigini soyler.

    Yani partinin cesitli kademelerinde baski yasak yanlisi insalar olsa da Stalin bunlardan birisi degil.

    Zaten Stalin’in bunlarla bir sorunu olsa daha sonra partiye gelmelerine izin vermezdi. BU kisiler Stalin ile parti icinde girdikleri tum politik mucadelelerden yenilgiyle cikmislardi, parti her seferinde Stalin’i ve politikalarini destekledigi icin, 1932 sonrasi taktik degistirdiler. Hizipleri goruntude reddettiler ama gizli olarak surdurduler. Ideolojik olarak Stalin’i yenmeyi imkansiz gorduklerinden onu zor yolu ile degistirmeye karar verdiler. Zaten idam edilmeleri bu faaliyetleri aciga cikinca oldu.

    Peki karsidevrimciler kitap vb yazabiliyorlar miydi? Ve bu kitaplarinda sistemi elestirebiliyormuydu? Evet ama herseyi degil. Karsidevrimcilerin politik dergi cikarmalari yasakti.Ama Bir cok gerici yazar roman siir vb yaziyordu. BU suc degildi ama pratikte bazi burokratlar bu yazarlar uzerinde baski kurabiliyordu. Mesela Bulgakov bir beyaz ordu subayidir ve gerici bir yazardir. Beyaz muhafiz adli bir oyun yazar ve Stalnislavski bunu oynatmak ister ama parti burokratlari buna engel olmaya kalkarlar. Stalin Bulgakov’un yazma hakkini savunur hatta destegini gostermek icin bir kac kez Molotov ile beraber oyuna gider. Walter Benjamin o siralarda Moskovada dir ve olayi Moskova anilari kitabinda anlatir. Isin garibi Benjamin’de Stalin’in degil ama parti burokratlarinin hakli oldugunu soyler.

    Cok bilinen hikayedir, Osip Mandelstam 1934 yilinda bir siir yazar ve siirinde Stalin’e hakaret eder. Mandelstam karsi devrimci bir sairdir, hatta ic savas sirasinda silahli beyaz hucrelere ait olmaktan tutuklanmistir. Neyse bu siir yuzunden tuuklanir, Boris Paternak yazarin arkadasidir durumu Bukharin’e soyler Bukharind e Stalin’e. Stalin hemen duruma el koyar ve Mandelstam’in serbest birakilmasini saglar. Ardindan Pasternak’i arar ve ona neden arkadasini savunmadigini soyler, o da basim belaya girmesin istedim mealinde bir laf eder. Bunun uzerine cok sinirlenir, eger kimsenin basi belaya girmezse o zaman nasil duzelecek bu isler. Bunu basta Mandelstam’in karisi olmak uzere bir cok kisi anlatir. Yani en azindan Stalin’e gore karsi devrimci de olsalar kendisine hakaret eden sanat eserleri uretebilirlerdi.

    Peki anarsistler mensevikler trockistler kendi goruslerini yazabiliyorlarmiydi? Hayir. Aslinda ne sovyet anayasasinda ne de bolseviklerin programlarinda kendilerinden farkli siyasal sol dusunceleri yasaklamak vardir. Hatta Lenin bunu Alexandre Bergman’a aciklar, bize karsi der silahli mucadele vermedigi surece istediginiz gibi siyasi calisma yapabilirsiniz. O donemde anarsistlerin bir cogu Makhno denetiminde sovyetlere karsi savasmakta oldugu halde yine bir cok anarsist sovyetlerde calismaktadir.

    Ic savas bir sekilde sol ici bir savas olarak gelisti. Birincisi iktidar ortagi sol sosyalist devrimciler Brest Litovsk anlasmasi istedikleri gibi olmadi diye sovyetlere karsi darbe planladilar ve Lenin’i vurmaya kalktilar. Bir cok mensevik lider beyazlarin safina gecti. Mesela Mensevik Peter Struve Denikin’in yardimcisi idi. Anarsistler makhno gibi bir savas agasinin yaninda sovyet iktidarina karsi savasmaya basladilar. Savas sirasinda gerek mensevikler sosyalist devrimciler hatta anarsistlere silahli savasi biraktiklarinda politik faaliyete izin veren ama basladiklarin yasaklayan bir politika olustu. Bu giderek bu kesimlerin tamamen yasaklanmasini getirdi. Unutmayin o donemde anarsist ordusu Makhno kuvvetlerinin katildigi bir suru yahudi pogromu kadinlarin toplu irzina gecilmesi vb var. Bergman Makhno’nun zovyet uyelerini nasil astigini anlatir. Dogal olarak bu kadar kan girdigi noktada egilim bunlarin yasaklanmasi yonunde gelismis ve sonunda bunlar tamamen yasaklanmislar.

    Anladigim kadari ile Stalin yeni anayasa ile parti tekelini kirmaya calismis. O zaman kadar sadece parti secimlerde aday gosterebiliyordu, her kurumun ( sendika, sovyet koy komitesi kolhoz vb) aday gosterebilmesinin onunu acmis. BU pratikte cok partili secimlerin olusmasi demek. Trockistler karsi devrimciler anarsistler cogunlukta olduklari kurumlarda sovyet sendika kolhoz vb kendi adaylarini gosterebileceklerdi. Ama Yezhov doneminden sonra bu karar kaldirildi, sadece komunist partinin aday gostermesi ilkesini geri donuldu. Ancak Komunist Parti parti uyesi olmayanlari da aday gosterebilecekti. Ancak parti disi bile olsa Komunist partinin gosterdigi bir kisi oldugu icin sonucta parti yonetim tekelini kaybetmemis oldu.

  71. 17 nolu anonim

    17 nolu anonim yazıyor:

    Ahmet;

    Senin söylediğini anarşistler desteklemiyor. (Birçoğu için söylüyorum, buna katılmayan anarşistlerin de yönetimde görev alan, sus payı almış anarşistler olduğunu düşünürüm. ) Troçkistler de desteklemiyor. Yani SSCB de muhalif birçok anarşist ve Troçkist senin söylediğini söylemiyor. Tam aksi bir söylem söz konusu. O yüzden söylediklerine inanmak için ikna edici neden göremiyorum.

    Şuna ikna olmuş değilim: SSCB’de insanlar muhalif organizasyonlara katılabiliyorlar ve görüşlerini özgürce toplum önünde açıklayabiliyorlardı. Peki bunun kanıtı ne? Çünkü toplum önünde görüşlerini açıklayabilmek için basının da özgür olması, bu basında insanların istedikleri zaman kitap, dergi, gazete çıkarmaları ile olur. SSCB’de bu insanlar için bu var mıydı? Bunun için en ikna edici önemli kanıt insanların ulaşabildiği, satışının yasaklanmadığı Stalin ve Sovyet yönetimi sert biçimde eleştiren Stalin döneminde yazılmış anarşist ve Troçkistlerin kitap ve dergi, gazeteleri vs. olması, insanların muhalif dergi, parti vb. idi. Ama bunlar ortada yok. )

    Diyorsun ki bunlar silah kullanmadığı sürece istedikleri faaliyetleri yapmakta serbestti. Yine diyorsun ki Stalin toplum önünde açık olarak eleştirilebiliyordu. İyi de bunun en önemli göstergesi Sovyet liderini ve Stalin’i eleştiren kitap ve çalışmalardır. SSCB de Stalin döneminde hatta ondan sonra bile anarşistler, Troçkistler kitap, dergi çıkaramadılar. Bu yüzden onların toplum önünde görüşlerini dile getirmeleri yasaklanmıştı bir anlamda. Sen kitap yazabilirsin ama aşk romanı türünden olsun, bu şekilde eleştir denirse onun adı zaten bir tür yasaklamak olur.

  72. 17 nolu arkadasa,

    Trockistler ve anarsistler elbette kabul etmeyecek bunu, sonucta adamlari resmi tezine aykiri boyle bir durum:-)

    Aslinda tum tartisma sovyetlerin totaliter olup olmadigindan basladi, simdi “Stalin zamaninda trockist yayinlar varmi idi? Yukarida da soyledigim kadari ile yoktu cunki bu ic savasin bir sonucu idi. Simdi Ingiltere de birakin ISID’i savunan dergiler yayinlamayi, nette onlarin sayfalarina goz atan akdemisyenler tutuklaniyor. Ortadogu’nun en demokratik bolgesi kabul edilen Rojava da sanmam ki ISID taraftari dergilere kitaplara vb izin verilsin. Bu noktada demokrasiyi sosyalizme silahli savas veren orgutlerin ve kesimlerin siyasi ifade ozgurlugune indirgiyorsun.

    Ama yukarida da dedigim gibi Stalin toplumun her kademesinde MK dan sokaktaki insana kadar elestiriyordu. Dahasi Stalin toplumu bu anlamda daha da demokratiklestirmek icin yeni anayasayi gundeme getirdi. Acik ki eger yeni anayasasi gecse idi, SSCB de parti tekeli kirilacak, iktidar dengesi partiden sovyetlere gececekti. Dahasi bolsevikler disi sol parti ve siyasetler kendilerini ifade etmek icin bir yol bulmus olacaklardi.Stalin basaramadi. Bana kalirsa Stalin totaliter vb oldugu icin degil ama burokrasiyi yenemedigi icin tarih tarafindan mahkum edilecektir.

