ÖNSÖZ
TEZ
“Düşünce tarzlarının temel yapısında büyük bir değişiklik gerçekleşene dek, insanlığın kaderinde büyük ilerlemelerin yaşanması mümkün değildir.” (J. Stuart Mill)
1. TEZ
“biz Türkiye denen, dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusumuz, inançlarından bahsetmesi için bundan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. dost, düşman ve bu dağlar bu hakikati böle bilsin.” (1930. M.E.Bozkurt; TC Adalet Bakanı)
2. TEZ
“ biz Türkiye denen, dünyanın en özgür ülkesinde yaşıyoruz. Saf Sünni Müslümanlar bu ülkenin yegane efendisidir. Bu mezhep soyundan olmayanların, bu soyu inkar edenlerin, bu inançla yaşamayanların bu memlekette tek bir hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman ve hatta bu dağlar bu hakikati böyle bilsin.” (Balkon Konuşması 2023 (!) )
3. TEZ
“Yanlış bir hayat doğru yaşanmaz.”( W. Adorno.)
Merkezî İktidar yanlış hayattır; daima tahakküm ve çatışma üretir. Federal Özerk yönetimler, ekonomik-toplumsal, gerçekle yüzleşmeyi çabuklaştırır; farklı yönetim deneyimleri sağlar; iktidar yalanları daha kolay görünür; yıkımları sınırlı olur. Ekonomi-politik gerçekleri gizleyen “ideoloji duvarında” delikler açılır. “Ölümüne” kavga edilmesine ihtiyaç kalmaz; artık her Kültür grubunun yaşamak istediği mekanlar olacaktır. Bugün olduğu gibi Kültürler arası “savaş” değil, bir “yarışma” ile hayatımız zenginleşecektir.
ÖN SÖZ
1
“Hayatımı bile doğru dürüst yaşamadan,
ömrümü sorunlarına adadığım,
hep güzel günleri için yazıp-çizdiğim
bu ülkeye dair
bir umudum ve inancım kalmadı
kendimi hep azınlık hissettim bu coğrafyada
Yanılmak istedim hep
Ama yanılmadığım bir kez daha ortaya çıktı
Bu ülkede
hep üstüne basılan azınlıklardan biriyim
ve o şekilde dimdik
bildiğim gibi noktalayacağım kalan ömrümü”Cihan Demirci (1)
C. Demirci kötümserliğinde yalnız değil; yeryüzünde, son bir kaç bin yılda, hayatının bir döneminde bu duygunun aynısıyla kahrolmuş milyonlarca insan yaşamış olmalı. Bu “an”, milyonlarca muhalif bireyin her kuşakta yinelenmiş bir tarihsel devr-i daimi; tahakküm ve sömürü ilişkilerine muhalif, onun bir parçası olmak istemeyen nice genç insanın, orta yaş sonlarında özgeci hayallerine ait umutlarını tükettiğinde vardığı tanıdık bir duygu hâlidir. Bu “tür insanların” umutsuzluğunun başladığı yerde, yalnızca birey değil, toplum da kaybetmeye başlar.
*
Biliyoruz ki siyasal, ideolojik, dinsel, mezhepsel, ulusal, mücadeleler, üretimden, toplumsal zenginlikten pay alma savaşıdır. Paylaşmanın yöntemine ve kimin ne kadar alacağına ait ölümüne bir kavga binlerce yıldır, sürer gider. Nüfus artışları bir eşiği geçtiği anda; sonradan doğanların, “iyi yaşama” ümidinin kaybolduğu zamanlarda; toplam yoksulluk büyüdükçe siyasal kavga da giderek yoğunlaşır; “kurulu düzene”, parayı kontrol edenlere karşı verdikleri kavgada, kendilerine tarihsel ve ahlaki haklılık kazandıracak bir ideoloji bulmaları çok kolay olacaktır.
*
90’lı yıllarda Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş temelleri ve ideolojisinin bittiği yazıldı. Bu saptama, siyasal olarak on yıl sonra gerçekleşti. 2003’den günümüze dek geçen 10 yılda da bu kez, nihaî olarak anlaşıldı ki, etnik ve kültürel heterojen toplumlarda, Merkezî İktidar yalnızca adaletsizlik ve tahakküm üretir-miş! AKP, böylece son 100 yılın tüm yanılsamalarını sona erdirerek “hayırlı” bir iş yapmıştır!
80 yıl boyunca “mağdur, mazlum” olduklarını iddia edenler de, iktidar olduklarında “farklılıklara” özgürlük vaat edenler de iktidarı ele geçirdiklerinden beş yıl sonra anlaşıldı ki, onlar için de iktidar, öncekilerde olduğu gibi, yine aşağılama, hapishaneymiş; biber gazı kapsülleri gibi “orijinal” cinayet silahlarıyla muhalefeti yıldırmak; toplumsal zenginliği kontrol altına almak, yandaşlarına, “kabilesine”, mal-mülk-para aktarmakmış. Merkezî Tahakküm aygıtını ele geçirenler, iktidarlarının devamı ve tahkim edilmesi amacıyla kültürel-ideolojik saldırıya geçtiklerinde, başlangıçta destek vermiş “sol-liberaller” için artık çok geçti. Diğer yanıyla bu süreç, tarihsel bir gerçekliği, “kişisel” bir deneyimle pekiştirdi; ideolojisi “bencil”, “düşmanından” nefret eden, “kabilesinin” ufku içinde yaşayan mazlumlar da, iktidarı ele geçirdiklerinde yeni mazlumlar üretiyor-muş! Bu olgu aslında yalnızca onlara ait bir suç değildi; bu Merkezî İktidarın “fıtratı’ydı!” Onu kim ele geçirse, kaçınılmaz olarak zalim olacaktı! “Netekim”, oldular da!
***
16. yy ortalarına dek Güneş’in, Dünya’nın çevresinde döndüğü ve Dünya’nın bir küre değil, düz olduğuna inanılırdı. Bu bir “dünya görüşü”, yani bir paradigmaydı; binlerce yıl sürmüş “dünyayı algılama hali. “Episteme!” Yazılı kültür itibariyle 1600’lü yıllara kadar, 5000 yıl, bu egemen “dünya görüşü” içinde yaşanıldı. Zorba Sultan’lar, Krallar, işkence ve idamları kent meydanlarında teşhir ederdi; Fethettikleri, yağmaladıkları ülke toprakları Sultan’ın mülküydü. Her iki büyük din için de ele geçirilmiş ülke insanlarının köle olması, alınıp satılması “caiz’di!” Bu kültür, toplumsal ilişkiler, binlerce yıl sürmüş “İmparatorluklar Çağına” ait “paradigmanın”, sorgulanmaz, kopmaz parçasıydı.
Çünkü “insan” denilen varlık, o zamanlar doğmamıştı! Henüz bir “yaratık’tı!”
En katı Merkezî İktidar yapılanması içindeki koca Doğu İmparatorlukları sonunda küçücük Avrupa devletleri karşısında bozguna uğradı; kağıttan kuleler gibi çöktü. Bu çöküşün ilk nedeni, kendi içlerinde her tür gelişmeyi boğan, bağnaz Merkezî Tahakküm geleneğiydi; “Dur, şimdi, başımıza icat çıkartma!”
Her koşulda başkalarını suçlayan, halâ “insanı-kendini bilgi nesnesi” yapamamış gelenekçi zihniyet, bugün de Türkiye ve İslam Dünyasında bu 19. yy öncesine ait paradigma üzerinden siyaset yapıyor; henüz “insanın” doğmadığı çağlara ait bu siyaset içinde “Demokratik” seçimler bile yapılıyor! Ama sonuçta bir “Sultan” seçildiği sanılıyor; seçilen de kendini “O” sanıyor! Bir arada yaşayan iki paradigma, Köleci Toplumlar ve Modernite paradigmaları, birbirini yozlaştırıyor. Her iki “dünya görüşü” değerleri ile bakıldığında, “anlaşılması güç”, tehlikeli ve garabet liderler üretiyor.
*
“Geçmiş, artık geride kalmış olsa bile, bugün yaşadıklarımızı, yarın daha sonra bizi bekleyen şeyleri anlamak açısından iki sebeple vazgeçilmez önem taşır. Birincisi şimdiki dünya nüfusu şimdiye kadar yaşamış bütün insanların yaklaşık % 7’sini oluşturur… insan soyunun böylesine büyük bir çoğunluğunun birikmiş tecrübesini gözardı etmekteyiz. İkincisi, … önümüzde durmakla birlikte ancak biri yaşanacak olan çok sayıda gelecek konusunda gerçekten tek güvenilir bilgi kaynağımız geçmiştir.” (2)
İnsanlığın Bilimsel Devrimlerle ulaştığı imkanlar ve geçen yüzyılda yaşadığı korkunç deneyimlerden öğrenilmesi gerekenleri bir araya getirdiğimizde, Türkiye’li insanlar bugün insanlık ailesi içinde utanılacak bir hayat yaşamaktadır; bu utancı görünmez kılan, benzer ülkelerin çokluğudur. Bu olgu, aynı zamanda son 100 yılın “yanlış yaşanıldığının” kanıtıdır. 1923 öncesi 600 yılda olduğu gibi, Türkiye, son 90 yılda da Merkezî İktidarlar tarafından yönetildi.
