Partiler!

Siyasi partiler hiçbir zaman gerçekten ezilen kitleleri temsil etmezler ama onların üzerinde yükselirler. Seçimler, hiçbir zaman toplumun gerçek iradesini ortaya koymazlar ama bir anlamda toplumun eğilimlerinin bir anketi işlevini de görürler. Bu bakımdan siyasi partilere ve seçimlere ilgisiz kalmak doğru olmaz. Elbette temeldeki işlevlerini açıklamaktan bir an bile vazgeçmeksizin.
Bugün Türkiye’deki belli başlı siyasi partiler neyi temsil etmekte, hangi eğilimleri yansıtmaktadırlar?

AKP: Sermaye sınıfının yeni yükselen kesiminin temsilcisidir. Hem sermaye gücünü hem de iktidar gücünü yoğunlaştırarak büyük bir güç biriktirmiştir. Bu güç birikimi, ister istemez rejimi de kendi istekleri doğrultusunda yeniden düzenleme hevesini gündeme getirmiştir. Bu, elbette bu sermaye kesiminin ve onun iktidar temsilcisi kişinin tekeline ve diktatörlüğüne dayanan bir rejim olacaktır. AKP, bazı liberal unsurlar tersini iddia etmeye devam etseler de, Ermeni meselesinde vb. artık tamamen Türk devlet geleneği üzerine oturmuştur ve faşizme benzer bir rejim özleminin temsilcisi olarak görülebilir.

CHP: AKP’nin temsil ettiği sermaye kesimlerinin karşısındaki geleneksel sermayeyi ve aynı zamanda yeni rejim özlemleri karşısında eski rejimi temsil eden partidir. Geleneksel sermayeye ve dolayısıyla uluslararası kapitalizme bağlı olduğundan neo-liberal politikaların da yılmaz savunucusu konumundadır. Bu parti, “ana muhalefet” partisi olarak ister istemez, AKP diktatörlüğünden büyük rahatsızlık duyan halk kesimlerini, Alevi kitlelerini, seküler orta sınıf kesimlerini, solun bir kısmını bünyesine çekebilmiş ve desteğini kazanmıştır. Son zamanlarda ulusalcı tabandan bir miktar kan kaybettiği söylenebilir.

MHP: Klasik aşırı sağ-milliyetçi eğilimleriyle Anadolu sağcılığının oy tabanını AKP ile bölüşen MHP, bütün stratejisini AKP’nin Anadolu’da oy kaybetmesi üzerine kurmuştur. AKP’nin Kürtlerle “barış süreci”ni yürütmesine muhalefet etmeyi temel siyaseti olarak belirlemiştir. Klasik ırkçı ve faşist söylemlerinden vazgeçmemekle birlikte merkez-sağ seçmene cazip gelebilecek “ılımlı-modernist” bir görüntüyü de ihmal etmemeye çalışmaktadır.

HDP: Kürt ulusal hareketinin partisidir. İçinde Türk solunun ağırlıklı olarak liberal kesimlerinden de bileşenler vardır. Kobane direnişinden beri solun daha radikal kesimlerinden ve hatta anarşistlerden bile destek bulmaya başlamıştır. HDP’nin barajı geçmesi son derece kritik bir konu olduğundan seçim yaklaştıkça neredeyse bütün solun desteğini alacakmış gibi bir görünüm vermektedir. HDP, Kürt sorununun ve “barış süreci”nin yanı sıra, solun ve anarşistlerin yıllardır gündeminde olan doğanın savunulması, LGBT, vicdani red gibi konularda duyarlılık göstermekte, dolayısıyla bu kesimlerde sempati toplamaktadır. Bununla birlikte, HDP’nin AKP’ye ve dincilere yakın, Barzanici denebilecek bir damarı ve kesimi de vardır ve İmralı’dan da destek alan bu kesimin parti içindeki ağırlığı küçümsenemez. HDP’nin içindeki bu kesimin küçümsenemeyecek bir ağırlıkta olması, barajı geçmesi için HDP’ye destek ve oy vermeyi düşünen devrimci ve seküler kesimlerde önemli bir endişe, tereddüt ve gelgitlere yol açmaktadır. Keza, HDP içindeki sol-liberallerin varlığı ve etkisi de bu kesimlerde kaygılara yol açmaktadır.

VP: Türkiye’nin nasyonal-sosyalist partisidir. Temelde Stalinist olan bu parti, bugün MHP’yi bile yaya bırakan en ırkçı, en savaş yanlısı (örneğin Kuşadası’nda, Ege’deki adaları Yunanistan’dan geri almayı hedefleyen mitingler yapmaktadır), en ordu yanlısı politikaların savunucusudur. Kürtlere karşı tutumda da aynı şekilde nasyonal-sosyalist ve Kürt düşmanı aşırı sağcı bir çizgide seyretmektedir. Ermeni meselesinde ve “paralel örgüte” karşı mücadelede AKP ile ittifak halindedir. CHP’den süreç içinde kopan bazı ulusalcı unsurları bünyesinde toplayabileceği, genelde de ulusalcı kesimin desteğini alacağı tahmin edilebilir.

Bu eğilimleri temsil eden partilerin alacağı oy oranları, toplum kesimlerinin halihazır yönelimleri konusunda bir fikir verebilecektir.

Gün Zileli
27 Nisan 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Ne Yazmalı?!

Artıgerçek Bu, periyodik olarak yazmak zorunda olan yazarların değişmez sorusudur. Gençliğimde her gün büyük bir …

30 Yorumlar

  1. VP nasyonal sosyalist, (neo-)nazi bir parti, ama biraz fazla şans tanımışsınız gibi geldi. Şu anda milliyetçilik esas akım akp ve mhp’de toplanıyor, gençler arasındaki “pop milliyetçilik” içinde vp hiç çekici değil. emekli generaller ve bürokrat eskileri ile bir zamanların darbe olsun diye bekleyen Feyzioğlu partisine (cgp) benziyor. Fikirleri ulusalcı kesime hitap edecek olmakla birlikte d. perinçek’in bu keismlerde bile pek tutulan biri değil. Seçimde yüzde 1 oy bile almalarının kendileri için büyük başarı olacağını düşünüyorum.

  2. Gün Zileli’ye Sorular:

    Vatan partisi sizce ne kadar oy alır? Cem Uzan’ın Genç partisi gibi yüzde yediye ulaşacak bir oy patlaması yaşayabilir mi?

    Seçime tek başlarına katılan komünist partiyi ve halkın kurtuluş partisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Sizce akp tek başına hükümet kuramayacak kadar oy kaybı yaşar mı? Ufukta bir koalisyon görüyor musunuz? akp mhp koalisyonu olursa ülke nereye gider? chp mhp koalisyonu olursa ülke nereye gider?