  73. ahmed sscbnin başındaki adam troçkist olurmu.trockistse başında ne işi var.faşistmisin nesin.bu kadar saçmalanırmı.tayyibin ben atatürkçüyüm demesi gibi bişey.der der.ama atatürkçü olmaz tayyipden.kruşçevdende troçkist olmaz.saçmalama.yine alakasız verip kafa buluyorsun.senin güne takıntın var.git kendine kitap yaz.insanlar okusunlar.yedirebilirsen yedir.ama burda yazma.git ne halt yersen ye.gun sansur et bu adamı.yıllardır aynı salaklık.bu takıntılı adam yüzünden yorumlardan nefret ettim.yeter be.

  74. Yiene atmışsın. Batıda fikri düzeyde ya da akademik düzeyde hiçbir fikir suç değildir.

  75. Ahmet biraz daha devam etse Stalin’in de Troçkist olduğunu yazacak. O sadece kendisini devirmek isteyen müfrit Troçkistleri komploları yüzünden partiden atıp tutuklattı. Kendisi de Troçkist olduğu için idamlarına karşıydı zaten ama engel olamadı ne yazık ki.

  76. Hangi ‘parlamenter’ sistem?

    Geçen akşam televizyonda gene “Başkanlık Sistemi” tartışılırken Eser Karakaş Türkiye’de yıllardır uygulana uygulana yerine oturmuş bir “Başbakanlık Sistemi” olduğunu söyledi. Bunu kıpırdatmanın çok zor olacağını da ekledi.

    Dün gece, “Örtülü ödenek” numarasıyla, bunu yapmaya başladılar. Bakalım, bir şekilde arkası da gelir, herhalde.

    Karakaş’ın o konuşmasında bu “Başbakanlık Sistemi”nin mahiyetinden çok, bizde “Parlamenter Sistem” olduğuna dair bir inanç ve söylem olduğu, ama bunun gerçeği yansıtmadığı üzerine söyledikleri dikkatimi çekti; çünkü ben de ne zamandır bu konuyu zihnimde evirip çeviriyorum. Evet, ne ilgisi var bizdeki sistemin “parlamenter” kavramıyla?

    John Locke, liberal demokratik anlayışın erken filozoflarından biridir. “Toplumsal Sözleşme” anlayışının da erken sözcülerindendir. Locke, bu “sözleşme” çerçevesinde halkın, toplumun devrettiği varsayılan “yönetim erki”ne baktığında, burada en önemli noktanın “yasama” olduğunu düşünür. Çünkü belirleyici olan, insanların nasıl yaşayacağıdır; bu da nihaî biçimini yasalarla alır. “Yürütme” bunun pratikte gözetilmesini sağlayan, ikincil bir işlevdir.

    Türkiye’deki sistemse, en başından beri, “Yürütme”yi ön plana çıkaran bir anlayışın ürünüdür. Daha “Başbakanlık”, “Başkanlık” filan, oralara gelmeden, bir “yürütme” önceliği vardır. “Yürütme” yasalarla çizilmiş bir yaşama düzeninin aksamadan devam etmesini sağlayan rutin bir iş değil, yasaların ne olması (dolayısıyla toplumun nasıl yaşaması) gerektiğine de karar veren asıl güç kaynağıdır. Bizde, “yasa yapma” işlevi ikincildir. “Yürütme”ye tabidir. Ne olması gerektiğine “Yürütme” karar verir, Meclis’te oturan ve talimat bekleyen “milletvekillerine” “Şunu şunu yapın,” der, onlar da yaparlar.

    Şimdiki “Başkanlık” tartışması bu temel öncelikler felsefesini bozmuyor; aslolan “Yürütme”nin kimde “tecessüm” edeceğini, yani “cisimleşeceğini” belirliyor.

    “AKP” dendiğinde, asıl “güç”ün nerede, kimde olduğu belli. Birtakım (çok da gerekli olmayan) kurallardan ötürü o “asıl güç” şimdi bir mekân değiştirmek, yeni bir eve “taşınmak” durumunda kaldı. İktidar araçları da bu yeni eve taşınıyor. Hikâye bundan ibaret.

    Eser Karakaş’ın dediği gibi, “parlamenter sistem” hiç olmadı ki şimdi değişiyor olsun.

    Bu, şimdiye kadar uygulanan sistem, “parlamenter” adı altında “Yürütme”ye dayalı felsefesini kamufle ediyordu. Ancak, uzun zamandır uygulandığı için, yazılı yazısız, birçok kural, teamül de oluşturmuştu. Onun için, şimdi Tayyip Erdoğan kişiliğinin topluma empoze ettiği “taşınma” zorunluluğu, epey bir sorun çıkaracaktır. İşin içinde bir de “acele” etkeni var. “Önce yap, sonra düşünürsün…” mantığı egemen. İşte, şu “örtülü ödenek” uygulaması gibi. “Baskın basanındır.” Gece gelip torbaya bir madde daha atıyorsun, sabaha yasa olup çıkıyor. Taha Akyol soruyor: “Düşünün, falanca konuda Başbakan şu yönde örtülü ödenek uygulaması için talimat verecek… Cumhurbaşkanı ise öbür yönde talimat verecek? Aynı yönde talimat verirlerse mükerrer ödeme mi yapılacak?”

    Bunları şimdi sormanın bir anlamı yok. Dedim ya, “önce yap, sonra düşünürsün.” Şimdi önemli olan Cumhurbaşkanı’na bu imkânı vermek (bu da gereksiz aslında ya, “muhalefet” diyorlar, gereksiz, münasebetsiz bir şey var. “Kanuna aykırı” ya da “kanunda yeri yok” diye gürültü çıkarırlar). İleride Taha Akyol’un işaret ettiği türden sorunlar baş gösterirse, o zaman formül düşünülür. Ayrıca, şu kısa süre içinde de bu tip bir yığın sorun çıktı, hepsi de Tayyip Erdoğan üslûbu içinde çözüldü. Nasıl olsa “Başkan” sağlam. Başkan sağlam olduktan sonra her şey çözülür.

    Dünyanın bu bölgesinde “parlamento” demek, “seçim” demek, siyaset yoluyla ekonomik nimet üleşiminde bazı yeni yöntemler demektir. Eser Karakaş’ın dediği gibi şimdiye kadar bu çok temel işlevin bütün kurumları Başbakanlık çerçevesinde kurulmuştu, çünkü fiilî yönetim onun elindeydi. Ama şimdi Tayyip Erdoğan’ın bu çok önemli mekanizmayı git gide fuzulîleşen Başbakanlık makamının elinde bırakacak değil. Epey arıza çıkaracak bir “taşınma” eylemine girmiş durumdayız; bakalım daha neler göreceğiz.

    *

    Murat Belge

    http://www.taraf.com.tr/yazarlar/hangi-parlamenter-sistem/

  77. M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
    Sistemi “sistem” olarak tartışmak

    Gündemimizin önemli maddelerinden birisi haline gelen “sistem” meselesini kişiselleştirici ve indirgemeci yaklaşımlardan kaçınarak tartışmak gereklidir
    Türkiye önümüzdeki seçimlerden yeni anayasa yapımına uzanan bir alanı “sistem” tartışması ekseninde değerlendirmeye başlamıştır. Bu çerçevede seçimlere “başkanlık plebisiti,” yapılacak toplumsal sözleşmeye ise “sistem değişimi belgesi” olarak yaklaşma eğilimi güçlenmiştir.

    “Türk usûlü” sistem
    Darbecilerin hazırlattığı 1982 Anayasası, vesayete ait alanları koruyacağı düşünülen cumhurbaşkanının yetkilerini parlamenter rejimin sınırlarını zorlayacak derecede artırmıştır.
    Vesayetin tepe makamı olarak görülen ve “siyaset”e asla terkedilmeyeceği varsayılan bu “kale”nin güçlendirilmesi, rejimi savunacak kurumlara atamalar yapması, uygulamada, bir “çeyrek başkanlık” sistemi tesis etmiştir. Böylece, günümüzde farklı bir kavramsallaştırma amacıyla kullanılan, “Türk usûlü” rejimin temelleri atılmıştır.
    Vesayet rejiminin “yüksek siyaset” merkez üssü Çankaya’yı bırakmama amacıyla yarattığı “367 Krizi”ne siyasetin cumhurbaşkanlığını vesayet alanından çıkartacak “halkoyu ile seçim” cevabını vermesi, “Türk usûlü” rejimin daha da karmaşık bir karakter kazanmasına neden olmuştur.
    Parlamenter rejim için olağan olmayan yetkilere sahip olan cumhurbaşkanının başkanlık sistemlerinde olduğu gibi yasama seçimlerinden ayrı bir halkoylaması ile göreve getirilmesi “çeyrek ile yarım” arasında konuşlanan bir yapılanma üretmiştir. Yaratılan bu sistem, ne başkanlık ne de parlamenter sisteme uyan, yürütme erkinin kullanımı alanında ciddî karmaşa yaratan ve fazlasıyla sorunlu bir rejimin doğmasına yol açmıştır.