*
Son 25 yıl gösterdi ki, Türkiye’li insanlar, etnik ve kültürel olarak bölünmüştür.
Etnik bölünmenin binlerce yıla ait derin, anlaşılır, haklı kökleri vardır. Ama kültürel bölünmenin arkasında 1960’lar sonrası Anadolu’dan göç edenler ve ikinci kuşağının algıladığı tanımla “Beyaz Türklerce” yalnızca kültürel olarak aşağılanmış olması değil, “hasılattan”, yani “pastadan” daha büyük pay alma arzusunun da yarattığı özel bir “kıskançlık-kin-nefret karışımının” etkisi görmezden gelinemez. Bu duygu aynı zamanda bu topraklarda son 150 yıldır Batı-Modernite’ye karşı uyanmış Aşk-Nefret diyalektiğinin de bir parçasıdır.
Tarihsel süreçlerin matematik-diyalektik zorunluluklarına akıl erdiremeyenler, bu “nefret” duygusunu harekete geçirmiş, aynı duyguyu büyütmek amaçlı, 80 yıl önce, dünyanın faşizme sürüklendiği dönemlerin tarihsel olgularını anakronik olarak yorumlamış, “tarihsel” bir mağduriyet üzerinden “tarih öncesi” bir meşruiyet yaratmışlardır. Sünni Siyasal Hareket ülkenin kültürel bölünmesini arzularcasına, çağını yitirmiş bilinçsiz-bilinçle, inançlarını farklı yaşıyor olsalar da, birbiriyle şakalaşarak, iyi-kötü birlikte yaşamaya çalışan insanların birbirine düşmanlaşmaları için korkunç yalanlara başvurabilmektedir. (Kabataş olayı ve Cami’de içki!) Bu acımasız, insanların ölümüne yol açabilecek “bölücü” politika hırsı, yalnızca kültürel farklılıklarla açıklanamaz; arkasında mal-mülk-para hırsı vardır!
1960’lar sonrası göçlerle feodal-ortaçağ geleneklerinin hüküm sürdüğü köylerden, kentlere göç etmiş geleneksel İslamcı kültür aidiyeti taşıyanlar, niceliksel ve parasal olarak güçlendikçe salt siyasal, kültürel hegemonya için değil, “dünyevi-parasal” hırslarını gizleyecek, meşruiyet sağlayacak, katalizör bir “maske” sağladığı için Din’i-Mezhep’i kullanıyor. Nasıl ki, Orta-Doğuda giderek yayılan Sünni-Şii savaşlarının, nüfusu artan dinsel kabilelerin, kendi kabilesine” hayat alanı” açmak için yaşandığı gibi! Yoksa o intihar bombacılarını nasıl ikna edeceklerdi!
Yığınlar bu “ekonomi-politikten” habersiz olsa da bir “getirisi” olacağını sezerler. Bilinir, fethedilen ülkenin ganimeti savaşçılar arasında bölüştürülür! Sünni Siyasal İslamcı hareket de “muzaffer” olduğunda, “ganimeti” kendi kabilesine, elbette “hakkaniyetle” dağıtacaktır! Suriye ve Suriye’li göçmenler politikası, bu ortaçağa ait Sünni projenin ayrılmaz parçasıdır. Her zaman olduğu gibi, din, Mezhep, ideoloji v.s. yalnızca İktidarı ve ekonomi yönetimini ele geçirmek için bir araçtır.
***
Yüzde on’a yakın gücü taşıyan Kürt siyasal hareketi ile birlikte Türkçü-Milliyetçi Ulus Devletçiler, Sünni-Siyasal Hareket ve Seküler-Laik Ulus Devletçiler olmak üzere Türkiye dört farklı “siyasal-kültürel” parçaya bölünmüştür!(*) Sünni Siyasal Hareketin partisi, ilk yıllarda uyguladığı “Takiye” ile diğer üç parçadan devşirdiği oylarla iktidar olmuştur. İktidarının ilk yıllarında uluslararası ekonominin “iyilik hali” rüzgârını arkasına almış, ABD üflemeleriyle de yelkenlerini doldurmuştur. Sonuçta küçümsenemeyecek bir başarı ile gündelik ekonomiyi sürdürmüş, on iki yıldır iktidarını koruyabilmiştir. “Ne mal olduğu” anlaşıldığında da, iktidarın, Devletin tüm silahları zaten eline geçmiştir!
*
Egemen devlet rıza da üretmeliydi! 1923’den beri üretemedi. 1960-2000 arası Devlet her sıkıştığında yalnızca sopa kullandı. Öyle çok sopa attı ki halkına, yoruldu; Sünni İslamcı Hareketin kucağına aciz, bitap düşüverdi!
*
Bugün artan nüfusa iş, ekmek, umut veremeyen “önceki” egemen semiriciler ile “yenileri” arasında farklı söylem ve “tapınç” olsa da aynı gaye içinde oldukları kolayca görüldü; bunlar aynı tahakkümcü, zorba, acımasız, bencil insanlardır. Yalnızca “maskeleri” farklıdır.
Her iki “tarafın” da, arzusu, kendilerine, sermaye grubu ve yandaşlarına, ülke zenginliğini hortumlamak. Eski ve yeni TC egemenleri arasındaki tek fark, zavallı, karın tokluğuna yaşamak isteyen milyonlarca emekçinin gözlerini, akıllarını, “ruhlarını” kör edecek ideoloji konusundaki ayrılıktır. Merkezî İktidar zorbalığına her ikisinin de yapışma nedeni aynıdır.
*
Geçen yüzyıl insanlık tarihinin en dramatik, en heyecanlı, en kanlı, en tutkulu, en hırslı Paradigma arayışı ile geçti. Yüz yıl bittiğinde arkasında yüzlerce milyon insanla birlikte gömülmesi gereken “iki ceset” daha bıraktı. Ulus-Devlet ve “Devrimci İşçi Sınıfın” Sosyalizm Paradigmalarına aitcesetler! Ve İslamcı Siyasal Hareketler bu iki “ideolojik” cesedin, boş bıraktığı “dünya çölünde” uyanmış “mumyalardır”. Ellerindeki silahlar, cep telefonları, bilgisayarlar, tanklar, toplar, otomobiller, uçaklar, postallar… Tümü de Batı’nın, Modernite dünyasının ürettiği mallar! Modernite’nin silahları, araçları ile güya Emperyalizm’e savaş açmışlardır. Görüldüğü gibi yalnızca birbirlerini katletmektedirler!
Bu üç “paradigma” da Merkezî İktidar için gözünü kırpmadan milyonlarca insanı öldürür; öldürmüştür de; şu anda da öldüreceği her “karşı kabile” insanının suyu, yiyeceği kendi kabilesine kalacağı için sevinir!
Bu üç paradigma birbirleri ile ölümüne savaşır; ittifak da yapabilirler; çünkü üçü de Merkezî Tahakküm sisteminde uzlaşırlar; ittifak gerçekleşmişse eğer, iktidar olur olmaz, azıcık güçlü olanın ilk fırsatta diğerini kitlesel olarak “temizleyeceği” de kesindir. Üçü de Faşizm’le taçlandıracakları uygun örgütsel yapılanmalara, ideoloji-kültüre, siyasal ahlak ve hırsa sahiptir.
İşçi Sınıfı’na ait mitler; “önderlere” dair söylem, devrim hayallerinin süslediği “pozitivist masallara” inananların dünyası ile Dinsel Siyasal Hareket arasındaki ideolojiyi kullanma ve hayatı açıklamaya ait yöntemsel benzerlik olağan üstüdür. “Fikirler siyasal modanın en son buluşundan gelse de davranışların kökleri en inatçı atacılıktadır. ‘Fikirler bugünün fikirleri, tavırlar dünün tavırları. Bunların ataları Azizi Thomas adına yemin ediyorlardı, kendileri de Marks adına yemin ediyorlar.” (3)
*
12 Eylül 1980 darbecileri de bir Merkezî İktidar olarak geçen yüzyılın insanlık suçlarından birini daha işledi. Faşist Darbeciler, 1923’lerin kurucu felsefesinin yedeklediği Aydınlanma Düşüncesinin bu topraklardaki en güzel yan ürünü “İdealist, Devrimci, demokrat” gençliğin beslendiği damarı koparttı.