  3. Komünist Parti 550 kadın adayla seçimlere katılıyor. Onlar hakkında ne düşünüyorsun? (Partinin default Stalinistliğini sormuyorum, o apayrı bir konu).

  4. AKCOM bu partilerin özeti

  5. iyi yapmışlar ama tek başına kadın aday çokluğu o kadar önemli değildir. Hatta aldatıcı bile olabilir.

  6. sanki ben kahinmişim gibi sormuşsunuz. Hepsine toptan cevabım “bilmiyorum”dur. Ama şu kadarını söyleyeyim: VP %1 alırsa bu onun açısından bir başarı olur. KP ve HK’nın seçimlere katıldığını bile sizden öğrendim. Pek bir hükmü yok.

  7. @5 Anonim

    Bu iddialar çok bayat değil mi artık? Mini-yazının “başı parti=örgüt, anarşistler partiye karşıdır, dolayısıyla örgütlenmeye karşıdır” formülasyonu ile başlıyor. Sonradan öğreniyoruz ki aslında anarşistler örgütlenmeye karşı değilmiş de sendikaları parti gibi kullanmaya çalışırmış, bunlar da gevşek ve küçük burjuva ve idealist olurmuş.

    Yarım yamalak şekilde anarkosendikalizmi eleştirmeye çalışmışsınız (İspanya’daki CNT’ye örtük referans ile) onun savunmasına hiç girmeden belirteyim ki anarkonsendikalizm anarşistlerin tek örgütlenme anlayışı değildir. CNT’nin CNT-FAI olarak da anılmasını sağlayacak derecede etkili bir örgüt olan FAI neydi acaba? Leninist ekoldeki “kadro örgütü”nün anarşist ekoldeki muadili olmasın? Platformizm, Especifismo nedir? Bu “kadro örgütlerinin” “kitle örgütleri” içinde kendilerine biçtikleri rol nedir? ipucu: kitle örgtürlerinin otonomisini sizin gibi Leninistler’in iktidar gaspına karşı korumak bu rollerden biridir.

  8. yahu arkadaş, bu çağda hala marks lenin gibi putlara tapanlar var ya. inanılır gibi değil. jargon tam yüz senelik jargon. 1 mayıs gündemi de var şimdi. bunlar şimdi kendilerini ne şişirirler devrim masalıyla. gün zileli de bunların höt zötlerine kanıyor, başlangıçta destek veriyor, ama sonunda gerçek yüzlerini görüp pişman oluyor hep.

  9. Can Beysanoğlu

    Gün hocam, saygılar.

    Bir insanın hayatını okurken, oturduğum koltuğun veya uzandığım divanın üstünden ışınlanıp, o insanın hayatının tam ortasına süzülüp konduğumu farzederim hep. Tıpkı bazen rüyalarımızda kendimizi uzaktan görüp izlediğimiz gibi, sanki satırlar aracılığıyla hayatına konuk olduğumuz insanın dünyasının bir parçası, adeta onun sol omzundaki melek gibi hissederim.

    Şu bir haftadır, Havariler’i okurken, kendi hayatımdan bir süreliğine koptuğumu ve sayfalar boyunca 1970’li yıllardaki Gün Zileli’nin hayatını anbean yaşadığımı farkettim. Yarılma’yı yıllar önce okumuştum ilk baskısından. Hızlıca, bir gecede bitirmiş, hâliyle metnin içine bütün varlığımla nüfuz edermemiştim. Bu defa tam tersi oldu: Şurup gibi akıcı üslubunuzu ve amiane tabirle “roman gibi” hayat serüveninizi ilgiyle okudum. Şimdi Sapak’a başlıyorum.

    Ruhunuzun inceliğine, kaleminizin ustalığına şapka çıkarıyorum. Nice yazılara ve kitaplara…

  10. Çok sağol Can. İşte yazarın en büyük ödülü budur.

  11. YAVUZ ALOGAN Arkadaşımız şöyle yazmış:
    “Sahi, Vatan Partisi’ne oy vermeyip kime oy vereceksiniz? Bir eli Derviş’in cebinde, öteki eli Demirtaş’ın kolunda, Amerikalı eyalet senatörü gibi dolaşan Kılıçdaroğlu’na mı? Tek bir kasetle kendini inkâr edip “müstevlilerin siyasi emellerine alet olan” CHP yönetimine mi? Ülkeyi Amerikan emperyalizminin ve neo-liberalizmin tahakkümü altında 36 etnik gruba ve 25 eyalete bölmeyi amaçlayan, anarko-ekolojist Murray Bookchin’den gülünç ve anakronik biçimde araklanmış “radikal özerklik” saçmalığıyla yürüyen Demirtaş’a mı? Apo’yla MİT’in pazarlığı sonucunda Haziran’ı ve bütün sosyalistleri yutmaya çalışan HDP’ye mi? Emperyalistlerin ve gericilerin mutasavver Anayasa’sına mı?

    AMA OY ALAMAZ!

    Alamasın! Vatan Partisi isterse binde sıfır oy alsın; açılan sandıkların hiçbirinden bu partiye bir tane oy çıkmasın! Emperyalizme karşı açıktan tavır alan, kamulaştırmayı, Cumhuriyet’i, laisizmi savunan, sosyalist bir gençlik örgütü kurmayı başaran başka parti var mı?

    Doğu Perinçek’in sosyalistliği, marksist dünya görüşü sorgulanabilir mi? Geçmişte kendisini eleştirdik; üzerinde tepindik; en zayıf noktası neresi, bulalım da var gücümüzle oradan vuralım diye düşünüp taşındık. Şimdi de eleştiririz. Ben bu gazetenin ikinci sayfasında, geçen 1 Mayıs’taki tavrını eleştirdim mesela; bütün sosyalist sola “vatansızlar, Amerikan askerleri” demenin yanlış olduğunu kendisinin yüzüne karşı ve çeşitli yerlerde yazarak söyledim. Yine eleştiririz. Herkes eleştirdi. Bu köşede de pek çok kez eleştirdim. Hatta bazı alçaklar, onun en yakın eski arkadaşları sıfatıyla, Fetullah cemaatinin marifetiyle yayımlanan “Aydınlıktan Kaçanlar” adlı özel bir kitap bile çıkardılar. Dünya çapında bir eleştiriye ve ihanete mukavemet yarışması yapılsa, Doğu Perinçek’in rekorunu kimse kıramaz.

    Fakat partinin yönetiminde generaller ve amiraller var.