    Sistemi tartışmak
    Bu nedenle, süreç içinde fiilen her türlü sistemi denemiş olan Türkiye’nin temel sorununun “katılımcı demokrasinin nasıl geliştirileceği” olmasına karşılık, mevcut karmaşanın izalesi gündemin öncelikli maddelerinden birisi haline gelmiştir.
    Bu yapılmaya çalışılırken karşılaşılan iki temel sorun bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi konunun kişiselleştirilmesidir. Günümüzde başkanlık sistemine karşı dile getirilen “olumsuz” tezlerin neredeyse tamamı konuyu mevcut cumhurbaşkanı üzerinden değerlendirerek kişiselleştirmektedir.
    İkinci sorun ise başkanlık sistemi savunusu yapan yaklaşımların değişimin muhtemel getirileri konusunda “karar alma süreçlerinin hızlanması” benzeri “avantajlar” ile “başka toplumlarda da uygulandığı” ve “bize daha uygun olduğu” gibi vurgular dışında kapsamlı ve yapısal gerekçeler ortaya koymamalarıdır.
    Bunun neticesi olarak “sistem” tercihi kişisel ya da indirgemeci bir boyutta ele alınmaktadır. Buna karşılık hakkında geniş bir literatür bulunan “sistem” tartışmasının rejimin temel özellikleri çerçevesinde değerlendirmesi daha anlamlı sonuçlara ulaşılmasını mümkün kılacaktır.

    Bize mi özgü?
    Türkiye parlamenter ve başkanlık sistemlerinden hangisinin daha avantajlı olacağını tartışan ilk toplum değildir. 1960’lı yıllarda Hollanda’da süregelen koalisyon hükûmetlerinin karar alma ve uygulamadaki sorunlarından şikâyetçi olan toplumsal gruplar Democraten 66 Partisi çatısı altında örgütlendikten sonra parlamenter rejim yerine ABD’dekine benzer bir başkanlık sistemine geçiş tartışmasını başlatmakla kalmayarak, konunun Cals-Donner komisyonunda ele alınmasını da sağlamışlardır.
    Benzer şikâyetleri dile getirerek, “başkan”ın değişik eksenlerde bölünen İsrail toplumunu birleştireceği tezini savunan ve Yitzak Şamir gibi siyasetçilerin başını çektiği bir hareket aynı tartışmayı 1980’lerde İsrail’de gündeme getirmiştir. Son yıllarda Avusturalya’da benzer bir tartışma ivme kazanmış durumdadır.
    Türkiye’de Turgut Özal tarafından başlatılan tartışma ise bunlardan farklı olarak kişiselleştirilmiş ve “belirli bir siyasetçinin başkanlığının ne gibi neticeler doğuracağına” indirgenmiştir. Buna karşılık yapılabilecek sistem değişikliğinin “getirileri” de fazlasıyla indirgemeci bir yaklaşımla ele alınmıştır.

    Nasıl yaklaşalım?
    Dolayısıyla söz konusu iki sistemi varolan geniş literatürün temel tartışma eksenleri üzerinden karşılaştırmak anlamlı olacaktır. Bu alanda yayımı üzerinden otuz yıl geçmesine karşılık iki sistemin en analitik karşılaştırmasını sunan Juan Linz’in “Başkanlık veya Parlamenter Demokrasi Fark Yaratır mı?” çalışması anlamlı ipuçları sunabilir.
    Linz’in parlamentarizmin başkanlık sistemine göre daha dengeli demokratik rejimler yarattığı tespiti karşı görüşü savunan akademisyenlerce önemli eleştirilere uğratılmıştır. Buna karşılık onun çalışmasında ortaya konulan temel karşılaştırma soruları elimizdeki konuyu kişisellikten arındırarak “sistem tartışması”na dönüştürmek amacıyla kullanılabilir.
    Başkanlık sisteminin parlamenter rejime göre en önemli dezavantajı, her ikisi de “halkın oyu ile seçilen ve kendilerini ona karşı sorumlu gören” başkan ve yasama arasında varolan ve değişik süreçlerde “patlama” eğilimi gösteren anlaşmazlıkları çözecek “demokratik bir ilke”nin (parlamenter rejimdeki güvensizlik oyu benzeri) olmamasıdır. Bu anlaşmazlıklar demokrasi kültürünün etkin olduğu toplumlarda geliştirilmiş teâmüller yardımıyla çözülmektedir. Demokrasinin “işleyişi” alanında güçlü teâmüller yaratamamış olan Türkiye’nin böylesi anlaşmazlıkları nasıl aşabileceği ciddî tartışmayı gerektirmektedir.
    İkinci olarak, başkanın “belirli bir dönem için” seçilmesi, partisinin ya da seçimde onu destekleyen partilerin desteğini yitiren bir liderin görevini uzun süre bu koşullar altında yürütmesi neticesini doğurabilmektedir. Başkanlık sistemi bu alanda parlamenter rejimin sahip olduğu esnekliğe sahip değildir. Uzlaşmaya dayalı demokrasi karnesi zayıf Türkiye böylesi bir senaryo ile karşılaştığında ne yapacaktır?
    Üçüncü olarak, başkanlık rejimi siyasette “kazanan hepsini alır” yaklaşımını güçlendirmektedir. Türkiye gibi siyasetin parlamenter sistemde dahi “paylaşım”a yanaşmadığı bir toplumda bu eğilimin güçlenmesi ne gibi neticeler doğurabilir?
    Dördüncü olarak “halk tarafından belirli bir programı icra ile görevlendirilme,” başkanı “misyon gerçekleştiricisi” konumuna sokarak muhalefete karşı daha sert tavır almasına neden olmaktadır. Siyasetin “taleplere cevap verme” değil “davaya hizmet” biçiminde kavramsallaştırıldığı Türkiye’de başkanlık sistemi bu alanda nasıl bir değişime neden olacaktır? Bunlara ek olarak başkanlık sistemi doğrudan halkoyu ile seçilen liderlerin partilere bağımlılığını azaltmaktadır.
    Bu nedenle başkanlık rejimi parti disiplininin zayıf olduğu yapılarda daha başarılı olmaktadır. Türkiye gibi parti disiplininin fazlasıyla güçlü olduğu bir toplumda “liderlik” vurgusu kuvvetli başkanlığın Max Weber’in öngördüğü “liderlik demokrasisi”ni güçlendirmesi nasıl önlecektir?
    Konuya böylesi sorular çerçevesinde yaklaşmak şüphesiz “seni başkan yapmayacağız”- “bize daha uygun” ekseninde gerçekleştirtilen bir münakaşadan daha yararlı olacak, “sistem”i sistem olarak tartışmamızı mümkün kılacaktır.
    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/03/29/sistemi-sistem-olarak-tartismak

  78. GUn yillardir Avrupa da yasamissin, bosuna yasamissin, Avrupa ve ABD de hem gecmiste hem de simdi bir cok gazeteci tutuklanir, arastirmaci tutuklanir. Bunun en iyi ornegi Julian Assange’dir. Adama sabah aksam oduller veriyorlardi, ama birden ABD ordusunun isledigi cinayetleri aciga cikartan bilgisayar kayitlarini yayinladi, adam kuduz kopek gibi araniyor. Simdi Londrada Ekvator elciliginde siginmaci olarak hapis hayati yasiyor. Assange’in tek sucu bagimsiz gazeteciliktir. Ona bu bilgileri veren asker ise idam edilecekti, son anda muebbet verdiler. Icerde yapilan iskenceler icin ise bir google yap sana soylerler. Iskence dediysem El kaide elemanlarina yapilanlardan bahsetmiyorum, bizzat Assenge ABD ordusunun isledigi suclari gosteren bilgileri aktaran askere yapilan iskencelerden bahsediyorum. Bunlar suc isleyen degil ama suclari aciga cikaran gazeteciler.

    Adamlar Guardian’in ofislerini bastilar daha gecen yil, Guardian gazetesine calisan gazetecileri tutukladilar. Adamlarin ellerindeki bilgi disketlerini gazetede ustelik Guardian gazetecilerine kirdirdilar yok ettirdiler. Sen hala diyorsun ki Fikri ya da akademik duzeyde hic bir sey suc degildir.

    Su an aceleyle yaziyorum, surada 20 yy da ABD yasaklanmis kitaplarin kisa bir listesini gorebilirsin:

    http://en.wikipedia.org/wiki/Book_censorship_in_the_United_States

    ABD savas halinde oldugu gucleri savunan kitaplara izin vermez. Sirf bu yuzden savas sirasinda Yugoslav TV yi vurmus Irak ta ise El Cezire muhabirlerini oldurtmustur. Konuya iliskin Powell’in konusmalari basina kadar dokulmustu.

    Irwin Schiff’in federal Mafya kitabi ABD de hala yasaklidir, yasak sanirim 80lerde konmustu.