12 Eylül Askeri faşizmi, bu dönemde gerçekleştirdiği milyon insana yakın işkence, yüzlerce cinayetine toplumu suç ortağı etti; yaydığı korku ile “sıradan” insanları teslim aldı (**); “halkını”, işlediği cinayetlere, sadistçe işkenceye aldığı liseli genç kızların, delikanlıların çığlıklarına alkış tutmaya zorladı. Başardı da! Eğer ki bir halkın “güzelliği” varsa, o yıllarda bu güzellikten çok şey çalındı! Kürt İsyancılarına karşı savaş “taktikleri”, Kürt isyancı önderliğin acımasızlığından daha büyüktü; bu “kirli” savaşa da “halkını” suç ortağı etmeyi başardı!
TC, Türkiye’nin ve Kürdistan’ın; her iki taraf da kendi içlerindeki en güzel evlatlarını katlederek kirlendi; TC bu iki savaşta öylesine yıprandı ki, tek kurşun atmadan kendini bir kez daha “yeni TC” nin; Sünni İslamcı Hareketin kucağına bıraktı.
Türkiye halkları yüz yıldır, Merkezî İktidarın’ın işlediği insanlık suçlarına ortak edildi. Bu yüzden “Ermeni Dölü” hala kullanımdadır. Ve Din’e sığınmış tüm günahkarlar ve bu dünyada “tutunacak dalları olan ağaçlar” yetiştirememiş halklar, öte dünyadan” uzatılmış “dala” tutunur! Oysa o dal, kökü “cehennemde” yetişmiş ağaçtan sarkmıştır; Orta-Doğu’da tutunulan dallar gibi!
*
4-5 bin yıllık deneyimle biliyoruz; Din hayatın maddî sorunlarını çözmez; yalnızca ölümden sonrasına erteler! Yine biliyoruz ki gerçek, samimi Dindarlık, bu dünyadan vazgeçmenin saygıya değer ideolojisidir. Buna karşılık Siyasal İslam için din, en aç gözlü, en mülkiyetçi, yağmacı bir siyasetin maskesidir. Siyasallaşmış İslam; iktidar, tahakküm, para, mal, mülk hırsı içinde “yanıp-tutuşan” bencil yaratıkların, toplumun dindar, erdemli, mütevazı, kanaatkar, dürüst insanlarının “ideallerini”, para-mal-mülk’e dönüştürmek için “örgütlenmiş” olanların ideolojisidir!
Oysa, İslamiyet’in Demokratik, uzlaşmacı; farklılıkları olumlayan yorumları da var; “Bu anlamda Medine Sözleşmesi temelinde ortaya çıkan din anlayışına Demokratik İslam demekteyiz. Dikkat ediniz, dine değil; din anlayışına Demokratik İslam diyoruz. Bu anlamda Demokratik İslam, Kur’an’ın tüm dilleri ve renkleri ayet görüp, halkları, kabileleri, ulusları, kimlikleri tanıyıp, hepsinin adil, özgür ve eşit birlikteliğini savunmaktır. Demokratik İslam, son hak dinin, iktidarı ve devleti değil; toplumu önceleyen sivil ve çoğulcu boyutunu öne çıkarmaktan ibarettir.” (4)
***
2000’li yıllar içinde bilim ve teknolojinin müthiş imkanları hepimize 30-40 yıl, ortalama 4 saat çalışarak varsıl ve neşeli hayat sağlayabilecekken, içinde yaşadığımız bu maddi-manevi sefalet en ağır eleştiriyi hak etmektedir!
Merkezi İktidar 100 yıldır “sorunlarımızı” çözmüyor. Merkezi İktidar, önce Alevi’leri, Ermeni’leri katletti. Rumları kovdu. Kürtleri “tenkil” etti! Demokrat Aydınları işkencelerden geçirdi. Şimdi seküler, Laik düşünce taşıyanlara “tehcir” mi gündeme gelecek? Bir zamanlar, “Ya sev, ya terk et” denilirdi; şimdi “ya inan, ya defol git” zihniyeti ile karşı karşıyayız.
Cumhuriyet kurulduğundan bu yana toplum enerjisinin büyük bir parçasını Müslim-Gayrı Müslim, Laiklik-Dinsellik, Türk-Kürt, Alevi-Sünni çatışmalarına harcayarak yaşadı. Yazık oldu!
Kavgacı, çatışmacı olmayan, Demokratik, “yarışmacı”, uzlaşmacı; kendi içinde değişime, birey-toplumun özgürleşmesi yolunda evrime izin veren bir Paradigma bulabilir miyiz?
Başlangıç olarak;
“Samos Tiranı Polykrates ölür ve iktidarı takipçisi Maiandros’un üstlenmesi gerekir. Demokratia kavramına kazanılmış olan yeni tiran iktidarı elinde tutmayı reddeder. Meclisi toplar… kentin bütün vatandaşlarını bir araya getirerek Polykrates’in hepsi kendi “benzeri” olan vatandaşlar üzerinde hükmetmesini hiç bir zaman tasvip etmediğini bildirir. Bu koşullar altında … iktidarı,.. en ortalık yere bırakmaya karar vermiştir. Yani tek bir bireyin el koyduğu şeyi bütün vatandaşlar cemaatine geri verecektir.” (5)
———————————————————————————————————–
1. İnternette gördüğüm bir yazı. Altında C. Demirci imzası. İzin almadan alıntıladım. Bu durumu anlayışla karşılayacağına eminim. Bu insanlar böyledir çünkü; yalnızca vermek isteyen.
2. N. Ferguson. Uygarlık. Batı ve Ötekiler. YKY. sf 17
3. D. Shageyan. Yaralı Bilinç. Metis Y. sf 54
4. İ. Eliaçık. Demokratik Özgürlükçü İslam Tekin Y. sf 12
5. U. Baker. Dolaylı Eylem. Birikim Y. sf 45
————————————————————————————————————
(*) “Devrimci”, demokrat, sosyalist, anarşist… insanların niceliksel olarak kayda değer bir kitlesi; toplumsal süreçlerde belirleyici rol oynayabilecek “dünya görüşü” ve örgütlülükleri olmadığı için bu “büyük parçalar” içine konulmadı.
(**) Bu korku öylesine büyüktü ve öylesine bir bilinç altı dehşeti yaratmıştı ki; 20 yıl sonra bile telefonda söylenen, “PKK sim kartınızı kopyalamış; bizimle çalışmanız gerekir” diyen dolandırıcılar insanları hala sanki hipnotize edebiliyor; dolandırabiliyorlar. Bu olgu bile tüm bir halkın nasıl bir şiddet çemberinden geçirilerek, “aklının başından alındığını” kanıtlar. Hala tam yerine gelemediğini de!
———————————————————————————————————-
NOT: Ülkemizin geldiği noktada uzun yıllardır tartışılan FEDERALİZM üzerine yazdıklarımı paylaşmak istedim. Bu “gök kubbe altında söylenmemiş söz olmadığı” bilinciyle, bu yolda kafa yormuş insanların yazılarını toparladım. Geleceği görmek, öngörmek güç ve riskli teşebbüslerdir. “Hissiyatımın” yadırgadığı, “somut durumun, somut tahlili” ile yazmak zorunda olduğum bu yazıları Gün Zileli ağabey yayınladıkça yazmaya çalışacağım.