    Şunu hiç unutmayalım: Kendi özdeneyimiyle, hani vardı ya John Locke’un, Rousseau’nun “deneysel öğrenme” yöntemi, işte onunla; yaşayarak, deneyerek, bizzat görerek, yüz yüze gelerek, cezaevinde yatarak emperyalizmin ne olduğunu öğrenen bir general ya da amiral, emperyalizmi Lenin’in “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm” kitabını ezberleyerek öğrenen bir kişiden çok daha kararlı ve dönüşü olmayan biçimde, sahici bir anti-emperyalist olur.

    Alt tarafı oy vermekten bahsediyoruz. 70’li yıllarda hepimiz gidip CHP’ye oy vermedik mi? Sonrasında yine sosyal demokrat partilere, SBP’ye ÖDP’ye, TKP’ye oy verdik. Ne oldu? Birincisi gitti kara çarşafa altı oklu CHP rozeti taktı; laisizmi ve Aydınlanma düşüncesini geminin bordasından atarak neo-liberalizmin gazıyla havalandı. Diğerleri ya kapandı, ya da bir kısmı HDP’nin peşine takıldı, bir kısmı şaşırıp kaldı ya da anlaşılmaz biçimde bölündü. Demek ki bu seçimlerde emperyalizme karşı açıktan tavır alan, Aydınlanma düşüncesine sahip çıkan, gericiliğe karşı en geniş cephenin nüvesini oluşturan Vatan Partisi’ne oy vereceksiniz.

    Dediğim gibi, alt tarafı oy vermekten bahsediyoruz. Tekil, bireysel oylardan… “Gelin Bandırma Vapuru’na binin” diyen yok. Fakat şunu unutmayalım: şartlar o şekilde gelişecektir ki bugün Vatan Partisi’ni ve Doğu Perinçek’i yeterince sosyalist bulmayanlar, bir iki yıla kalmadan, İstanbul’dan takalarla İnebolu’ya geçip, oradan at arabasıyla demiryolu hattı boyunca yol alarak Ankara tren istasyonuna ulaşmaya çalışacaklar.

    Siyaset yapmak için biraz öngörü, yani koşulların hangi yöne doğru sürüklediğini görebilmek gerekir. AKP’nin “demokrasi” ayağına bize ayırdığı, içinde yirmi yıldır her şeyi yazıp çizebildiğimiz, kızıl bayraklarla dolaşabildiğimiz, Syriza’cılık oynadığımız, kendi alemimizde tartışıp dalaştığımız, toplumda hiçbir karşılık bulamayan küçük bahçe tarihsel ömrünü tamamlamıştır. Geniş bir Cumhuriyet cephesi tek çözümdür. “Cephe” diyoruz; yani herkesin kendi varlığıyla ve fikriyatıyla katılabileceği, sadece ortak hedeflerde birleşeceği bir şeyden söz ediyoruz. Bunu yapabiliriz. Haziran Ayaklanması da bunun bir işaretiydi zaten.”

    http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/yavuz-alogan-yazdi-vatan-partisi-ne-oy-vermeyip-kime-oy-vereceksiniz-h58598.html

  12. söyle demislerdi; ugruna cabaldigimiz her sey bulandirilmis olabilir, yol yöntem bulandirilmis olabilir, o zaman sadece yoldaslarimizin intikami icin dövüsürüz…. az demisler, sadece yoldaslarimizin kani icin dusmana vurmak hazirligi yetmez, daha bu gunden, haini layinlara vurmak, gerek.. mademki guce tapiyorlar, mademki, onur erdem teori ideoloji onlara gore egilip bükülübilen seylerse,.. madem oyleyse birazda bizdan korksunlar, nasil olsa kazanana oynuyorlar, o zaman ortada bir ahlak bir deger yok demektir. vurun hainlere soylarina soplarina… ilk onlara vurun, dusmani bos verin onlara vurun. birazda sizden korksunlar….
    Aydin eksikliginden korkmayin bunlar aydin falan degil… Vurun onlara, Nacayafvari vurun….

  13. akp %40 civarı. chp %25-28 arası. mhp %15-17 civarı. hdp %9-11 baraj kritik. vp ise %1’i geçemez.

  14. Hoşgeldin can beysanoğlu arkadaşım külliyatın 🙂 en iyi kitapıdır bence hele gün abinin”önümüzde devasa kötülük güçleri olsada zor zamanlarda iyi insanlar saklandığı yerden çıkar ” diye başlayan bir paragraf vardır ki insanı umut deryasına salar dolaştırır hayatta karşına çıkan iyi insanlara bir selam çakarsın… Sığınmacılar da bu son demişti ama benim hala umudum varr….

  15. Bir milyon tane oyum olsa bir tanesini o ırkçı Perinçeke vermem.

  16. Vatan Partisi hakkında konuşmak istiyorum.

    Bizzat katıldığım Kuşadası’ndaki 152 Ada mitingini işaret ederek kullandığınız “savaş yanlısı” ifadesine kesinlikle katılmıyorum. Ne mitingin konuşmacılarında, ne de kitlede böyle bir yaklaşım vardı. Aksine Doğu Perinçek Türk-Yunan dostluğuna vurgu yaptı ve Ege’nin Türkiye ile Yunanistan’a ait olduğunu, buradan iki ülkenin de barış içinde yararlanması gerektiğini söyledi (elbette cımbızlanmış sözler tek başına yanıltıcı olabilir ama genel havayı ifade etmek istiyorum). Mitingin Türk-Yunan Dostluk Heykelinin (göğe açılmış elin içinden uçan güvercinler) bulunduğu meydanda yapılmasının da ayrı bir değeri vardır bana göre.

    Bir diğer konu Kürt meselesi… Vatan Partisinin şu an potansiyel seçmen olarak gördüğü laik-ulusalcı taban Kürt milliyetçiliğine karşı ve Kürt siyasetini büyük oranda gayrimeşru görüyor (komik!). Hatta yer yer ırkçı, Kürt düşmanı çizgideler. Ama yine Kuşadası mitinginden hareket edecek olursak, tabanın bu eğilimini kırma yönünde Vatan Partisinin toplum mühendisliği rolü olabileceğini düşünüyorum. Bana bunları düşündüren, meydandaki binlerce kişinin Doğu Perinçek’in çağrısıyla Hakkâri’ye, Yüksekova’ya, Mardin’e ve pek çok güneydoğu kentine selam yollaması oldu. Bunlar çok içten ve kardeşçe mesajlar.