    Ayriyeten ABD de kitap yasaklari dogrudan devlet tarafindan degil ama okullar, ilce ve devlet yonetimleri vb tarafindan da gerceklestirilir. Su anda bu sekilde ABD de hala yasak olan kitaplarin bir listesi icin

    http://www.ala.org/advocacy/sites/ala.org.advocacy/files/content/banned/bannedbooksweek/ideasandresources/free_downloads/2010banned.pdf

    Adamlar okullarda Darvin’i bile yasakliyorlar sen hala bati’yi ozgur saniyorsun, Conquest’i okursan oyle gorunur tabii.

    http://www.theguardian.com/world/2002/feb/24/usa.schools

    Daha ingiltere ye gelecegim de hem acelem var hem de kisa kes diyorsun, ben de kisa kesiyorum. Bunlar sadece bes dakikalik Google aramasi sonucu cikanlar. Bir de Liberty nin ACLU nun raporlarini oku bakalim, o zaman gorursun Ingiltere de hala akademisyenlerin meslektaslari ve ogrencileri aleyhinde muhbirlige zorlandiklarini, el kaide yi arastirmak icin online materyallari okuyan bazi arastirmacilarin ( benim okudugum Manchester universitesinde idi) polis tarafindan tutuklandiklarini vb hepsini gorebilirsin

    HUkumet tarafindan ogretim uyelerinin muhbirlige zorlandiklarini gosteren haber
    http://www.theguardian.com/uk/2006/oct/16/highereducation.topstories3

  79. Yahu kardeşim, Stalin en yakını gazeteci Koltsov’u İspanya’dan çağırtıp öldürttü. Böyle bir adamı savunan birinin batıda ifade özgürlüğüne karşı işlenen suçları söz konusu etmesi çok komik kaçıyor. Batıda yapılanlardan o kadar rahatsızsan Stalin’in yaptıklarından yüz misli rahatsız olman gerekir. artık sana çifte standart lafı bile çok yetersiz kalıyor. Şizofrenik bir durum diyeceğim ama buna da dilim varmıyor.

  80. Ofkelenmene gerek yok ki, durduk yerde emperyalist ulkelerde dusunce ve vicdan hurriyeti oldugunu ilan etmeye kalktin, ben de olmadigini soyledim. Senin tepkinden soyle bir sey cikiyor: Stalin gazeteci oldurttu o zaman emperyalistlerin oldurttugu tutuklattigi gazetecileri gormeyelim. Yani emperyalistlerin tarafini tutalim. Conquest ceviren anarsist ancak bu kadar objektif olur!

    SSCB de yasananlardan rahatsiz olmama gelince, elbette sucsuz yere yuzbinlerce insanin tutuklanmasi bir cok insanin sucsuz yere oldurulmesi, ulkede sovyet demokrasisi yerine parti diktatorlugu olmasi bir sosyalist olarak beni de rahatsiz ediyor. SSCB tarihini de bu yuzden, rahatsiz oldugum icin okuyorum zaten, neden bu insanlar tutuklandi, neden bu catismalar yasandi, neden bu kadar insan olduruldu, neden sovyetler iktidari partiye birakti, bunlarda hango dinamikler yer aldi?

    Senle benim aramizdaki fark, senin icin bu sorularin bir onemi yok, seni orada neler oldugu pek ilgilendirmiyor, sen sosyalizmden rahatsiz oluyorsun, sosyalizme olan nefretini de Stalin de cisimlestiriyorsun o kadar. Sana gore zaten emperyalistler ve sovyet burokrasisi gerekli cevabi veriyor, Onlara gore Stalin kotu idi, zaten sosyalizm de kotuydu, marksistler zaten isteselerde istemeselerde totaliter sistem kurarlar.

    Benim icin ise orada o zaman neler oldugu cok onemli, bu yuzden elime gecen tum kaynaklari okuyorum, degerlendirmelerimi kaynaklara gore yapiyorum. Senin icin sorun Stalin, benim icin ise sorun SSCB deki reel sosyalizm, orada neler oldugu, partinin iktidari, burokrasinin zaferi. O yuzden sen parti diktatorlugunun burokrasinin ve emperyalizmin temsilcilerinin ( kruschev, Ginzburg, Solzenytsin, Conquest Buber-Neuman vb bunlar Sosyalizm dusmanliginda birlesirler) dediklerini kutsal ilan ediyor, tek bir tezlerinin bile tartisilmasini istemiyorsun, benim icinse Stalin Kruschev onemli degil, orada ne olmus onu anlamaya calisiyorum.

  81. Aferim sende gelişme var. Ama demagogluğun olduğu gibi devam ediyor. Benim adıma söylediklerinin tümü yanlış. senin kafanda paranoyakça kurduğun şeyler. Sosyalizmden hiçbir zaman nefret etmedim. ama sosyalizm adına insanları katledenlerden elbette nefret ettim.

  82. Sosyalizmden hic bir zaman nefret etmedin mi?Iyi ki etmiyorsun. Bir kac yil once burjuva demokrasisi hakkinda bir konusmanda bile burjuva demokrasisine tek laf etmiyor, tum konusma yazi boyunca sovyetlere saydiriyordun.

    Fasizm uzerine yazi yazsan Stalin’e saydiriyorsun, marksizmin ne kadar otoriter oldugunu iddia ediyorsun. Daha oyle bir yazini gormedim ama Cengiz Han hakkinda yazi yazsan kesin yazida Stalin’e dalarsin!

  83. Benim Marksizmin ne kadar otoriter olduğunu söylediğim bir satırımı göster bütün dediklerini kabul edeceğim. işte senin yöntemin bu. Marks7ın otoriter eğilimleri olduğunu düşünürüm, bunu yazdım da. marksizm de bir otoriterlik damarının olduğunu da düşünürüm ama hiçbir zaman kestirmeden Marksizmi otoriter ilan etmem.

  84. Gun bunu her seferinde yapiyorsun, simdi de tartismada hakli cikma babinda kendini marksist ilan edeceksin. Bir cok kez SSCB deki totaliterizmin kaynaginin marksizm oldugunu iddia ettin, simdi de demedim diyorsun. IKi de bir sikisinca ben demedim demenden ve benden ornek istemenden biktim, sana daha kac sefer kendi yazilarini kanit olarak gosterecegim?

  85. otoriter olmayan bir tane marksist göster gün zileli. yok. bulamazsın. zorlama istersen. ahmet haklı.

  86. Ona bakarsan anarşistler içinde de bir sürü otoriter insan vardır. Ben de öyleyim. Marksistlerin otoriter olması başka şey, Marksizmin bir bütün olarak otoriter olması başka bir şey.

  87. kanıtını bekliyorum. bir satır yeterli.

  88. son dediğinde haklısın gün zileli. anarşistler arasında da bir çok otoriter var. hatta ne kadar otoritersen o kadar çok saygı ve kabul görüyorsun anarşist, marksist çevrelerde. niye böyle? nasıl düzelecek? ne yapmalı?

  89. uzun vadede düzelebilir sanırım, kısmen de olda. Uzun vadede derken, bir 40 yıl diyelim.

  90. Adalet ekmektir, su’dur, havadır. Kirletildiğinde, çamurlaştığında, zehirlendiğinde o genç, temiz, çılgın yürekler korkunç işlere kalkışırlar.
    Ölümün ve insan hayatının bilincine ermeye henüz yetmemiş o kısacık hayatlarında, değersizleştirilmiş, aşağılanmış, kendini “göt kılı” kadar alçaltmış olanların sırtını bizzat sıvazlayan iktidarın ülkesinde; gözlerin içine bakılarak halkın emeğini çalanların tarafını tutanların dünyasına karşı; salt anın şiddetine tutsak, tüm kurbanları ile anlamsız; ama tam da bu nedenle, anlamsızlaştırılmış bu hayata, anlam katmak için çılgın bir isyanla harekete geçerler. O genç, temiz ve çılgın yürekler, anlamsızlığa karşı anlam üretmek, iktidar gücü ile utançla yaşanılacak bir hayat mahkumiyetine karşı; kendilerince utanç duymayacakları bir ölümü seçerler!
    Tarihsel bir yanlışın, doğru gibi göründüğü ümitsizlik günlerinin kurbanı olarak, kanları ile sulayacakları bir gelecek ümidini yeşertmek isterler.
    Yapılan yanlış, onları bu yanlışa sürükleyenlerin acımasızlığından daha büyük değildir; ölü gövdeler kimseden bağış beklemez; Bağışlamayın! Yaşayanların, köpeksi bir hayat için boyun eğdikleri iktidar; tavşanlar korkusu içindeki gündelik hayata boyun eğenler ve hak etmedikleri malları-paraları elde etmek için alçakça suçlara yapılan ortaklıklar onların suçlarından daha mı fazla bağışlanır?
    ***
    İnsanlığın tarihsel acılı geçmişini bilmeden; bu devasa adaletsizlik dağlarını bir süngüde düzleyeceğini sanan çocuklar biliyoruz ki öldürerek değil, ölerek “mesaj” vermeye çalışanlardandır!
    Bu yol, yol değildir! Yanlıştır!
    Ama giderek azgınlaşmış, utanmaz, yalanların utanacağı yalanlarla; Makyavel’in alkışlayacağı entrika, komplolarla, hem de herkesin gözleri önünde İktidar denilen kuklacılığın, tüm iplerini ele geçirmişlere karşı çılgınca bir kamikaze dalışı; doğrudan kendini bir “günah keçisi” yaparak topluma arınma yolunda kendi kanlarını “yol izi” olarak akıtanların o cansız gövdelerine şimdi ne diyeceğiz ki?
    Yapılan yanlışın utancı onlardan çok yaşayanlara aittir! Bunca umutsuzluk üreten iktidarın, umutsuz gençlerinin günahı, aslında kendilerine karşı işledikleri cinayetin azmettiricilerinin yargılanması ile bağışlanacaktır.