Gelecek bölümler
I- Merkezî İktidar Paradigması
II- Dinsel Paradigma
III- Ulus Devlet Paradigması
IV- İşçi sınıfı, Sosyalizm Paradigması
V- Kültürel Özerk Bölge ve Hayata sahip çıkma
VI- İkna yazıları
VII- Sonuç
Milli Eğitim’in Ele Geçirilmesi
Milli Eğitim Bakanlığı’nın alt kuruluşları, 1950 yılına değin (özellikle 1946’dan sonra) Cumhuriyet yönetimine gizliden gizliye karşı çıkanların ellerine geçmeye başlamıştır. Reşad Şemseddin Sirer dönemi Türk eğitimini yozlaştırma eyleminin hızlanmaya başladığı evredir. O dönemde İstanbul Üniversitesi’nin kimi öğretim üyeleri Cumhuriyet dönemine, Batılılaşma eğilimine açıkça karşı çıkmaya başlamış, seslerini yükseltmişlerdi. 1948’de Eminönü Halkevi Konferans Salonu’nda düzenlenen dil tartışmalarında Atatürk devrimlerine saldırı sözde “bilimsel” örtü altına çekilerek, “dilde yenilik, dilin gelişimine karışma (dile müdahale) olmaz” savlarını ortaya atanların hepsini yakından tanıyoruz. Bunların kimisi bizim öğretmenlerimizdi. En ağır saldırılar üniversite çevresinden geliyordu, bunlar arasında Osmanlı döneminde doğudan batıya sürülmüş kimselerin oğulları (torunları değil) vardı. Onların bütün özlemleri, dilekleri TDK, TTK gibi Atatürk’ün kurduğu iki bilim kurumunun kapatılmasıydı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji bölümünde Nakşibendi eğilimli (bu tarikata bağlı ayrı bir kolun öncüsü) bir kişinin etkisiyle “yeni Türkçe”ye saldırı yasallaşmış, Türkçe unutulmuş, öğrencilerin “yeni Türkçe” sözcük kullanmaları yasaklanmıştı. Benim öğrencilik yıllarımda arkadaşım olan bir Türkoloji doçenti öğrencilerine yeni bir sözcük söylediklerinde “dilini koparırım” diyordu. Kendisiyle bu konuyu bir yemekte tartıştığımda, “dilde anarşi olmasın diye söylüyorum” demişti. Kendisine savunduğu Osmanlıca’nın bir “anarşi ürünü” olup olmadığını sorduğumda şaşırdı, karşılık bile veremedi. Sonradan bu arkadaşımın, onun gibi düşünenlerin yapıtları liselere bile önerildi, dahası ortaöğrenim kurumlarında okutulan kitapların hepsi onlara, yandaşlarına yazdırıldı.
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı imam hatip okulları başlangıçta “aydın din adamı yetiştirme” düşüncesinden yola çıkmıştı, oysa İslam dininde Hıristiyanlıkta olduğu gibi “din adamları topluluğu” yoktu, üstelik İslamın benimsediği eşitlik anlayışına da aykırıdır. İslam dinine göre namaz kılmayı, kıldırmayı bilen her erkek imamlık edebilir, ayrı bir topluluk gerekmez. Bu engeli aşmak için TBMM’ye giren Nakşilerin etkisiyle, çabalarıyla bu okullara öteki liselerdeki gibi bütün yetkiler tanındı, onlara yükseköğrenim yolu açıldı. Dahası Başbakanlık görevini üstlenen tüm yetkililer imam hatip okulu açma, bu okullarda okuyanlara geniş yetkiler verme yarışına girdiler. Böylece bütün kamu kuruluşlarında imam hatip çıkışlılar görev almaya başladılar. Birbiri arkasından yargıç, savcı, kaymakam, vali başta olmak üzere toplumun tüm kesimleri, dincilerin, özellikle Nakşilerin ellerine geçti, bunun arkasından hacca gitme yarışı belirdi. Bu konuda en büyük yıkım Adalet Partisi döneminde başladı, oy toplama, seçimi kazanma adına ülkenin temel kurumları yozlaştırıldı, Cumhuriyet yönetiminin tabanına gizli sular akıtılmaya başlandı, Türkiye uçurumun kıyısına getirildi. Ardından 12 Eylül yıkımı yaşandı, okullara konan “din dersleri”nin ne öğrettiği, ne okuttuğu bugün bile yeterince bilinmemektedir. “Din ve ahlak” öğretmenliği göreviyle okullara sokulan bu imam hatip çıkışlılar, kısa sürede, bir Osmanlıcılık gündeme getirdiler, bunda amaç Cumhuriyet yönetimine, Atatürk devrimlerine karşı çıkıştı. Bunu da açıkça söylemekten çekinmediler.
Hükümet yetkilileri elbirliğiyle liselerden “felsefe dersleri”ni kaldırdılar, onların yerine uydurma bir izlence koydular, Türk tarihinde tarikatçı oldukları bilinen kimseler bilge, bilgin, düşünür olarak gösterildi, oysa bunların çoğu tarikat kurucularıydı, Ahmed Yesevi, Mevlana gibi. “Ahlak” dedikleri neydi? Bunun yanıtı yoktur. Ahlak (Etik) felsefe öğretilerinden biridir, dinle, tarikatla ilgisi yoktur, bu öğretinin kurucusu da Aristoteles’tir. Okullarda “din dersleri” örtüsü altında okutulan “ahlak” ise güncel davranışla bağlı eğitim ilkeleri içinde kalır, felsefe öğretileriyle ilgisi içten değil, dıştandır. Bu konuyla ilgili uygulamaların hepsi, ülke eğitimine dine dayalı bir yön vermekti, bu da hükümetlerin geleceği göremeyen, aşırı koltuk tutkuları yüzünden yol açtıkları bir yıkımdı.
Neresinden bakılırsa bakılsın Nakşibendilik ülke düzeyinde yayılma olanağı bulmuş, özellikle Adalet Partisi-12 Eylül-Turgut Özal dönemlerinde umulmadık hızda bir gelişim ivmesi kazanmıştır. Bunda adı geçen dönemlerde iş başında bulunanların, ülke yönetiminden sorumlu olanların yardımları, etkileri gözardı edilemeyecek nitelikte yıkıcı, geriletici, karartıcı olmuştur. Devlet bütünlüğünü yitirmiş, sağ-sol çekişmesi içinde bile dinci-tarikatçı öbeklere bölünmüştür. Köy Enstitüleri’nin kapatılmasıyla ortaya çıkan ülke düzeyindeki eğitim-öğretim yetersizliği, köylü çocuklarını imam-hatip adlı kuruluşların karanlık kucaklarına itmekte gecikmemiştir. Yurt çocukları karanlık bir geleceğe sürüklenirken, yüksek görevlilerde yurt sevgisinden, ulus sevgisinden bir iz kalmamış, bütün umutlar çarpık bir geleceğin yapı taşlarını oluşturan oy avcılığına dönüşmüştür. Türkiye devleti geçmişin en karanlık günlerinde bile böylesine koltuk düşkünü, seçim kazanma uğruna yurdu uçuruma sürükleme eğilimiyle yozlaşmış bir durumla karşılaşmamıştır. Birliğin, bütünlüğün en gerekli olduğu konularda, evrelerde bile derin bir kış uykusuna yatan sorumluları uyandıracak, kımıldatacak belirti görülmemiştir.
Bugün yurdumuzda Atatürk’ün bile görmediği, düşünmediği, bilmediği yenilikler, yeni uygulamalar vardır. Çağın yenilik hızı Atatürk’ün görüşlerini aşmıştır. Oysa bizim sözde dincilerimiz Atatürk’ün görüşlerinin bile öyle gerisinde kalmışlar ki insan Atatürk’ün böyle kimselerin yaşadıkları bir ortamda bu büyük başarıları hangi güçle sağladığına şaşıyor. Burada çağın yenilik ivmesini arttıran atılımları, kısa süre sonra değişecek, bambaşka yenilikler ortaya konacaktır. Atatürk bir ışıldaktır, gidilecek yolu, o yolun ön koşullarını, yürüyüş ilkelerini göstermiş, saptamıştır. Bu olayda başlıca etken us denen yönlendirici, eleştirici, ölçüp biçici, tartıcı, düzenleyici yetidir. Başarı bu yetinin aydınlığında yürümekle sağlanır. Uygarlık tarihinde bir toplumun kurtuluşunu, bağımsızlığını, başarılarını, ancak us ilkelerine bağlamakta bulan, bunu toplumsal bir görüş ölçeği diye vurgulayan ilk devlet kurucu insan Atatürk’tür. Atatürk, kurduğu Dil Kurumu, Tarih Kurumu, Kadın Hakları, Dil Devrimi (yazıyla birlikte) gibi yeniliklerle, yaşadığı dönemi çok aşmıştı. Bu kurumlar, yenilikler, oluşumlar üzerinde ayrıntılarıyla durulursa Atatürk’ün girişimleri, uygulamaları, başarıları karşısında şaşmamak elde değildir. İnsanlık tarihinde ulusunun özgün dilini kurtarmak, bilimin aydınlığında inceleme-araştırma konusu yapmak, dil bilincini uyandırmak için dilinin yapısıyla bağdaşmayan yazısını değiştiren yalnızca Atatürk olmuştur.