    Oy konusuna gelirsek… Perinçek’in Ahmet Hakan Coşkun’a açıkladığı seçim hedefi 5 milyon oy alarak barajı aşmak. Bu bana göre gerçekçi ve samimi bir hedef değil. Vatan Partisi için hedef yüzde 3’ü aşmak ve seçim yardımına hak kazanmak olmalı. Bunun için de yaklaşık 1 milyon 400 bin oy gerekiyor. Yani parti, oylarını 14’e katlamalı. Bu da CHP’nin bu kadar agresif propaganda yürüttüğü bir dönemde kesinlikle mümkün görünmüyor. Bence Vatan Partisinin oyları 200 bini aşar ama 250 bini bulmaz.

  17. Sizin izlenimleriniz böyle ama benim Ulusal kanaldan izlediğim görüntüler ve verilen haber korkunçtu. Ege adalarının Türkiye’ye ait olduğundan hareketle yoğun bir şovenist propaganda söz konusuydu.

  18. KİŞİYE TAPINMA…

    Ural ATEŞER

    Türkiye’de hiç bir zaman, kağıttta yazılı olan ilkelere fiiliyatta uyulmaz… Bu anayasal ve yasal kağıtlarda yazılanlarda olduğu gibi, inançların yazılı olduğu kutsal sayılan metinler karşısında bile böyledir… Doğrulamak için herkes aynanın karşısına geçsin ve kendisine sorular sorsun, yeterliidir bu gerçeği kabul etmek için… Şaraba tuz katarak içince günah olmayacağını düşünen Müslümanlardan, “kitabına” uyduğu/uydurulduğu sürece her türlü dolandırıcılığı kabullenen “namuslu” vatandaşlara kadar şöyle bir bakın yeter…

    Cumhurbaşkanlarının “tarafsızlığı” bir anayasa gereğidir ve seçildiği anda siyasi parti aidiyeti biter… Ne kurucu cumhurbaşkanı, ne de daha sonra gelenler, İnönü, Bayar, Demirel, Özal şeklen partilerinden istifa etseler de, partili tavırlarını bırakmamışlardır… Celal Bayar’ın “DP” rumuzlu bastonu/asası meşhurdur… Darbe yoluyla cumhurbaşkanı olan darbeci paşalardan söz etmiyorum bile… Onlar cumhurbaşkanıyken de değilken de memleketi esas yönetenlerdi zaten… Tarafsız hiç olmadılar…

    Yukarıda saydığım cumhurbaşkanlarının Atatürk ve İnönü hariç hepsini yaşadım ben… İnönü’yü de parti başkanı ve başbakan olarak yaşadım… Hem darbeci paşa cumhurbaşkanlarına, hem de Demirel’e başbakanlık yaptığı dönemleri bilirim… Bugün çok daha farklı bir dönem yaşıyoruz… Allahı var, sayın Cumhurbaşkanımız, gelmiş geçmiş bütün cumhurbaşkanlarına rahmet okuturcasına, bu anayasal kuralı tanımamazlıkta hepsinin üzerine “tüy dikmekte”…

    “Ben şimdiye kadarkiler gibi bir cumhurbaşkanı olmayacağım” diyerek seçildiği için, neredeyse anayasa üstü bir keramete haiz statü kazandığına inanıyor ona tapanlar… Hani anayasa zaten değişmiş de, ona göre sınırsız yetkilere ve sorumsuzluğa sahipmiş gibi meydanlarda… Seçim mitingleri yapıyor… Mitinglerde halkı “nankörlük yapmayın” diye azarlayabiliyor; “400 milletvekili çıkarabilecek kadar oy” isteyebiliyor; “Eskiden üyesi olduğu” partinin iktidarında yapılan işleri sıralayıp, yeni seçim vaatlerinde bulunabiliyor… Bu kadar da “kör değneğim gözüne” olmamıştı bu işler…

    Üst üste kaç seçim kazandığını herkesin bir çırpıda sayamadığı AK Parti’nin de tüm başarısı ve geleceği de “eski genel başkanları” ve bugünün cumhurbaşkanına bağlanmış durumda sanki… Sanki koca parti hiç, ama tek bir adam her şey… Buradaki “sanki” dememe bakmayın… Bu durum gerçekten böyle Ak Parti’ye gönül verip her koşulda bu partiyi seçecek olan kitleler için…

    Bu hep böyle olmadı mı… Kuruluştan beri önce “Tek Adam”, sonra “İkinci Adam” (bu nitelemeleri ben yapmadım kendi taraftarlarının inandıkları put isimleri bunlar)… Sonra Menderes… Sonra Demirel… Sonra Özal… Taraftarlarının gönlünde hala bu isimler yatmıyor mu… “O olacaktı ki” denmeyen bir “lider” var mı… Hepsini taraftarı ve “o”na özlemi var… Şimdi de Erdoğan… Sonra…

    Sonrası da var… Hiç gülmeyin… Dün okudum… Birisi şöyle demiş: “Selahattin Demirtaş, bugüne kadar dinlediğim siyasiler içinde en düzeyli, en samimi ve en doğru kişi. Eğer CHP lideri olsaydı, oyların yüzde 50’sini alırdı.” Yani CHP’nin başarısızlığının nedeni “tapılacak” bir liderinin olmamasında bu durumda… Buna katılanların isimlerine bakınca ağzım açık kaldı doğrusu… Yahu planı programı,projeleri, geleceğe dönük hiç bir yeniliği, demokratik ve çağdaş bir gelecek vaadi olmayan bir partinin başkanı Kılıçdaroğlu olmuş ne farkeder, Baykal olmuş ne farkeder ya da “Selo can” dedikleri bugün söylediğini yarın değiştiren politikacı olsa ne farkeder… Kimse bunu düşünmüyor… İlla bir “tapınılacak” kişi olacak ki başarı gelsin… “Tencere dibin kara, seninki benden kara” misali… Arayın ve ilk bulduğunuza tapın…

    Siyasi parti değil, futbol klübü mübarekler… “Ali Şen başkan Fenerbahçe şampiyon” der gibi bir şey… Oğlum 5-6 yaşlarındaydı ben uzun sürgün yıllarından sonra ilk kez memlekete geldiğimde ve Kadıköy’de maç vardı galiba… Fener taraftarları bağırıyorlardı böyle… Oğlum sordu, “baba bu Ali Şen santrfor mu, takımı şampiyon yapacak” diye… Nasıl anlatırsın ki küçücük çocuğa…

    Hadi birlikte bağıralım: “Selahattin başkan CHP iktidara!”