  91. Son paragraf böyle olursa daha iyi bir ifade olacak.
    **
    “Yapılan yanlışın utancı onlardan çok yaşayanlara aittir! Bu umutsuz gençlerin günahı, bunca umutsuzluk üreten bir iktidarın hesap vermesi ve bu gençlerin aslında kendilerine karşı işledikleri cinayetin azmettiricilerinin yargılanması ile bağışlanacaktır.”

  92. Söylenen ile yapılan!
    Zeki Ceyhan

    İktidar kanadınca söylenen şu:
    -Boşuna uğraşmayın, aramıza fitne sokamazsınız, birlik ve beraberliğimizi bozamazsınız!
    Peki, bu söyleme karşı aynı iktidar kanadının yaptığı ne?
    Yapılanı da birkaç cümle ile özetlemeye çalışalım:
    -Partimize çok zarar veriyorsun, zaten damadın da paralelci, çek git artık!
    -Ahmet Hakan bile ondan haysiyetli!
    -Esas paralelci o, Ankara’yı parsel parsel paralelcilere sattı!
    -Hesap sormayan namerttir, mahkemeye vereceğim!
    -Versin bakalım, kim zararlı çıkar, görürüz!
    -Herkesi uyardım susacaklar!
    -Bir daha O’nun adını ağzıma almayacağım!
    -Emir demiri keser!
    -Başbakanımın emrinin başımın üstünde yeri var!
    -O adam hesap verecek!
    -Saray’da bu anayasaya göre seçilen ve başkanlık yetkileri kullanmaya çalışan, “Ben farklı cumhurbaşkanı olacağım” diyen birisi oturuyor!
    -Saray: Bu kavga bizim ilgi alanımıza girmiyor!
    -Bunlar sırtlarını Gül’e dayıyorlar! Aslında başkanlık sistemine karşı oldukları için böyle yapıyorlar!
    Evet, kulağımızda kalan birkaç cümle ile iktidar partisi mensuplarının birbirleri hakkında kullandıkları ifadeleri şöyle bir hatırlatalım istedik!
    Hem ağızlarını açınca birbirleri hakkında “denilmedik laf” bırakmıyorlar hem de “aramızı bozamazsınız” diye sözüm ona meydan okuyorlar!
    Yahu aranızı kimse bozmaya çalışmıyor!
    Sizin aranız zaten bozuk!
    Elinize fırsat geçse birbirinizi bir kaşık suda boğacaksınız!
    Hem böyle ileri geri konuşup milletin ağzına torba dolusu laf veriyorsunuz hem de bunlar dile getirilince de “aranızı bozmaya” çalışıyorlar gibi bir hava estiriyorsunuz!
    İktidar partisi mensupları şunu kafalarına iyice koymalılar:
    Şayet kendi kendilerine zarar vermezlerse dışarıdan kimsenin onlara zarar verecek hali ve de mecali yok!
    Ama vatandaşın karşısına öyle kavgalar ile çıkıyorlar ki kimse kendilerine güven duyamaz hale geliyor!
    Kendi aralarında bu kadar hırlı gürlü olanlardan ülkeye bir fayda gelmeyeceği kanaati giderek yaygınlaşıyor!
    İktidar ne çekiyorsa kendi iç çekişmeleri yüzünden çekiyor! Ve iç çekişmeler iktidar partisini yiyip bitiriyor, mum gibi eritiyor!
    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Soylenen_ile_yapilan/24119

  93. Erdoğan-Ordu Uzlaşması ve Tehlikeli Provokasyon Süreci
    Serhat Koldaş

    Son haftalarda Türkiye’nin politik gündemini sarsan gelişmelerin ardı ardına gerçekleşmesi kamuoyunun zihnini fena halde karıştırmış durumda. Ordu ile kirli bir ittifak kurmaya giriştiği anlaşılan Erdoğan’ın, hükümeti, gerilimi yükseltmeye, Kürt sorununu inkâra, görüşme masasını devirmeye ve Kürtlere yönelik saldırılar ve provokasyonların devreye gireceği yeni bir döneme zorlaması, hükümet kanadından da Erdoğan’a karşı çatlak seslerin yükselmesine vesile oldu.

    Erdoğan, cumhurbaşkanlığı yetkilerinin sınırlarını tanımayacağını ve hükümetin yetki alanındaki her konuya müdahale edeceğini cumhurbaşkanı seçilmeden önce ilan etmişti. Erdoğan’ın bu tutumunun, cumhurbaşkanı seçildikten sonra gerilimlere ve krizlere yol açacağı Marksist Tutum sayfalarında dile getirilmişti. Yürütmeye ait yetkilerin hükümet ile Saray arasında paylaşılamaması; AKP saflarında “açıkça dile getirilemese de” başkanlık sistemine gönülsüz yaklaşanların olması; Erdoğan’ın Merkez Bankası’na ve ekonomi yönetimine müdahaleleri yüzünden TL’nin değer kaybetmesi gibi gelişmeler de AKP içerisindeki fay hatlarını derinleştirdi. Önümüzdeki günlerde AKP’nin milletvekili adaylarını belirleyecek olması, kamuoyu yoklamalarının AKP’nin seçmen desteğinin azalmaya başladığını ve HDP’nin %10 barajını aşacağını göstermesi gibi hususlar AKP saflarında gerilimi iyice tırmandırdı.

    İki yıldır devam eden ateşkes süreci Kürt hareketinin güçlenmesine yarıyor. HDP, Türkiye’nin batısındaki demokratik dinamikleri kendi çatısı altında yan yana getiriyor, özerklik talebinin meşruluğunu kamuoyuna duyuruyor ve toplum nezdinde meşrulaşma süreci ilerliyor. Suriye Kürdistanı’nda IŞİD ile yürüyen savaş, hem AKP saflarındaki Kürtleri Kürt ulusal hareketine doğru çekiyor, hem de Kürt hareketinin uluslararası düzeyde meşruiyet kazanmasını sağlıyor. Buna mukabil AKP’nin İslami söylemle Kürtleri kandırma siyaseti kan kaybediyor. Sürecin bu biçimde ilerlemesi ve “provokasyonlarla kesilmemesi” durumunda HDP’nin %10 barajını geçip 60 kadar milletvekili ile meclise girmesi ve Erdoğan’ın başkanlık hayallerini suya düşürmesi kesin görünüyor. Üstelik bu gidişat, AKP’ye oy veren bir kesimin de MHP’ye kaymasına ve AKP’nin oy kaybına yol açıyor.

    AKP’nin bölgesel emperyalist hesapları, özellikle “Arap Baharı” sonrasında izlediği politikalar ABD ile arasının açılmasına yol açmıştı. Müslüman Kardeşler ile kurduğu ortaklık, İsrail ile gerilim, Suriye politikası gibi etkenler, tercihini ABD’den yana kullanan Gülenciler ile AKP’nin kapışmasına yol açmış, ABD’nin de desteğiyle AKP’nin kirli çamaşırları ortaya saçılmıştı. Gülenciler ile mücadele süreci Erdoğan’ı ordu ile uzlaşma arayışlarına itti. Daha birkaç yıl önce Erdoğan-Gülen ittifakı, darbe planlayan subaylardan başlayıp halka halka genişleyerek bir bütün olarak ordu üst bürokrasisini hizaya getirmeye yönelik yargı operasyonları yürütmüştü. Ergenekon operasyonları sürecinde siyaseten etkisizleştirilen ve baskı altına alınan ordu üst bürokrasisi, Erdoğan-Gülen kapışması sayesinde yeniden toparlanma fırsatı yakaladı. Erdoğan, Gülencileri tasfiye etmenin bedelini ordu üst bürokrasisinin önünü açarak ödüyor. Bir süre önce Ergenekoncuları hapisten çıkartan Erdoğan, Ergenekon operasyonlarıyla ilgili Harp Akademisinde yaptığı konuşmada “kandırıldık”, “milli ordumuza ve milli kurumlarımıza kumpas kuruldu” gibi özürcü manevralar yaparak ordu ile arasını ısıtmaya girişti.

    Kürt hareketine yönelik provokasyon ve çatışma politikalarına dönüş, Erdoğan’ı ordu bürokrasisinin etki ve gücünü daha da arttırmak zorunda bırakıyor. Erdoğan’ın “Kürt sorunu yoktur” yönlü açıklamaları, müzakere sürecini dinamitlemek üzere hükümetin attığı adımlara karşı çıkışı, Genelkurmay’ın PKK ve YPG’yi terörist, Öcalan’ı teröristbaşı olarak tanımlamasıyla ve ordunun “terör örgütüne” karşı silahlı mücadeleyi sürdürdüğünü ilan eden açıklamalarıyla birleşiyor. Genelkurmay uzun bir aradan sonra ilk defa iç siyasete doğrudan müdahale niteliği taşıyan açıklamalarla gündeme geliyor. Mazıdağ ve Dağlıca’daki askeri operasyonlar, askeri uçakların keşif uçuşlarını arttırması ve PKK’ye saldırmaya yönelik hazırlıklar tabloyu tamamlıyor.