Bu dil sorunu üzerinde biraz durarak Türklerin kaç yazı değiştirdiklerini görelim. Bilinen en eski Türk yazısı “Göktürk Yazısı” denen türdür. Burada Türkler yaşadıkları bölgelere göre başka yazılar da kullanmışlardır, ancak bunların dil tarihi bakımından önemi daha azdır. İkinci büyük değişiklik “Uygur yazısı” denen türde görülmüştür. Bunun dışında Çin-Hind kökenli başka yazılar kullanılmışsa da yine yaygın bir önem, etkinlik taşımamıştır. Üçüncü yazı değişikliği Türklerin Müslüman olmaya başlamaları nedeniyle gündeme gelmiştir. Bu yazı bugün “eski yazı” denen, yanlışlıkla “Arap yazısı” adıyla anılan Nabati-Hind kökenli yazıdır, gerçekte İslam’la, dinle ilgisi yoktur. Eski Arap yazısı ya da şimdi Kuran yazısı denen yazı 18 harfli yazıydı, buna sanırım “huruf-i embar” denirdi. Bu arada Türkler özellikle Anadolu’da Grek, Ermeni yazılarını da kullanmışlardır, elimizde bu yazılarla yazılmış sayısız ürün vardır. Son Türk yazısı “Latin yazısı” denen bugünkü yazıdır. Türk dilinin yapısına, ses düzenine en uygun düşeni bu yazıdır (birtakım sesleri bütün özellikleriyle vermese bile).
Şimdi konuya gelelim. Atatürk yazıyı değiştirerek kuşaklar arasına uçurum soktu, dili değiştirdi, kuşaklar birbirini anlayamıyor diyorlar. Bunları söyleyen şu Prof. sanlı “Türkiyat esnafına” soralım, sizden önce gelenler, o yazıyı kullananlar (Osmanlı döneminde) birbirleriyle konuşurken, anlaşırken Fuzuli’nin, Baki’nin, Şeyh Galib’in dilini mi kullanıyordu, onların yazdıklarını kolayca anlayabiliyorlar mıydı? Siz Göktürk yazısını, Uygur yazısını okuyup anlayabiliyor musunuz? O yazıları da Atatürk mü değiştirip kuşaklar arasına anlaşmazlık, uçurum soktu? Siz liseyi bile “eski yazı”yla bitirdiniz (bu benden önceki kuşak içindir), elinize “harekesiz yazılmış” bir Kur’an verseler okuyabilir misiniz?
Yeni Türkiye devletini kötülemek, Osmanlıya özlem duymak, sorunları yeterince bilmemekten kaynaklanıyor. Şimdi 1950’den sonra, özellikle elleri, etekleri öpülen tarikatçılar, yandaşları Osmanlı Devleti’nin yıkılışını bile Avrupa’ya yaklaşmaya, Avrupa uygarlığını benimsemeye bağlarlar. Şimdi bu konuya değinelim. Osmanlı Devleti’nin kefenini örme ilk kez Kanuni Süleyman’ın Fransızlara verdiği ayrıcalıklarla (kapitülasyonlarla) başlamıştır. Bu kefen satın alındıktan sonra cenaze için gereken öteki gereçler yavaş yavaş toplanmaya girişildi. Genç Osman, Üçüncü Selim olayları “cenaze suyunu” da sağladı. Osmanlının yatağa düşme günleri yaklaşıyordu, derken İkinci Mahmud yozlaşmış kurumlardan kurtulma yollarını aramaya koyuldu, çok geç kalınmıştı ancak yapılacak başka bir iş de yoktu. Hızla kalkınan, gelişen Avrupa karşısında gerileyen, içinden çürüyen Osmanlı Devleti son soluğunu Tanzimat döneminde verdi, ancak bu görkemli tabutu kaldıracak cemaat, namazını kıldıracak imam bulunamadı. Peki bu yıkımların hangisinin nedeni Atatürk’tü? Osmanlı tabutu bu musalla taşında 1918 yılına değin kaldı, artık ölü kokmaya, çevresini tedirgin etmeye başlamıştı. “Sevr Andlaşması”yla ölünün gömülmesi onaylandı, “cenaze imamı” bulundu. Peki bunda da suçlu Atatürk’müydü? Değil, “Masonlar”, “Yahudiler”, şunlar bunlar. Peki bu Masonlar, Yahudiler nerelerde oturuyorlardı? Padişahın çevresinde, Saray’da. Peki bu çevrede tarikatçıların etkisi yok muydu? Volkan adlı yayın aracını çıkaran, orada yazılar yayımlayan, sonra Toptaşı’na atılan kişiler hangi tarikattandı: Nakşibendilik.
“Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün vîrâneler gördüm
Bulundum ben dahi dârü’ş-şifâ-yı Bâb-ı Âli’de
Felâtûn’u beğenmez anda çok dîvâneler gördüm
Huzûr-ı kûşe-yi meyhâneyi ben görmedim gitti
Ne meclisler, ne sahbâlar, ne işrethâneler gördüm
Cihân nâmındaki bir maktel-i âme yolum düştü
Hükûmet derler anda bir nice salhâneler gördüm
Ziyâ, değmez humârı keyfine meyhâne-i dehrin
Bu işretgehde ben çok kalmadım ammâ neler gördüm.”
–
İsmet Zeki Eyüboğlu – İslam Dininden Ayrılan Cereyanlar: Nakşibendilik
Eğitim Kültür Mektep Kitap
MÜSLÜMAN çoğunluğun en büyük problemi eğitim ve kültürdür. Bugün ülkemizde yüksek islamî eğitim ve kültür (kıyıda köşede kalmış nâdir istisnalar dışında) yoktur.
Eğitim ve kültür çağ seviyesinde olmayınca doğru dürüst kitapçılık da olmaz. Kitap okunmaz, okunanlar da anlaşılmaz.
Halkın yeterli kısmının (100’de 100 olması gerekmez) yüksek kültürlü olması için çok vasıflı (sadece vasıflı değil, “çok” vasıflı) İslam medreseleri ve mektepleri bulunması ve çocukların, yeni nesillerin oralarda yetiştirilmesi gerekir. Bundan bin sene önceki Endülüs İslam okullarının bugünkü versiyonları tesis edilmelidir.
Bırakın düşünce kitaplarını, ciddî romanları okumak için bile derin ve yüksek kültür gerekir. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı ilkokul kültürüyle okunup anlaşılamaz.
Liselerde şu dersler doğru dürüst okutulup öğretilmedikçe kültür seviyesi yükselmez, gerilik devam eder: Psikoloji, mantık, felsefenin bir dalı olarak ahlak, metafizik, estetik… Derin Türk edebiyatı… İngilizce ve İngiliz edebiyatı… Tarih kültürü… Beşerî ve iktisadî coğrafya… Sanat tarihi ve kültürü… Uzmanlık olarak değil, genel kültür olarak yeterli miktarda mimarlık, şehircilik, hukuk…
Bilgi ve kültür eğitiminin yanında ahlak ve karakter terbiyesi verilmezse büyük bir boşluk ve eksiklik oluşur.
Kaliteli kitaplar yüksek eğitimle, yüksek kültürle yazılır. Fuzulî’yi bilmeyen, anlamayan cahil kalmışlar, yüksek kitap yazamaz.
1928’den önceki Türkçe kitapları, yazmaları, belgeleri, kitabeleri okuyamayanlarda hafıza kaybı hastalığı vardır.
Zamanımızda kitap yazılmıyor mu? Elbette yazılıyor, hem de haddinden fazla. Lakin kitap var, kitap var…
Hakkında en fazla kitap, araştırma, makale yazılmış şahıs M. Kemal’dir ve açık konuşayım: Onun hakkında bir tek, evet bir tek doğru dürüst kitap yoktur piyasada veya kütüphanelerde. Bu zatın kökeni nedir?.. Gerçek babası kimdir?.. Derin kimliği nedir?.. İçyüzü… Bunları belgelerin ve ciddî kaynakların ışığında açıkça yazan, anlatan dört başı mâmur bir kitap gösteremezsiniz bana.
Müslümanlar Rene Guenon’un kitaplarını tercüme edip yayınlıyor. Guenon’u bugünkü lise eğitimimizle anlamak mümkün değildir. Onun kitaplarını okumaya başlamadan önce Guenon dersleri almak gerekir. Kim verecek bu dersleri?
Kuru hevesle bazı şeyler olmuyor. Hevesin yanında sağlam eğitim almış, ciddî lise tahsili yapmış olmak gerekiyor.
Geçenlerde trende yolculuk yaparken yirmi yaşın altında olduğunu tahmin ettiğim bir genci, Proust’un “Kaybedilmiş Zaman Peşinde” unvanlı yedi ciltlik romanının Türkçeye çevrilmiş bir cildini okurken gördüm. Onu çok takdir ettim. Fransada veya İsviçrede ciddî bir lisede okumuştu her halde. Aksi takdirde o kitabı anlaması mümkün değildi.
Bizde kitap okunmuyor diyenler, önce eğitim ve kültür meselesine eğilseler iyi ederler. Bugünkü kültürle kitap mitap olmaz. Önce vasıflı eğitim, vasıflı mektepler, vasıflı insanlar lazımdır.
12.04.2015
Mehmed Şevket Eygi
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Akli_Fikri_Dini_Imani_Para/24273
http://www.semerkandaile.com/Detay.aspx?YaziID=244
Ve İşte Tarihin Öteki Yüzü!