    http://www.marmarayerelhaber.com/ural-ateser/34097-kisiye-tapinma

  19. Grup toplantıları

    Hürriyet, Cemil Çiçek’in bir tesbitini manşetine taşımış: bugün var olan siyasî gerginlik Meclis’teki (salı günlerine özgü) “grup toplantıları”nın ürünü, demiş Cemil Çiçek.
    Öyle mi?
    Bu grup toplantıları, gerçekten de, muhalefetin iktidara, iktidarın muhalefete yüklenmesinin kanalı haline geldi. Medya bunları verince, partilerin kendilerini topluma göstermelerinin yerleşik (rutin) bir aracı da oldu. Salı günleri, “tribünler” doluyor, “siyasi amigo”lar yerlerini alıyor, başlıyor veryansın. Bir sevimsizliktir gidiyor.
    Peki, bu “grup toplantıları” olmasaydı, toplum gerilmeyecek miydi? Her şeyin sorumlusunun grup toplantısı olduğunu düşünmüyorum.
    Böyle durumlar bana hep “dalgakıran” analojisini hatırlatır. Dalgayı “kıran”lar, gözümüzle gördüğümüz kocaman taşlar, kayalardır. Ama altta başka taşlar, kayalar olmasaydı, onları sırtlanmasaydı, dalgakıran da olmazdı. Oysa biz asıl temel işlevi yerine getiren taşları görmüyoruz; suyun altındakileri değil, suyun üstündekileri görüyoruz.
    Yani bu “gerginlik” olayında da, Salı toplantısı gibi göz önünde olmayan, derinde cereyan eden dinamikler bulunmalı.
    Memleketin bugünkü durumuna bakıp “Yahu nedir bu gerginlik? Nereden çıkıyor bu?” diye sorduğumuzda, şöyle bir bakındığımızda, bütün okların bir kişiyi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı gösterdiğini görüyoruz. “Cumhurbaşkanı”ndan beklenen davranışlarla falan hiçbir şekilde kayıtlı olmaksızın, durmadan, gerilimi yükselten sözler söylüyor.
    Ama “başlangıç”ta (siyasette bir “başlangıç” bulunabilirse) bu böyle değildi.
    Daha doksanlı yıllardan başlayarak, “solculuk”la “Kemalizm”i bir biçimde birleştiren birtakım kişilerden, “Bu adamlar iktidar olacaksa ben Kenan Evren’le müttefikim” gibi sözler duyar olmuştum. Duyar olduktan bir zaman sonra “görür” de olduk ve 28 Şubat geldi. O konuşmaları yapanlar, tabii ki, hiç itiraz etmeden seyrettiler, alkışladılar. Vaktiyle 27 Mayıs’ın olduğu gibi –ve aynı zihniyetin çizdiği sınırlar içinde– bu olay da birilerine bir strateji düşündürdü.
    Dolayısıyla 2002’de AKP en yüksek oranını tutturup tek başına iktidara gelince, belirli çevreler, ne yapacaklarını biliyorlardı, zihnî hazırlıkları vardı.
    Gerginlik çıkarılacak! Her olayı, yeni bir gerginlik kaynağına dönüştürmek gerekiyor! Gerilim artacak ki “Kurtarıcı” da bir “kurtarma” gerekçesi bulsun. “İrtica geldi! Devrimler gitti!”
    Böylece gerilimi yükseltme “politika”sı başladı, başlatıldı. İçerideki gerginlik istenen düzeydeydi, ama uluslararası konjonktür bu son “kurtarma” operasyonuna uygun değildi.
    AKP ise savunmadaydı, ayağını nereye basacağını, eliyle nereye tutunacağını tesbit etmeye çalışıyordu.
    İşte, son on küsur yılın olayları, hepsi hatırımızda: muhtıralar, parti kapatma davaları vb.
    Ve arada seçimler… Bu seçimlerde AKP sürekli oy oranını yükselterek kazandı.
    Yani yaratılan gerilim beklenen “Kurtarıcı”yı getiremedi, ama devrilmesi gereken iktidarı güçlendirdi. İktidarı destekleyenlerin sayısını artırdı.
    AKP konsolide oldu.
    AKP ya da önderi Tayyip Erdoğan bu süreçten kendi penceresinden bakınca görünen sonuçları çıkardı: “Kurtarıcı”nın gelmesi önlendiğinde, gerginlik onun işine yarıyordu.
    Dolayısıyla, gerilim orkestrasının şefinin batonunu Tayyip Erdoğan kendi eline aldı. Şimdi gerilimi o çıkarıyor, hangi gerilimi nasıl çıkaracağına karar veriyor. Önceden kullanılmış temaları da kendi perspektifi içinde kullanmaktan geri kalmıyor: “Sizi (“bizi” diye anlayacaksınız) iktidardan düşürmeye, uzaklaştırmaya çalışıyorlar! Kenetlenelim! Birbirimizin olası yanlışlarına, sürçmelerine bakmadan birleşelim! Ezelî düşman karşısında tek yumruk olalım!..”
    Yani, sonuç olarak, dalgakırana değil, onu orada tutan taşlara, Salı toplantılarına değil geri kalan günlerin hınç birikimlerine bakmak gerek.

    *

    Murat Belge

    http://www.taraf.com.tr/yazarlar/grup-toplantilari/

  20. Sosyalistler Niçin HDP’ye Oy Vermeli?

    Demokrasi demek insanların “biçimsel eşitliği” (Lenin) demektir.
    Tüm yeryüzündeki insanların biçimsel, yani hukuki hakları bakımından eşit olduğunu kabul etmeden; bunun için mücadele etmeden ve bunu en baş mücadele hedefi olarak koymadan demokrat olunamaz.
    Tüm yeryüzündeki insanlar biçimsel bir eşitliğe (yani insanların dili, dini, soyu, sopu, rengi, cinsi, tercihi, siyasi, felsefi vs. görüşü ne olursa olsun eşit haklara sahip olması) ise ancak sınırların ve ulusal devletlerin olmadığı bir dünyada, bir dünya cumhuriyetinin eşit haklı yurttaşları olarak ulaşabilirler.
    Bugün yeryüzündeki sistem, insanları değil, ulusları eşit olarak kabul eder. Herhangi bir devletin veya ulusun vatandaşı diğer ulusun ya da devletin topraklarına bile giremez ve oraya bir turist gibi girse bile o devletin veya ulusun vatandaşlarının hiçbir hakkına sahip olamaz.