    Öcalan’ın Newroz’da verdiği barış mesajları ya da PKK’nin Türkiye’ye yönelik silahlı mücadeleyi sona erdirme kararının alınacağı bir kongre toplanmasına yönelik çağrıları, HDP cephesinden gelen tansiyonu düşürmeye, provokasyona gelmemeye yönelik açıklamalar ve ateşkes sürecinde ısrar eden tutumlara rağmen yeniden çatışmalı bir sürece doğru gidiliyor. Erdoğan’ın ve ordunun politik hesapları kan dökmeyi gerektiriyor.

    Türkiye ekonomisinin iyiye gitmediği malûmdur. Erdoğan’ın dış politikadaki hesapları da tutmadı. Erdoğan, AB nezdinde kredisini tüketti, ABD’nin ise artık istemediği adam… Yolsuzluklarla kirlenmiş durumda. Geçmişte politik etkisini kırdığı ordu bürokrasisinin etkisini şimdilerde arttırıyor. Darbecileri aklıyor. AB uyum yasalarıyla gelen demokrasi kırıntıları çoktan çöpe atıldı. İç güvenlik yasası ile baskı rejimi tahkim ediliyor; tek adam rejimi hayalleri kuruluyor. 12 yıl boyunca ekonomi ve siyasetteki göreli istikrar yerini Erdoğan’ın yürütmeye müdahale ederek yarattığı çift başlılığa, tetiklediği ekonomik çalkantılara ve AKP içerisindeki yarılmalara-siyasi çarpışmalara bırakıyor. Kürt hareketinin güçlenmesi ve AKP’nin kandırabildiği Kürt nüfusunun giderek daralması, HDP’nin barajı geçebilecek duruma gelmesi AKP’ye kan kaybettiriyor. AKP’nin hükümetten düşmesi Erdoğan için ciddi bir tehdit demektir. Yolsuzluklar, Suriye’deki çetelerle ilişkiler, savaş suçları gibi Erdoğan ve ekibini ömür boyu hapse tıkacak onlarca suç dosyası mevcut.

    Kısacası bugüne değin AKP’ye dokuz seçim kazandıran dinamikler tersine işlemeye başlamıştır. Erdoğan bu çöküş sürecine son vermek üzere riskli bir politik manevraya girişiyor. Ordu ile kurmaya çalıştığı ittifak üzerinden Kürtlerle savaşı canlandırarak, şovenizmi körükleyerek ve belki de 7 Haziran seçimlerinin olağan koşullarda yapılmasını engelleyerek koltuğunu korumanın hesabını yapıyor. Yaptığı açıklamalarla Kürtleri kışkırtmaya çalışmasının, ateşkes sürecini askeri operasyonlarla imha etmeye girişmesinin sebebi budur. Erdoğan’ın daha ne kadar süreyle başta kalacağı bilinmez ama Erdoğan iktidarının başta kalmasının başta işçiler, emekçiler ve ezilenler olmak üzere topluma ödettiği bedel günden güne ağırlaşmaktadır.

    http://marksist.net/serhat-koldas/erdogan-ordu-uzlasmasi-ve-tehlikeli-provokasyon-sureci.htm

  94. Kaos sonrası Türkiye’si için öneriler

    Kadri Gürsel

    Sağlıklı ve yerleşik demokrasilerde iktidarlar seçimle gelir, seçimle giderler…
    İş başına seçimle gelmiş bir iktidarın, bütün oyununu günün birinde seçimle gitmesini imkansızlaştırmak üzerine kurduğu bir ülkenin kaderi, sonunda yönetilemez olup kaosa sürüklenmektir.

    İktidardan gitmeyi dışlayan bir oyun planı, genel seçim müessesesini ülkenin biriken meselelerine demokratik çözüm üretemez hale getirecektir. Tıkanıklık, krize ve kaosa yol açar.
    Genel seçim sonuçlarını manipüle etmek için kanlı çatışmaların dahi provoke edilebildiği bu ülkede, yakın geleceği kaos senaryolarını dışlayarak düşünmek artık olanaksızlaşıyor.
    Türkiye demokrasi ve laiklikten uzaklaştıkça, kriz ve kaoslar içinde bitip tükenen Ortadoğu’nun yangınlarına yakınlaşıyor; bu coğrafyadaki ateşin kendisini de yakma tehlikesine karşı daha savunmasız hale geliyor.
    Bu Türkiye Ortadoğululaştıkça, Ortadoğu üzerinde olumlu rol oynama kapasitesini de kaybediyor.
    Türkiye’nin dış politikası, süfli iç politikasının bir devamı durumuna indirgenmiştir. Bu iç politika yüzünden Türkiye demokrasi ve laiklikten uzaklaştıkça, dış politika da bizatihi ülkenin kendisine yönelmiş bir ulusal güvenlik tehdidine dönüşmektedir. Örnek; kangrenleşmiş Suriye politikası…
    Dolayısıyla artık, kaosu doğuracak nedenleri izale eden yeni bir düzen hakkında düşünmenin vaktidir. Zaten her kaos sonunda bir düzene evrilir.
    Bu konuda yapılmış değerli bir çalışmadan bahsetmek istiyorum.
    Adı biraz uzun: “Değişen Küresel ve Bölgesel Güvenlik Koşullarında Türkiye: Bazı Tespit ve Öneriler”
    Hazırlayan, “Global İlişkiler Forumu”, kısa adıyla GİF.
    Seçkin akademisyen, hukukçu, iş insanı, sanatçı, emekli diplomat, bürokrat ve askerleri bir araya getiren GİF’in bu 77 sayfalık son derece titiz çalışması, 7 Nisan Salı günü bir grup gazetecinin de katıldığı bir toplantıda tartışıldı.
    Bu yazıda, raporun “Türkiye’yi çevreleyen bölgede jeopolitik görünüm” başlıklı bölümündeki özlü ve esaslı önerilerden bahsedeceğim.
    GİF, güncel siyasi tartışmaların bir tarafı olmak istemediği için raporun yazımında kadim Türk diplomasi geleneğinden süzülen dikkatli bir dil kullanmış…
    Dolayısıyla, önerileri kendimce mealleriyle birlikte paylaşacağım.
    GİF raporunda, “Türkiye, bölgesel sorunların çok yoğun yaşandığı bir coğrafyada her türlü istikrarsızlığın yarattığı tehdit ve riskleri göğüslemek durumundadır. (…) Kritik bir coğrafyada bulunan Türkiye’nin küreselleşmeyi dışlayan, içe dönük bir politika izlemesi olanaksızdır” deniyor…
    Doğrudur; Türkiye bilime sırtını dönmek ve eğitimini dinselleştirmek yolu ile küresel anlamda rekabetçi bir insan kaynağı yaratamaz ve dünyadan kopar. Türkiye, İslamcılığı referans alan bir siyasi kültürü hakim kılmaya çalıştığı nispette içine kapanarak modern dünyadan uzaklaşacaktır.
    Raporda, “Kurumsal meşruiyet ve hukukun üstünlüğü, demokratik ve çoğulcu bir bünye içinde ulusal dayanışmayı pekiştiren unsurlardır. Çalkantılı bir dönemden geçen bölgemizde, devletin işlevi ve bekası ile halkı nezdinde saygınlığını sürdürmesi önem taşımaktadır” denmiş.
    Meali bence şu: Keyfi yönetim, dışlayıcılık, kayırmacılık, her türden usulsüzlük, sistemli anayasa ihlalleri ve hukuksuzluğun doğuracağı meşruiyet kaybı toplumu ayrıştırır ve halkın devlete yabancılaşmasına neden olur. Böyle bir ülke yönetilemez.
    Rapordaki şu öneri kritik: “Türkiye, ulusal bütünlüğünü pekiştirdiği, evrensel demokratik normlara yaklaştığı ölçüde küresel ve bölgesel düzende önemli rol üstlenebilir”.
    Mealen, “bölünmüş, kutuplaştırılmış ve demokrasiden uzaklaştırılmış bir Türkiye’nin ne kendisine ne de bölgeye bir faydası olmaz” deniliyor.
    Raporda dış politika ile laiklik arasındaki olumlu ilişki şöyle kuruluyor:
    “Dış politikanın pozitif çıkış stratejilerini belirlemek suretiyle, sürdürülebilir bir temele oturtulması ihtiyacı vardır. Dış politika uygulamalarının çağdaş değerlere, laik bir anlayışa ve uluslararası hukuka uygun olması, sivil gücün etkinliğini artıracaktır.”
    Yorumlayalım: Dış politika tıkanmıştır, sürdürülemez haldedir. Terk edilen uluslararası hukuk, laiklik ve çağdaşlık zeminine geri dönülmelidir ki Türkiye’nin diplomatik kapasitesini kullanabilsin.
    Kısacası, hukuk, demokrasi ve laiklik…
    Raporun üç kelimelik özeti.
    Kaos sonrası Türkiye’si bu sacayağı üzerinde yükselecek.

    http://www.milliyet.com.tr/kaos-sonrasi-turkiye-si-icin/dunya/ydetay/2043013/default.htm

  95. Atatürk ve İnönü Kavgalı mıydı?

    Hakkında binlerce kitap, on binlerce risale ve makale yazılmış, adına yüzlerce araştırma enstitüsü kurulmuş olan, her yerde caddeleri, meydanları bulunan, on binlerce kuruma adı verilen M. Kemal Paşa Türkiyenin en büyük ve derin bilinmeyenidir.