Özellikle «Ecdat tarihi» diye bize her zaman gururumuzu okşayacak şeyler okutulmuştur. Beriki tarih diye de adlandırabileceğimiz bu sayfalarda hep fetihlerin, zaferlerin, kahramanlıkların, buluşların ve başarıların parlak öyküleri yer almaktadır. Bu sayfalarda, saraylar, köşkler, hanlar, hamamlar, medreseler, köprüler, su bentleri, imaretler, güçlü donanmalar, ilim, adalet, ahlâk ve dürüstlük örnekleri alabildiğine sergilenmektedir. Kimsenin kimseye kâfir, zındık, müşrik, münafık ve bid’atçi dediği, sırf bu yüzden günümüze kadar yüz milyonlarca insanın birbirini nasıl doğradığı, bu sayfalarda hiç anlatılmamaktadır. Tarihin tespit ettiği bu gerçekleri acaba sonsuza dek gizlemeye imkân var mıdır?
Suçlama mekanizmasının bin beş yüz yıl süre ile geniş bir dünya coğrafyasında, İslâm adına nasıl işlediğini incelemek herhalde çok ilginç olacaktır. İşte sırf bu ilgiyle, geçmiş zamana, kum tanecikleri gibi serpilmiş olan bu kara noktaların yalnızca küçük bir kısmını yan yana getirip tabloyu birlikte seyredeceğiz;
1) Hz. Ali’yi (hâşâ!) kâfirdir diye şehit eden Abdurrahman bin Mulcem, bu korkunç cinayeti sevgilisiyle cennette buluşmak için işledi.
2) Hz. Hasan, Maviye lehinde devlet başkanlığından istifa ettikten sonra, Cuma namazlarını, Muaviye’yi temsil eden Medine valisi Mervan bin Hakem’in arkasında kılardı. Bu adam minbere çıkıp yaptığı her konuşmada mutlaka Hz. Ali’ye defalarca ağız dolusu söver, ondan sonra minberden inerdi. Hz. Hasan, hiç karşılık vermediğinden, çok içerlenirdi. Bir gün korumalarından birini göndererek ağır sövgülerini bir kez de Onun yüzüne karşı tekrarlamasını emretti. Bu suretle çok ağır hakarete uğrayan Hz. Hasan, şu cevabı verdi; «Ben ona karşılık verip günahlarından bir şeyin silinmesini istemiyorum. Eğer söylediklerinde doğru ise Allah mükâfatını versin; yok eğer değilse onunla kıyamette hesaplaşacağım».[19]
3) Hz. Peygamber’in vefatı üzerinden henüz elli üç yıl gibi kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen Yezid, Muslim bin Uqba komutasında, Medine üzerine bir ordu gönderdi. Bu ordu bütün şehir halkını Harra ovasına çıkardı. Burada binlerce insanı öldürdüler. Ayrıca her tarafı yakıp yıktılar. Suyuti’nin tarihinde; «Bine yakın kızın bekâreti bozuldu» şeklinde –dehşetin boyutlarını ortaya koyan- bir ibare vardır[20]. Bu soykırım tarihe «Harra Olayı» diye geçmiştir. Aralarında kadınlar, yaşlılar, hastalar, özürlüler, çocuklar ve Hz. Peygamber’in çok yakın arkadaşları da vardı. Acaba bu ordudaki askerler ve onlara emir verenler müslüman mı idiler?
4) Hz. Hüseyin Şehit edilince, Şimr bin Zilcevşen adında Emevi ordusundan bir asker Onun başını gövdesinden ayırdı. Sonra bir kalkan içinde Yezid’in ordu komutanı Ubeydullah bin Ziyad’ın önüne kondu. Bu adam Hz. Hüseyin’in dudaklarını ve göz kapaklarını elinde bulunan bir çubukla bir süre alaycı bir tavırla ırgalayıp durdu.
5) Emevi Devletinin üçüncü zorbası, Abdulmelik bin Mervan’ın Irak eyalet valisi Haccac bin Yusuf’u «İslâm Dünyasında» duymayan çok az insan var. Bu adamın yaptıklarından sadece birkaçı şunlardır; Hz. Peygamber’in yakın arkadaşı (!) Said b Cübeyr’i idamla şehit etmiştir.[21] Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ı suikastla şehit ettirmiştir. Genç sahabilerden Meşru halife Abdullah bin Zübeyr’i şehit etmiştir. Fırlattırdığı kayalarla Kâbe’yi yıkmış, Mescid’ul-Haramı yerle bir etmiştir. Hz. Peygamber’in yakın arkadaşlarından Enes bin Malik, Cabir Bin Abdillah ve Sehl bin Sa’d’ın ellerini ve boyunlarını kızgın şişle dağlamıştır[22]. Haccac’ın, yirmi yıllık valiliği sırasında yüz otuz bin vatandaşı öldürdüğü ve bunların tamamına yakın kısmının suçsuz olduğu tarihlerde anlatılmaktadır[23]. Bu adama, ona görev veren diktatöre, onun emrinde görev yapan ve yönetiminden memnun olana müslüman demek acaba hangi gerekçelerle doğru olabilir?
6) Emevi zorbalarının dokuzuncusu olan El-Welîd, bir gün savaş hazırlığı yaparken sefere çıkmadan önce Kur’an-ı Kerim’i açıp falına bakmak istedi. Açtığı sayfada karşısına İbrahim Suresinin on beşinci âyeti çıktı. Bu ayetin Türkçe açıklaması şöyledir; «Peygamberler, (düşmanlarına karşı Allah’tan) zafer istediler, inatçı zorbaların ise her biri perişan oldu, Peşinden de (o inatçı zorbaya) cehennem vardır; kendisine irinli su içirilecektir!». Bunun üzerine El-Welîd, önce «saçma sapan!» diyerek Kur’ân-ı Kerim’le alay etti. Sonra da büyük bir öfke ile askerlerine «asın şunu!» diye sert bir emir verdi. Ardından da onu ok yağmuruna tutarak paramparça etti[24]. Bu olay, kesinlikle gerçektir. Hz. Peygamber’in vefatından 115 yıl sonra İslâm dünyasının başına geçen ve bir yıl sonra da bizzat kendi aile halkı tarafından kıstırılarak başı kesilen diktatör El-Welîd, buna benzer daha nice olaylar yaşamıştır. Dileyen güvenilir kaynaklardan bunları izleyebilir.
7) İslâm’da dört yaygın mezhebin imamları ve çoğunluktaki Sünniliğin temsilcileri olan Malik bin Enes, Ebu Hanife, Ahmed bin Hanbel ve Muhammed bin İdris, sık sık kâfirlik, sapıklık ve serkeşlikle suçlanmışlardır.
Kur’an ilimleri, Hukuk, dil ve edebiyat, tarih, mantık sosyoloji, tıp astronomi ve matematik gibi daha bir çok bilim dallarında eşsiz birer uzman olan bu şahsiyetlerin dördü de öldürülmüştür. İlk ikisi sopayla şehit edilmiştir. Ahmed bir Hanbel uzun süre karanlık ve rutubetli bir hücrede tutulduğu için bütün eklemleri kireçlenmiş, salıverildikten kısa bir zaman sonra vefat etmiştir. Muhammed b idris’in de yemeğine zehir konarak şehit edilmiştir. Bunlara kâfir ve sapık diyenler, bunları şehit edenler, bunların ölüm emrini veren diktatörler ve onları devlet başkanı sıfatıyla kabul edenler acaba müslüman mı idiler?
8) Abbasi kuklalarının on beşincisi olan «El-Mu’temid Alallah» unvanlı Ahmed bin Cafer, zamanında büyük bir zenci isyanı patlak verdi. Bunlar, Afrika’nın çeşitli bölgelerinden getirilmiş insanlardı. Yerliler, (İslam hukukunun asla izin vermediği yollarla) bu insanları aynen hayvanlar gibi alıp satıyor, çalıştırıyor. Üstelik onlara işkence yapıyor, onları ağır zulüm altında eziyorlardı. Sayıları yüz binleri aşan bu siyahî proto komünistler, o dönemin zalim burjuvazisine karşı birleşerek Ali bin Ebân liderliğinde ayaklandılar. Bu adam, etrafındaki canfeda insan seline ve içinde bulunduğu şartlara bakarak peygamberliğini ilân etti ve yandaşlarının hepsi bunu onayladı. Yıllarca devleti uğraştırarak korkunç yıkımlara neden olan bu kalabalıklar ve İslam’dan çıkmaları için onları adetâ özendiren o dönemin azgın ve zalim zengin halkı acaba müslüman mı idiler?