    O halde ulusları ve ulusal devletleri veri ve tarafsız bir ortammış gibi kabul ederek, onların içinde politika yapan; onları yıkmayı ana hedef olarak benimsemeyen herhangi bir örgüt ya da kişinin demokrat olduğu söylenemez.
    Demokrat olmanın şartı ulusları ve ulusal devletleri yüzünden ortadan kaldırmak için savaşmak; ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine karşı mücadele etmekten geçer. Ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunanlar milliyetçilerdir ve milliyetçiler demokrat olamaz
    Bugün dünyada ve Türkiye’de böyle bir amacı en başa koymuş bir hareket veya örgüt olmadığından dünyada Demokrat bir hareket ve örgüt bulunmadığı gerçeği ortaya çıkar. Bu nedenle bugünkü dünyada Demokrat yok denecek kadar azdır denebilir.
    Demokratın olmadığı bir dünyada sosyalistlerin varlığından söz edilemez.
    Çünkü sosyalizm demokrasiyi, tüm insanların biçimsel eşitliğini varsayar.
    Çünkü bir sosyalist, insanların biçimsel eşitliğinin yetmeyeceği, bunun ancak sosyal eşitlikle birleştiğinde gerçek bir eşitlik olduğunu söyleyen ve savunandır.
    Böyle bir amacı olduğunu söyleyenler vardır ama bunun için, yeryüzündeki insanların gerçek bir biçimsel eşitliğe kavuşmasının öncelikli bir görev olduğunu; yani ulusları ve ulusal devletleri yıkmayı baş görev olarak önüne koymuş bir sosyalist hareket veya örgüt yoktur.
    O halde bugünkü dünyada henüz sosyalistlerin de bulunmadığını söylemek bir abartma olmaz.
    Peki, bir Marksist ile bir sosyalisti ayıran nedir?
    Bir Marksist bu eşitliğe ancak mülkiyet münasebetlerinde bir değişiklikle; meta üretiminin kaldırılmasıyla; yani üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ve kar ekonomisinin kaldırılmasıyla ulaşılabileceğini söyleyendir.
    Bir sosyalist ise, bu eşitliğe, mülkiyet münasebetlerine ve onun ortaya çıkardığı sınıflara dokunmadan; dağılım ve bölüşüm üzerinden ulaşmaya çalışandır.