    Birileri, gerçek M. Kemal’i silmişler, yerine hayalî bir Paşa heyulası getirmişlerdir.

    Onun doğumu, babası, çocukluğu hakkındaki bilgilerin büyük kısmı fabrikedir ve gerçek dışıdır.

    1881’de doğmamıştır, daha önce doğmuştur… Doğum yeri Selânik değildir… Ali Rıza bey hakikî babası değildir, üvey babasıdır.

    Onun hakkındaki en enteresan bilgiler, Itamar Ben-Avi’nin Kudüs’te basılmış, İbranîce iki ciltlik kitabında yazılıdır.

    Kendisi Sultan Vahidüddin’in yaveri idi. Padişahın kızı Sabiha Sultan ile evlenmek, Enver paşa gibi Damad-ı Şehriyarî olmak istemiş, kız bunu kabul etmemiştir. Paşa saraya damat olabilseydi…

    Samsuna Padişahın izni, emri ve verdiği para ile gitmiştir. Ankarada toplanan ilk Büyük Millet Meclisinin, Mustafa Kemal’in de kürsüden beyan ettiği üzere iki gayesi vardı: Birincisi Halifeyi kurtarmak, ikincisi vatanı kurtarmak. Halifeyi kurtarmak önce geliyordu. Bana inanmayan Meclis zabıtlarını okusun… M. Kemal hakkında, ABD’de yayınlanan The Forward gazetesinin 28 ocak 1994 tarihli nüshasında Hillel Halkin imzasıyla çıkan yazıdaki vahim iddialara Ankaradaki Türk Tarih Kurumunun mutlaka cevap vermesi gerekir. Kurum http://www.atajew.com sitesindeki ağır iddialara da mutlaka cevap vermelidir.

    Kemalist inkılapların ikinci babası İsmet Paşa, dıştan Atatürkçü görünürdü ama M. Kemal Paşayı sevmezdi. Zaten günümüzde de bütün Atatürkçüler samimî değildir. Yakın tarihimizde en samimî Atatürkçü Celal Bayar idi. Tepelerinde kocaman Atatürk portreleri asılı bulunan İslamcıların samimî Atatürkçü olduğunu iddia edebilir miyiz?

    Atatürk ile İnönünün araları açık mıydı? Bu konuda çok rivayât bulunmaktadır. M. Kemal’in hastalığı ağırlaşıp yakında öleceği anlaşılınca, Başbakan İnönü’nün bir gün sertleştiği, ben rakı sofrasından emir almam mealinde bir laf ederek çekip gittiği söylenir. Başbakanlıktan ayrılınca Ankarada bir futbol maçına gitmiş, kendisine tezahürat yaptırtmış, bu meydan okuma Atatürkü çok kızdırmıştır denilir. Cumhurbaşkanı olunca İnönü, Atatürk’ün ev hapsinde tuttuğu Kazım Karabekir Paşayı milletvekili yaptırmış ve Meclisin başına geçirmiştir.

    M. Kemal Paşa’nın doktorlarının çoğu Farmasondu. Paşa, Mason localarını kapattırmıştı… Masonların onu samimî bir sevgi ile sevmeleri mümkün değildi.

    Meşhur doktor Mim Kemal, Paşayı tedavi edenlerin başında gelir. Bu zat yüksek rütbeli bir Masondur. Türkiye’nin son doksan yıllık tarihi yazılamaz. M. Kemal’in gizli vasiyeti bile açığa çıkartılamıyor. Nice belgeler imha, nice arşivler tamamen veya kısmen yok edilmiştir.

    Zamanımızda biraz gevşedi ama Atatürkü Koruma Kanunu yürürlükte olduğu müddetçe bazı netameli konular dile getirilemez.

    Nesiller boyunca halkın büyük kısmının beyinleri yıkanmıştır.

    M. Kemal hakkında bazı enteresan bilgiler edinmek isteyenler, onun yıllarca özel garsonluğunu ve uşaklığını yapmış olan Cemal Granda’nın hatıralarını okumalıdır. Bu hatıraların bazı baskıları sansüre uğramıştır, ayıklanmamış bir baskısını bulmanızı, hem satırlarını, hem de satır aralarını okumanızı tavsiye ederim.

    1930’lu yıllarda Ankaradaki İngiltere Büyükelçiliğinde askerî ataşelik yapmış olan Amstrong’un The Grey Wolf adlı kitabını da tavsiye ederim. (Türkçe tercümelerine güvenilmez.)

    Atatürkü putlaştıranlar, onu taparcasına sevenler, tabu haline getirenler, Türkiye ile özdeşleştirenlerle objektif ilmî tartışma yapma imkanı yoktur. Adamı boğarlar, linç ederler.

    Atatürk’ü koruma kanunu kaldırılmalı, küfür ve hakaret etmemek şartıyla seviyeli ve ilmî tartışmalara, araştırmalara, müzakerelere yol açılmalıdır. Bunun için de resmen gizlenen bütün belgeler açığa çıkartılmalı, araştırıcıların tedkikine sunulmalıdır.

    Mehmed Şevket Eygi

    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Ataturk_ve_Inonu_Kavgali_miydi/24399

  96. Marksizm ne işe yarar?

    Sungur Savran
    Nisan 21, 2015

    Bülent Arınç’ın Tayyip Erdoğan’a “balans ayarı” vermesi “uyuyan Türkiye”yi uyandırdı. Sosyalist solu da.

    “Uyuyan Türkiye”, olayın önemini tam içselleştirebildi mi, henüz bilmiyoruz. Beyaz Türk beyefendiler ve hanımefendiler tam “diktatör”den, “tek adam yönetimi”nden, hatta faşizmden dem vururken, başbakan yardımcısı çıktı, resmen Tayyip Erdoğan’a fırça çekti. “Bir sus, adam!” manasına gelen sözler söyledi. “Cumhurbaşkanımız eleştirilerini bize söylesin, televizyon önünde konuşmasın” başka ne anlama gelir? Olayın en önemli yanı da herkese “haddini bildiren”, geçmişte Arınç’ı her defasında açığa düşüren Tayyip Erdoğan’dan bu sefer çıt çıkmaması. Arınç konuştu, bütün Türkiye bunu konuşuyor, Erdoğan’dan “haddini bil” diye bir çıkış geliyor. Ama Arınç’a değil, Newroz konuşması dolayısıyla Selahattin Demirtaş’a!

    İş orada da durmadı. Arınç kendine “özgül ağırlık” atfeden biri. AKP içinde Erdoğan’a muhalefet doğacaksa, Abdullah Gül ile birlikte bunun başını çekme potansiyeline sahip. Ya Hüseyin Çelik? Tayyip Erdoğan’ın sadık müridi olarak politik kariyer yapmış biri. Erdoğan istediğinde eğitim bakanı olur, fikrini değiştirdiğinde parti sözcüsü, istemediği zaman ise hiçbir şey. İşte o Çelik de konuştu. Hem de ne konuşma! “Gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklerseniz, hepsi yanlış gider”! Yani, Arınç-Gökçek kavgasına ne kızıyorsunuz, siz hatayı başlatana bakın. “İtfaiyeci, kendi önemini ortaya koymak için yangın çıkartmaz”! Alay ediyor! Tayyip Erdoğan karikatüristlere hakaret davası açıyor. Alay etmek, ti’ye almak karikatüristin işidir. Haydi, Hüseyin Çelik’e de açsanıza bir dava!

    Bülent Arınç doymadı. Baktı Erdoğan cevap vermiyor ya da veremiyor, bu sefer de “daha kral çıplak demedik” diye demeç verdi. Sonra da tehdidi savurdu: “Belki öyle günler gelecek ki ‘kral çıplak’ denecek.”

    “Uyuyan Türkiye” artık uyanmış olmalı! Beyaz Türk hanımefendiler ve beyefendiler halkın gücünü anlayamadıkları için Gezi ile başlayan halk isyanından bu yana Tayyip Erdoğan’ın nasıl güç yitirdiğini kavrayamadılar. Görünüşe aldandılar. Onun suni teneffüs yöntemleriyle, yani Ergenekoncuların desteğiyle ve Mustafa Koç’un “düzenli geçiş” stratejisiyle 30 Mart seçimlerine, sonra da cumhurbaşkanı seçimine soluk soluğa ulaştığını göremediler. O seçimlerde büyük zaferler görüp karalar bağladılar.