9) Altıncı Emevî Zorbası El-Welîd bin Abdilmelik bin Marwân döneminde Mısır Eyâlet valisi olan Qurra bin Şureyk el-Absî, Kahire’deki ünlü Amr bin el-As Camiinde defalarca alenî şekilde içkili âlem düzenlemiş, buna rağmen ne görevden alınmış, ne halktan toplu bir şikayet gelmiş, ne de bu adam herhangi bir cezaya çarptırılmıştır. Hz. Peygamberin vefatından yaklaşık 80 yıl sonra böyle bir olayın cereyan etmiş olması ilginç değil mi?! Günümüzün laikçi ülkelerinden Türkiye, Tunus ve Cezayir’de bile böyle bir şey yapmaya cüret edecek bir yönetici tasavvur edilemez. Bu Vali başta olmak üzere gerek ona bu görevi veren, gerekse onu bu vaziyette görüp susan insanlar acaba hakikaten müslüman mı idiler?!
10) Bilindiği üzere Kudüs’te bugünkü şekliyle hâlâ ayakta duran el-Aksâ Camii, Beşinci Emevî Zorbası Abdulmelik bin Marwân’ın emriyle yapılmıştır. Fakat bu camiin hangi niyet ve amaçla inşa edildiğini, günümüzdeki birbuçuk milyar müslümansı insan arasında belki ancak beş on kişi bilmektedir. Bu diktatör, Emevî Devleti’nin başı iken, Başkent Mekke olmak üzere, meşru bir İslam devleti vardı ve bu devletin başında Abdullah bin Zübeyr bulunuyordu. Hacca giden Emevi vatandaşları, hilâfet devletinin sınırları içinde Emevi yönetimine karşı kışkırtılabilecekleri kaygısıyla bu farzı yerine getirmekten yıllarca alıkonulmuşlardır. Onun için Mekke’ye gitmek yerine, Emevi vatandaşlarından İsteyenlerin Kudüs’e giderek bu farzı yerine getirebileceklerine ilişkin Emevi vatandaşlarına ayrı bir Kâbe olmak üzere bu Cami inşa edilmiştir! Meselenin içyüzü budur. Bunu yapanlar acaba müslüman mı idiler?
11) «Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey müteassıp bir Hanefî idi. Hatta veziri Amîdü’l-Mülk’ün Horasan camilerinde Râfızîlerle berâber Eş’arîler’e de lânet edilmesi hakkında ondan mezuniyet aldığını ve Şafiîler aleyhinde pek müteassıp olduğunu İbnu’l’esîr yazıyor (Tarihü’l-Kâmil c. 10 s. 11). Alparslan, İmam A’zam’ın Bağdad’daki türbe ve camiinin tamiri ile bir Hanefî medresesi te’sisine Ebu Sa’id Muhammed b. Mansûr Şeref el-Mülk el-Hwarzemi’yi me’mur etmişti. (Schefer Siyâsetnâme Tercemesi s.2). Nizâmü’l-Mülk’ün Siyâsetnâmesi’nde Alparslan’ın Şafiî ve bilhassa Râfızîlere karşı ne kadar şiddetli davrandığını gösteren mühim tafsilât vardır. (21. ve 42. fasıllara bakınız). Dozy de, Türklerin Sünnilîlikteki taassuplarını i’tiraf ediyor.» (Prof. Dr. Fuad Köprülü. Kaynak: Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar s. 18. Diyanet İşleri Bşk. Yy. 8. Baskı, Ankara-1993)
12) Dört Halifeden sonra gerek Emevîler, gerek Abbasîler, gerek beylikler, gerekse Selçuklular ve Osmanlılar zamanında girişilen bütün fetih hareketlerindeki temel amaç, tamamen siyasî ve ekonomiktir. Bu açılımlar sırasında İslâm’ın mesajını yabancı ülke ve milletlere taşımak ise –adaletin azami derecede gözetildiği dönemlerde bile- en iyimser ihtimalle ikincil, hatta üçüncül amaç olarak bir ayrıntıdan öte önem taşımamıştır.
Demek ki bu zihniyetle yaşamış olan «müslümansı» toplumlar, tarih boyunca İslâm’ı daima çıkarları için sömürmüşlerdir. Bu toplumlar içinde her dönemde İslâm’ın bütünlüğüne inanmış, eğitimli, ahlaklı ve özverili çok küçük bir azınlık sayesinde Kur’ân-ı Kerîm ve İslâm dini sağlam olarak zamanımıza kadar intikal edebilmiştir. Dolayısıyla 1500 yıldır İslâm’ı daima çıkar için kullanmış olan milyarlarca insanı mü’min saymak gerçekle örtüşmemektedir. Şu var ki hiç kimse bu kalabalıkların müslim ve mü’min olmadıklarını kanıtlayamayacağı için onları tekfîr etme hak ve yetkisine sahip değildir.
Feriduddin AYDIN
[19] İmama Suyutıy, Tarihul’hulefâ, s. 208
[20] Age. s. 228
[21] Age. s. 245
[22] Age. s. 234
[23] Cevat Saydavi, et-Tuğâh s. 60
[24] كان الوليد يهمّ بسفرٍ، فاستفتح، فخرجتْ هذه الآيةُ (وَاسْتَفْتَحُواْ وَخَابَ كُلُّ جَبَّارٍ عَنِيدٍ، مِّن وَرَآئِهِ جَهَنَّمُ وَيُسْقَى مِن مَّاء صَدِيدٍ). فقال: سجعًا سجعًا! ثم أخذ قوسًا وجعله غرضًا يرميه بالنِّبالِ حتّى تمزّق. وقال:
أتوعِدُ كلَّ جبَّارٍ عنـيِدٍ * فها أنا ذا لجبَّارٌ عنيدٌ
إذا لاقَيتَ رَبَّكَ يومَ حشرٍ * فقل ياربِّ مَزَّقَنيِ الوليدُ
http://www.islam-tr.com/forum/konu/feriduddin-aydin-tekfir-turkiyede.9584/
Tarikatların, mezheplerin doğmasında başlıca neden İran’dır. Eski bir uygarlığın yaratıcısı olan İran, inanç bakımından, İslam dininin içeriğine aykırıdır. İran uygarlığı büyüktür, eskidir, kendi doğuş ortamında özgündür, İslam dini ise dar, gelişmemiş, verimsiz, çöllerle kaplı bir yörede doğmuş, özellikle Tevrat’ın değişik bir yorumu olarak ortaya çıkmıştır. Bu dinin gelişmiş bir uygarlığın egemen olduğu ortamda doyurucu, inandırıcı, güven verici bir içeriği yoktur. İran düşüncesinin İslam karşısındaki üstünlüğü, kökenliliği önemli bir etkendir. Arabın yalnızca yöresel inanç gereksinimlerine yanıt veren İslam İran uygarlığının yarattığı görkemli ortamda öncül duruma geçememiştir. İşte “Şiilik” denen inanç düzeninin doğmasında başlıca neden İslamın bu içeriksel yetersizliğidir.
Din birey için gerekli olabilir, toplumların düşünsel yapısına göre, yararlı olduğu çağlar da vardı. Ancak, uygarlığın hızlı gelişimi, yaratıcı devrimleri, doğurucu girişimleri karşısında olduğu gibi kalmayı ilke edinen bir inancın kendi kendine kuyu kazdığından da kuşku duyulmamalı. Bir inanç kaynağında ne denli güçlü olursa olsun, gelecekteki yaşamını benimsemediği bir uygarlığın verileriyle bağlamışsa, onlarla sürdürmekten başka yol bulamıyorsa, çökmeye, yıkılmaya yönelmiş demektir. İslam böyle bir döneme, Ortaçağın bitiminden sonra girmiş, belli alanlarda gerici olsa bile, kilisenin başarılarını sağlayamamış, onlar karşısında yenik düşmüş ezik kalmıştır.
Bu gerçeği günümüzün İslamcı Türk aydını öğrenmek, bilmek istemez, bağlandığı Arap inancı onu, “milliyetçi” geçinmesine karşın bütün ulusal bağlarından, erdemlerinden uzaklaştırmıştır. Onun bilebildiği Türk tarihi, ancak İslama kullukla başlamıştır. Böyle bir kimsede, böyle bir toplumda tarih bilinci yok demektir. Bize kalırsa diri varlıklar arasında yalnızca düşünen, düşünsel alanda üreten insanın tarihi vardır. İslama bağlanan, bu inanç kurumunun değişmez ilkelerine saplanan bir kimsede bilinç uyanıklığı olmadığından, onun, tarihi de yoktur. Bu nedenle İslamın da tarihi yoktur, ancak tarihe konu olabilecek olayları vardır. Biz bu görüşü “Tarihin İlkeleri, 1991, Say, yay.” adlı çalışmamızda ayrıntılarıyla inceledik, kimin tarihi olabileceğini, hangi gelişmelerin tarihin kapsamı içine girdiğini örneklerle gösterdik. İslam toplumlarında, felsefe ilkelerine dayanan, bilgi öğeleriyle beslenip gelişen bir tarih anlayışı doğmamıştır, buna başlıca engel dindir.