    Tarihte Sosyalistler ve demokratlara en iyi örnek Akdeniz – Ortadoğu alanında doğmuş Hıristiyanlık ve İslam gibi tek tanrılı dinlerdir. Putların ve totemlerin egemen olduğu dünyada, Allah’a inanmak, Allah’a inananların biçimsel eşitliği demekti.
    Allah insanların biçimsel eşitliğini sağlar. Hâlbuki aşiretlerin ve onların Tanrılarının egemen olduğu bir dünyada, tıpkı bugünkü uluslarla dolu dünyada olduğu gibi insanların bir eşitliği olmaz; olsa olsa aşiretlerin eşitliği olur ki bunu sağlayan sistem; tüm tanrıları bir araya getiren Panteonlar; İslam öncesi Mekke’nin Kâbe’leri olmuştur.
    Ancak bir süre sonra o eşitliğin bile sürdürülemediği; bir takım tanrıların (Aşiretlerin, Kentlerin) Mekke’nin Kureyşlileri gibi üste çıktığı görülmüştür.
    Kaldı ki, eşitliğin olmadığı yerde, her aşiretin (komünün, topluluğun) farklı bir dini; dolayısıyla tanrısı olduğundan aşiretler arası evlilikler ve geçişler durur; aşiretler (Komünler) içine kapanır ve bir kast sistemi ortaya çıkar. Bunun en iyi örneği bizzat Hinduizm, onun binlerce tanrısı ve Hindistan’daki Kast sistemidir.
    Hıristiyanlık ve İslam, insanların biçimsel eşitliğinin yetmeyeceğini görmüşler ve bunu sosyal eşitlikle desteklemeye çalışmışlardır. Ancak bu eşitliğe tüketim ve bölüşüm üzerinden; mülkiyet münasebetlerine dokunmadan ulaşmaya çalıştıkları için başarısız olmuşlardır.
    Ama bu hedefleri bakımından aynı zamanda sosyalist olarak tanımlanabilirler.
    Totemlerin, putların, aşiretlerin egemen olduğu bir dünyada tek tanrı fikri veya Allah, insanların biçimsel eşitliğini sağlayabilir; ama çok tanrılı (Hinduizm) ya da tek tanrılı (Hıristiyanlık, İslam); tanrılı ya da tanrısız (Budizm, Taoizm, Konfiçyüsçülük) dinlerin farklı uygarlıklarda egemen olduğu; öte yandan bir tek dünya pazarında birleşmiş bir dünyada bu biçimsel eşitliği sağlamanın tek yolu: o dinleri insanların kişisel sorunu (inanç) olarak tanımlamak ve insanların inançları ne olursa olsun eşit olduğunu ilan etmek biçiminde olabilirdi. Aydınlanma insanların inancı, soyu, ne olursa olsun eşittir derken İslam’ın Allah ile yaptığını yapmaya çalışıyordu.
    Aydınlanma özünde bu biçimsel eşitliği sağlama hareketinin; bu yeni yeryüzü dininin adıydı. Hazreti Muhammet ben Peygamberlerin sonuncusuyum derken doğru bir öngörüde bulunuyordu; bu yeni din artık peygambersiz doğuyordu.
    İşte modern sosyalist akımlar ve Marksizm bu eşitliğin veri olduğu varsayımından yola çıkarlar.
    Ancak Aydınlanma’nın başına da tıpkı tek tanrılı dinlerin başına gelen geldi. Ulusçuluk karşı devrimi insanların eşitliği fikri ve idealinin yerine ulusların eşitliğini; devletlerin eşitliğini geçirdi.
    Sosyalistler ve Marksistler bu karşı devrimi görüp de buna karşı mücadeleyi en başa koymadıkları için; bırakalım sosyal eşitliği bir yana; insanların biçimsel eşitliği için bile mücadele etmediler; hatta modern toplumsal ilişkilerin ulusçuluk denen karşı devrimci biçimde yayılması ve yerleşmesinin aracı oldular.
    Bu nedenle bugün yeryüzünde bir sosyalist ve demokrat hareket ya da örgüt yoktur, bir avuç insan dışında.
    Bugün bütün çıkışsızlığın temelinde bu yokluk bulunmaktadır.
    Sorun bu yokluğun nasıl aşılacağı; insanların gerçek bir eşitliğe ulaşması için önce biçimsel bir eşitliğe ulaşmaları gerektiğini savunan ve uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadeleyi en baş görev olarak ortaya koyan bir hareketin ve yeryüzü çapında bir örgütlenmenin nasıl oluşturulacağı noktasında düğümlenmektedir.
    Elbette bu biçimsel ve sosyal eşitlik idealinin yayılması için mücadele etmek; bu fikri, bu ideali veya bu programı yaymaya çalışmak (tebliğ) her zaman yapılması gereken bir iştir. Ama bu özel bir görev anlamı taşımaz, soluk almak gibidir; bir varoluş koşuludur.
    Bu, verili koşullarda hangi ana halkanın yakalanması gerektiği sorusuna bir cevap oluşturmaz.
    O halde soruyu şöyle sormak gerekir: HDP’ye oy vermek ya da istemek, gerek yeryüzündeki insanların biçimsel eşitlik idealiyle (yani demokrasi) gerek sosyal eşitlik idealiyle (yani sosyalizm) bağdaşır mı? Eğer bağdaşırsa ne ölçüde bağdaşır ve neden bağdaşır?
    Onu kendisinin kendisi hakkındaki tanımlamalarıyla değil de sosyolojik tanımlamalarla bakıldığında hemen görüleceği gibi, HDP henüz demokrat bir hareket bile değildir.
    Çünkü o ulusları (politik birimleri) yok etmeyi değil; onların eşitliğini savunmaktadır. Politik birimlerin bir dille, dinle vs. tanımlanmasına karşı değildir ve aksine tüm dillerin ve dinlerin politik birimler olarak örgütlenmesini savunmakta ve kendi içinde de bizzat bunu uygulamaktadır.
    Ulusların birbirini ezmemesini, eşit konumda bulunmasını savunmak ulusçulukla çelişmez, aksine ulusların ve ulusçuluğun temel ilkesini savunmaktan başka bir anlama gelmez.
    Ulusların kaderini tayin hakkı; ulusların eşitliği; ezen bir ulusun özgür olamayacağı ilkeleri demokrasinin değil, ulusçuluğun ilkeleridir.
    Bunları savunmanın demokratlık ve bunların varlığının demokrasi olduğunu söyleyenler ulusçulardır. Ama nasıl bir çağ kendi hakkındaki tanımlarla yargılanamazsa ulusçuluk da kendi demokrasi tanımlarıyla tanımlanamaz.
    HDP’nin içindeki veya dışındaki, Kürtlerin ayrılma haklarını savunan “Türk sosyalistleri” akıllı Türk milliyetçilerinden başka bir şey değildirler; ayrı bir devlet kurmayalım, Türkiye’de ve Ortadoğu’da demokratik; bütün ulusların eşit olduğu bir düzen kuralım diyen Kürt Özgürlük hareketi de son duruşmada Akıllı Kürt milliyetçileridirler.
    Yani sosyolojik olarak HDP, akıllı Türk ve Kürt milliyetçilerinin ulusların eşitliğini reddedenler karşısındaki bir ittifakından başka bir şey de değildir programatik hedefleri itibariyle.
    Yani özünde, nesnel olarak programıyla, bırakalım demokrat olmayı; bırakalım ulusları veya politik birimleri bir dille, dinle, soyla, tarihle, kültürle tanımlamayı reddeden nispeten daha demokratik bir milliyetçiliği bir yana; henüz ulusları veya politik birimleri bir dille, dinle, tarihle, kültürle tanımlayan en gerici milliyetçiliği savunmakta ve hatta yaymaya çalışmaktadır HDP.
    Böyle bir hareketi ve partiyi desteklemek demokrasi mücadelesiyle çelişmez mi?
    Maden Demokrasi ile uluslar ve ulusal devletler; demokratlık ve milliyetçilik bir arada bulunamaz ve bunların bir arada bulunabileceğini savunmak Allah’a şirk koşmaktan farksızdır; o halde bir demokrat veya sosyalistin ulusların dille, dinle, kültürle, tarihle tanımlanmasını reddetmeyen ve böyle tanımlanmış ulusların eşitliğini savunan bir hareketi desteklemesi ve ona oy verilmesini istemesi sosyalizm ve demokrasi idealiyle ne ölçüde bağdaşır?
    Bağdaşır çünkü gerçeklik somuttur.
    Bağdaşır çünkü geniş yığınlar bizzat girdikleri mücadelelerin içinde öğrenirler.
    Türkiye ve Orta Doğu’da egemen olan devletler ve politik güçler her şeyden önce milliyetçiliğin ilkesi olan, ulusların; yani dillerin, dinlerin eşitliğini bile reddetmektedirler.
    HDP’nin yapmaya çalıştığı, Hazreti Muhammet’in peygamberlik inmeden önce yapmaya çalıştığıdır denebilir. Bilindiği gibi, Hacer ül Esved’i kim taşıyacak diye birbiriyle kavga eden aşiretlerin kavgasını engellemek için taşı bir bezin ortasına koydurmuş ve hepsinin bir ucundan tutarak taşımalarını sağlamıştır. Ama nasıl Hazreti Muhammet bir süre sonra bu yolun yol olmadığını görüp, aşiret kardeşliği yerine Allah’ın kulluğu; totemler yerine Allah’ı geçirerek ve totemler düzenini yok ederek bu eşitliğin ve barışın sağlanabileceğini görmüşse; aynı şekilde bu hareket de ilerde ulusları dille, dinle vs. tanımlayan en gerici ulusçuluğa ve hatta uluslara karşı bir harekete dönüşebilir. Eşitlik diye bir derdiniz olmazsa, onun nasıl sağlanabileceği üzerine bir düşünceniz ve tecrübeniz de olmaz.
    İşte HDP’de politik ifadesini bulan hareket, en azından eşitliği bu reddedişe karşı bir reddediştir. Bir atom savaşıyla canlıların yok olduğu bir dünyada; hayatın yeniden doğuşu gibidir.
    En küçük bir işçi hakkının olmadığı; en ataerkil sömürü biçimlerinin uygulandığı bir iş yerinde ilk kez birtakım işçilerin bir araya gelip sendika kurması gibi devasa ve eğitici bir adımdır.
    Öte yandan, HDP’nin bir başarısı, Türkiye, Kürdistan ve Orta Doğu’daki güçler dengesini önemli ölçüde değiştireceği; özel savaş yıllarında ortalığı kaplamış zehirli havayı uzaklaştıran taze ve temiz bir hava olacağı için; demokrasi idealinin yayılması ve gündeme gelmesi için çok daha elverişli koşullar anlamına da gelecektir.
    HDP’nin başarısızlığı ise, aynı zamanda savaş ve gericiliğin güçlenmesi anlamına geleceğinden, hem bölge ve insanlar için çok daha acılı ve kanlı bir süreç; hem de daha zor koşullarda daha zorlu bir mücadele anlamına gelecektir.
    Bütün bu nedenlerle, taktik bir hedef olarak HDP’nin özellikle seçimlerde yüzde on barajını aşması için tüm gücüyle çalışmak; her sosyalistin ve demokratın mücadele etmesi gereken bir hedeftir.
    Bu nedenle her sosyalist, her demokrat oyunu HDP’yi vermeli ve HDP’nin başarısı için varını yoğunu ortaya koymalıdır.
    15 Mayıs 2015 Cuma
    Demir Küçükaydın
    http://demirden-kapilar.blogspot.com/2015/05/sosyalistler-nicin-hdpye-oy-vermeli.html

  21. MHP faşisttir, kapatılsın!

    MHP; faşist bir partidir. İnsanların kapitalizmden kaynaklanan öfkelerini, işçi sınıfına, demokrasiye, özgürlüklerin genişlemesini isteyenlere karşı örgütleyen bir partidir.