    Nişantaşı geç yatar, geç uyanır! Peki, sosyalistlere ne oldu? Onlar da “tek adam” teşhisini neden benimsediler? Neden Tayyip Erdoğan aldı gidiyor ruh durumuna girdiler? Marksizm diye bir şey vardı, bir zamanlar! Görünüşe aldanmamanın bilimiydi, diyalektik yöntemle görünüşün ardına dolanarak gerçek dinamikleri kavrardı.

    Marksist yöntemi uygulayanlar, Gezi’den itibaren ortaya çıkan Gül-Arınç-Kılıçdaroğlu kutbunu gördüler. Tayyip Erdoğan’ın eskiden istikrarı temsil ederken şimdi tam tersine istikrarsızlık kaynağı haline geldiği için emperyalizmin ve burjuvazinin desteğini ve bütün müttefiklerini yitirmekte olduğuna işaret ettiler. Ardından ABD Büyükelçisi’nin bir Amerikan muhalefeti (CHP-MHP-Gül-Gülen-Sarıgül) imal etmeye giriştiğini delilleriyle ortaya koydular. Ergenekon ve Mustafa Koç desteğini en erken Marksistler vurguladılar ama aynı zamanda zorunlu olarak geçici olduğunu hatırlattılar. Çünkü diyalektik yöntem çelişkileri kavramayı olanaklı kılıyordu. İttifakın kurulduğu anda çelişkiler içerdiğini görmeyi mümkün kılıyordu. Bütün bunlardan dolayı, Cumhurbaşkanı seçiminin Erdoğan’ın yükseliş sürecinin son durağı olduğunu belirttiler.

    Nitekim, cumhurbaşkanı seçiminden bir-iki hafta sonra Abdullah Gül ve eşi Çankaya’dan ayrılırken patladılar. Gerçek sitesi “Dakika bir, gol bir!” diye yazdı. Sonra Erdoğan ile Davutoğlu arasında ardı ardına çelişkiler doğdu. Gerçek sitesi “AKP kaç parça?” dizisine başladı. Görmeyi bilen gözler için, kendi adını koymayan çelişki de çelişkidir. “Uyuyan Türkiye” göremedi. Bülent Arınç’ın çıkışı açıktan bir çıkıştı. Nihayet gördüler! Ya sol? Marksizmi buruşturup bir kenara koyunca solun Nişantaşı’ndan ne farkı kalır?

    Şimdi bunlar hatırlatılınca, “durumu erken kavramanın ne önemi var?” diye soruyorlar. Böylece, bir kez daha Marksizmi bir kenara atmış olmanın ne kadar vahim bir şey olduğunu bile fark edemediklerini ortaya koyuyorlar sadece! Marksizm “şık” analizler yapmak için bir felsefi dil değildir! Solun büyük bölümü Marksizmi bu hale getirdi son on yıllarda! Marksizm, birincisi, tarihin genel gidişatının eğilimlerini saptamak içindir; ikincisi, Lenin’in ünlü ifadesiyle söyleyelim, “somut durumun somut analizi” içindir. Ne için yapılır bu somut analiz? Nesnel durumu kavramak ve ona uygun taktikleri geliştirmek için.

    Sol Eylül 2013’te halk isyanı henüz yeni sönümlenmişken bile gözünü saplantılı biçimde 30 Mart seçimlerine dikince, Devrimci İşçi Partisi (DİP) bunun yanlışlığı konusunda uyarılar yaptı. Erdoğan’ın 30 Mart’tan evvel düşürülmesinin dahi bazı koşullarda olanaklı hale gelebileceğini söyledi. 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları bu koşulları sağladı. DİP sola çağrılar çıkardı, derhal harekete geçmek için. “Demir tavında dövülür” dedi. Sol bunu anlayamadığı için gözlerini 30 Mart yerel seçimlerine dikti. DİP 30 Mart seçimlerinin Erdoğan tarafından kazanılacağını, çünkü kitlelerin hâlâ ondan kopmadığını ısrarla söyledi. Erdoğan’ın zaafı henüz kitleler nezdinde değildi, müttefikleri nezdindeydi. Bu yüzden sandıkta yenilemezdi. Oysa “isyanımız sandığınızdan büyük”tü! Sol ise inat etti. Sonra da “uyuyan Türkiye” ile birlikte seçimden, büyük bir düş kırıklığı ve “diktatör” yakınmasıyla çıktı!

    30 Mart’ta bırakın Erdoğan’ın müttefiklerini yitirmesini, AKP’nin oylarında bile düşüş olmuştu, yani kitleler nezdinde bile kayıplar vardı. Sol bunu da göremedi. Cumhurbaşkanı seçimi de Ekmeleddin’den ekmek bekleme absürtlüğü sayesinde birinci turda Erdoğan’ın oldu. 2,5 milyon insan oylarını ayaklarıyla kullandı, sandığa gitmedi. Erdoğan’ın düşmekte olan oyları, katılım çok düşük olduğu için yüzde 53 oldu. Sol yine Erdoğan’ın gücü zannetti bunu.

    Oysa şimdi Erdoğan Kaç-Ak Saray’a çıkmışken, Davutoğlu gibi kitleler nezdinde etkisi ondan çok daha düşük olan biri oy istiyorken, AKP kendini Arınç-Gökçek kavgası gibi iç çatışmalarla yemeye başlamışken, ekonomik kriz yaklaşırken, işten çıkartmalar başlamışken, seçim AKP’ye büyük bir darbe vurmanın olanağını yaratmıştır. Tam bu sırada, hiçbir işe yaramayacağı belli olan 30 Mart’ta ve sınırlı bir yararı olacağı belli olan cumhurbaşkanı seçiminde kurtuluş aramış olan solun bir kanadı, Birleşik Haziran Hareketi, 7 Haziran seçimlerinin çok da önemli olmadığını ortak pozisyon olarak benimseyebilmişse, bu somut durumun somut analizini yapamadığı içindir.

    Dün Erdoğan’ın düşürülebileceği anda doğru adımların atılmamasına yol açmıştır Erdoğan’ın ve AKP’nin zaaflarını görememek. Bugün de artık ortaya çıkmış olan zaafların sonucunun ne olabileceğini anlayamamak ve yine yanlış yapmak anlamına gelir somut durumun kavranamaması. Ta Gezi’de başlayarak hazırlanmakta olan Amerikan muhalefeti, AKP’nin oyları seçimde düşük çıkarsa, alternatif hükümet formülü için hazırlanıyor. Gül davet üzerine görkemli biçimde AKP’nin başına geçecek, bazı koyu Erdoğancılar direnirse başka parti kuracak. Erdoğan gibi “Siirt formülü” ile milletvekili seçilecek, CHP ile (ve kim bilir meclis aritmetiğine göre MHP ile) bir koalisyon hükümeti kuracak. Kambersiz düğün olur mu? Fethullah Gülen elbette yine gizli koalisyon ortağı! Sarıgül’e de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yakışır, usta olduğu becerilerini uygulasın diye! Gül suyuna batırılmış bir alternatif! Tayyip Erdoğan da Kaç-Ak Saray’da kendi başına kalacak. Formül budur.

    Bu formülün karşısına nasıl çıkılır? Halkın çıkarlarını Gül’lere, Arınç’lara, Gülen’lere, Sarıgül’lere ve tabii Kılıçdaroğlu’lara teslim etmeyecek bir cephe ile. Mecliste güçlü bir odakla. O odağın seçim başarısına ve meclisteki sesine de yaslanarak sokakta, fabrikada, işyerinde, okulda daha büyük mücadeleler vererek. İki halk isyanını üçlemek için çaba göstererek. Yani 7 Haziran’da somut olarak HDP’yi batıda işçi sınıfının talepleri, doğuda Kürt halkının istekleri doğrultusunda destekleyerek. Ama tam seçim çok büyük bir önem kazanmışken solumuzun bir kanadı “seçim önemli değil” diyor. Marksizm ne işe yararmış?

    Formülün çok önemli bir ayağını unutmayalım. Kılıçdaroğlu Kemal Derviş’le görüştü. Derviş’ten destek istedi. Derviş mealen “milletvekili olmakla vaktimi harcayamam, benim emperyalizme yapacak başka hizmetlerim var” dedi. Ama aynen 2001’deki gibi yeniden paraşütle başbakan yardımcısı olmayı kabul etti. Amerikan muhalefetinin ekonomisini Füsun Sayek Böke gibi yerini dolduramayan birine terk etmeyecek. Ekonomik krizde Türkiye’yi (siz bunu sermayeyi diye okuyun) yine kurtaracak.

    Derviş, Kılıçdaroğlu ile görüşmesinin pratik sonucunu şöyle özetledi: “Sosyal demokrat boyutu güçlü olan CHP’nin de söz sahibi olduğu bir iktidar kurulursa o zaman tekrar görüşürüz dedik birbirimize …” “Söz sahibi olduğu”? Bu tuhaf ifade tam anlaşılamadı.

    Bunun tam da yukarıda sözünü ettiğimiz Amerikan muhalefetinin iktidara geçmesi formülü olduğunu göremiyor musunuz? Yine soralım: Marksizm ne işe yararmış?

    Bu yazı, Gerçek gazetesinin Nisan 2015 tarihli 66. sayısında yayınlanmıştır.

    http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/marksizm-ne-ise-yarar