Özellikle İslam dini birtakım değişmezliklere dayanır, onlarla kalıcı olabileceğine inanır. Değişmezliğin egemen olduğu yerde tarih de yoktur derken, tarihi yapan olayların bulunmadığını vurgulamak istedik. Bu nedenle bir “İslam tarihi” söz konusu değildir, o ancak bir “İslam öyküsü” olabilir, tarih kavramının içerdiği anlamın dışında kalır.
https://turandursunkutuphanesi.files.wordpress.com/2013/05/irticanc4b1n-ayak-sesleri-ismet-zeki-eyc3bcboc49flu.pdf
5 no’ya. Bu konuya Din Paradigması başlığı altında 3. bölümde gireceğim. Şu kadarını söyleyeyim;” Din’in iktidarı olmaz; İktidarın Din’i olur ve her iktidar gibi kirlenir, ahlaksızlaşır; dünyevileşir; o artık bir Din değil, İktidarın dünyevi sopasıdır.”
Kırsal Kesim Kültürü
TÜRKİYEYİ her biri tek başına çökertecek yirmi beş kadar ölümcül zaafımız var. Bunlardan biri, her şeye ve her yere kırsal kesim bedevî kültürünün hakim olmasıdır.
Siyasette bu kültür… Millî eğitimde bu kültür… Toplumda bu kültür… Medyada bu kültür… Edebiyatta mimarlıkta sanatta hep bu kültür.
Efendi sesini kes itiraz etme! Sen, istisnaların kuralı bozmadığını bilmiyor musun?
İslamcı ve Müslüman kesim kırsal kültürden yıkılıyor.
Turistik, lüks, konforlu, beş yıldızlı, Zam Zam Towerli, açık büfelerden tabağını tepe tepe doldurup da, yemeklerin yarısının yenmeyip çöpe atıldığı umreler medeniyet midir, bedevilik midir?
Lüks ve israflı meskenlerin, lüks yazlıkların, lüks otomobillerin, lüks eşyaların, lüks giysilerin, lüks cep telefonlarının, lüks hayat tarzının hakim olduğu bedevî kültürlü toplum.
Şu bedeviye bakın: Uçağın business kısmında oturmaz, havaalanının VIP salonundan geçmezse kahrından geberir.
Cebindeki telefonu üç bin lira, kalemi (o da varsa) bir lira. Bu adam mı medenî?
Kaideyi bozmayan nadir istisnalar dışında liselerimiz ve üniversitelerimiz kırsal kesim kültürlü yetiştiriyor.
Kullanılan Türkçe ne Türkçesidir?.. Mimarlığımızın ve şehirciliğimizin şu haline bakınız.
Önemli bir kurumun çatısı altında birbirlerine ana avrat küfürler edip tekme yumruk dövüşenlere medenî mi bedevi mi diyeceğiz?
Son kırk yılda yapılan kırk bin yeni camiden hangisi mimarlık abidesidir, sanatlıdır?
Televizyon açık oturumlarında galiz küfürler savuranlara ne dersiniz?
İslam davasını mıncıklayan şu arivistler…
Haram yiyenler medenî Müslüman mı, bedevî mi?
Şu görmemiş türedi Süslüman karılar…
Medenî bir vatandaş ile bedeviyi el yazısından ayırt edebilirsiniz. Zamanımızda el yazıları genellikle ne kadar çirkin…
Medenî bir kimse haram ve gayr-i meşru yollarla zengin olmaz.
Medenilikle şarlatanlık, soytarılık, hokkabazlık, geri zekalılık, üç kağıtçılık bağdaşmaz.
İhalelere fesat karıştıracak, haram rantlar yiyecek, o biçim komisyonlar alacak ve medenî olacak… Yok canım!..
Medenî Türkiyeli Türkçesinden belli olur.
Eskiden bir İstanbul kültürü, ahlakı, terbiyesi, adabı, nezaketi, kibarlığı, mürüvveti, inceliği vardı. Onlar nereye gitti?
Evet soruyorum: Evet efendimler… Teşekkür ederimler… Estağfirullahlar… Bendenizler… Bu fakirler… Devlethanenizler… Fakirhaneler… Bunlar nerelere gittiler?
Bunca yılışıklık, külhanilik, edepsizlik, kabalık, hoyratlık, zontalık nereden çıktı?
Ruh soyluluğu denen kibrit-i ahmer nereye gizlendi?
Şu pahalı giysili, lüks giyimli, üç yüz kelimeyle Türkçe konuşan ve yazan, telefonu üç bin liralık, kalemi bir liralık âdemler nereden zuhur etti?
Bu kırsal kesim zihniyeti, kültürü, kurnazlığı Türkiyeyi batıracak.
Mehmed Şevket Eygi
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Kirsal_Kesim_Kulturu/24340
http://www.gazetevahdet.com/hikmet-nereye-gitti-1763yy.htm
“…
Hikmet olmayınca işler iyi yürümüyor. Hürriyet tek başına yetmiyor. Yanında hikmet olacak, adalet olacak, akl-ı selim=sağduyu, vicdan olacak ki, işler kıvamında olsun…
Hikmetsiz siyasetin tadı tuzu olmaz… Hikmetsiz eğitim bir işe yaramaz… Hikmet olmazsa hayat bile çığırından çıkar.
Hikmet hayatın tuzu gibidir. Yemekte bile lazımdır. Tuzsuz yiyenlere bakınız, ne demek istediğimi anlarsınız.
Tıbbın hikmeti olmalıdır… Hikmetli doktor, para kazanmak için lüzumlu olmayan ameliyatı yapmaz, faydasız ilacı yazmaz.
Hikmetsiz insanlar trafiğe çıkarsa, seyrüsefer allak bullak olur.
Hikmet uçup gidince Müslümanlar da bozulur. İslam hikmet=bilgelik dinidir. ”
…
****************************************************
Burada bu yazarı zaman zaman okuyoruz; sağolsunlar, sevenleri var; bize de okutuyorlar. Okuruz… Gün gelir, olağan üstü bir şey de öğreniriz; İnsan bir çocuktan da öğrenebilir… Hayat ve bilgi sonsuzdur; olmadık bir davranış, bir cümle bize bir son damla oluverir…
*
M.Ş. Eygi, bu yazısında “hikmet, bilgelikten” söz ediyor.
Bilgelik!
Bilmek, anlamak… Derinlemesine… Nazım’ın dediği gibi “anlamak, Gideni ve gelmekte olanı, o müthiş bahtiyarlık!”
Hikmet, “Tanrının” bizim anlayamayacağımız amacı, aynı zamanda.”
Tüm bir İslam aleminin sürüklendiği kanlı cinayet süreçleri. Bangladeşte, Pakistan’da, Sudan’da, Afganistan’daki sefalet… Yoksa Tanrı’nın amacı onlara “dinsel dogmalarının yanlış olduğunu” mu anlatmak!
*
M. Ş. Eygi belki idealist ve iyi bir insan… Ama yetmez; bilgelik için daha fazlası gerekli…
Diyor ki, Doktor hikmetli olmalı… Doktor, Modern Tıbbın adamıdır; bilimin. Bilim, dogmalarla bir arada bulunmaz. Doktor bir bilim adamı olacaksa din dogmaları ile işini iyi yapamaz; Onu ahlaksızlaştıran Modernite ise doktor yapan da o!
Din dogmaları ile bilgelik imkansızdır; hikmet de! Dünyayı, insanı, süreçleri, tarihi, kaderimizi görmenin yolu tabiatın, insanın ve kadının bize anlatıldığı gibi olmadığıdır!”
Anlatanlar haklı olsaydı tüm bir İslam alemi bu korkunç, acınası, zavallı duruma düşmezdi..
Eksik olan Hikmet değil; İslam alemi kendini Hikmet’e götürecek yolun çok uzağında, çöllerde kaybolmuş…
MŞE gibi insanlar bir 100 yıl daha inkar edecekler; Hikmet insanın ve dünyanın bilimsel gerçekliğini, tarihini inkar etmekle olamaz; elbette “tinsel-ruhsal” gereksinimi vardır insanın ama bu onun tabiat ve toplum içindeki yerini inkar etmekle bulunamaz; İslam aleminin yaşadığı korkunç süreç, bu dünyaya ait bilgeliği reddetmelerinden kaynaklanır..
http://bekirlyildirim.wordpress.com/2009/07/09/neden-cagdas-kelimesi-tiksintyi-verir-sebep-12978/