    MHP’nin tarihi, kurulduğu günden bugüne kadar, katliamlar tarihidir.

    1970’lerde sokak çeteleri şeklinde örgütlenen faşist parti, mahalle mahalle terör estirdi. 1970’lerde MHP sadece sokaklarda terör estirmekle yetinmedi, kitlesel katliamlarda merkezi bir ol oynadı.

    Maraş katliamı, Çorum katliamı gibi katliamlarda onlarca insanı öldürdüler.

    Aynı zamanda devletin paravanı gibi çalışan faşist parti, derin devlet yapılanmasında da kadrolarını kulandı. Abdi İpekçi suikasti, Abdullah Çatlı gibi önde gelen faşist kadroların devletin kontgerilla yapılanmasının aktif parçaları olması, faşistlerin devlet tarafından nasıl kollandığının örneklerinden.

    1980’lerin ortalarından itibaren, faşistler, Kürt sorununda başlayan savaşta aktif görev aldılar. Kürtlere yönelik devlet saldırganlığında tetikçilikten kışkırtıcılığa kadar sayısız rol üstlendiler.

    -MHP, faşist bir geleneğe sahip faşist bir partidir!

    -Faşist partiler, siyasal demokrasinin her bir santimine karşıdır ve demokrasiyi lağvetmek için örgütlenir.

    -Faşist partiler, kadın özgürlüğüne, Kürtlere, Ermenilere, LGBTİ bireylerin özgürlüğüne, halkların kardeşliğine, anadilde eğitime, demokratik bir anayasaya, sendikal örgütlenmelere, basın özgürlüğüne, öğrenci örgütlenmelerine, çevre aktivistlerine karşıdır. Her özgürlük hareketinde devleti ve ırk temelinde örgütlenmeyi tehlikeye sokan ezilmesi gereken düşmanlar görür.

    -Bu nedenlerle, faşist partiler, siyasal demokrasi için tehlikelidir. Kapatılmalıdır! MHP faşist bir partidir ve kapatılmalıdır!

    -Saldırganlar hemen yakalanmalı, hangi parti bürolarında gezindikleri açığa çıkartılmalı, bölgedeki polislerle saldırganların arasındaki ilişkiler ortaya serilmelidir.

    -MHP üyelerinin silah sahibi olan üyeleri hakkında soruşturma açılmalı, ellerindeki silahlara el konulşmalıdır. MHP büroları aranmalı ve silah olan büroları derhal mühürlenmelidir.

    http://www.sosyalistisci.org/index.php/ariv/486-3-haziran-2014/1901-mhp-faisttir-kapatlsn

  22. – Siyasi Partiler ise, başından beri hep “devlet partisi” olmak zorunda bırakılmışlardır. Özellikle CHP nin tek parti dönemindeki Kemalizm ilkeleri anayasa hükmü haline dönüştürüldükten sonra çok partili döneme geçildiği için, bütün partiler CHP ilkelerini kabul etmek ve bu sınırlar içinde kalmak zorunda bırakılmışlardır. Bu sebeple “çok partili dönem” aslında “çok CHP’li dönem” olmaktan öte bir anlam kazanamamıştır. Halk güdümlü ve icazetli de olsalar, alternatif arayışlarla kısmen muhalif olduğuna inandığı partilere büyük teveccüh göstererek, tepkisini ancak bu şekilde izhar edebilmiş, ancak bunlar da sonuçta resmi ideolojiye bağımlı devlet partileri olduklarından bu tepkiler bile yine sisteme yarayan sonuçlar vermekten öte gidememiştir. Hangi parti iktidar olursa olsun aynı ilkeler çerçevesinde hareket etmek, aynı kırmızı kitaba ve aynı silahlı bürokrasinin denetimine tabi olmak zorunda bırakılmıştır. Bu sebeple sisteme ve zulümlerine muhalefet edip, sistem değişikliğine giderek halkın arzu ve isteklerini esas alarak, halk iradesine dayalı bir iktidar oluşturmak imkanına hiçbir parti sahip bulunmamaktadır. Bu durumu bilen ve gözleyen halk ise daha umutsuz ve edilgen bir konuma sürüklenmekten kurtulamamaktadır. Sistem içinde havuç politikalarını temsil eden partilerin iktidarlarında ise, sopa politikası dönemlerinde gasp edilen bazı hakları kısmen iade edilerek, halkın bu parti üzerinden tekrar sistemle eklemlenmesi temin edilmekte ve sistem bu süreçlerde bile kendisini yeniden tahkim etme imkanını elde etmektedir. Sonuçta ezilen geniş kitleler ezilmeye devam ederken, egemen oligarşi hakimiyetini ve sömürüsünü sürdürmektedir.
    Ayrıca sistemin hışmına maruz partiler bile, kapatılma ya da daha büyük belalara duçar olma korkusu veya bazı kazanımlarını da kaybetme endişesi ile, muhatap oldukları haksızlıklara, hukuksuzluklara, keyfiliklere ve zulümlere kendileri ciddi bir itirazda bulunmayıp normal karşıladıkları gibi, taraftarlarını da sistemi kızdıracak tepkilerden alıkoyan ikaz ve uyarılar yaparak onların daha da pasifize olmalarına yol açmaktadırlar. Diğer taraftan bu tür partilere bağlı kitleler de, ya oligarşinin elinde rehine konumunda olan partilerinin zarar görmemesi, ya da “önderlerimizin bir bildiği, yaptıklarının bir hikmeti vardır” teslimiyetçiliği ile daha çok pasifleşmekte, daha çok edilgenleşmektedirler.
    Darbeler Cumhuriyeti / Yazar: Mehmet PAMAK
    http://www.ilkav.org/web/makale-98-darbeler-cumhuriyeti.html

  23. süleyman özbüke

    benim merak ettiğim şu:vatan partisini tanımlarken neden nasyonal-sosyalist gibi bir terim kullanıyoruz. yani bir miktar sosyalistliği falan mı var yoksa mhp ile ayırmak için mi böyle bir terim kullanıyoruz. bu ne kadar doğru. yoksa alışkanlık mı? bir düşünelim derim.