ogürsel / I MERKEZÎ İKTİDAR PARADİGMASI (1)

“İnsanlar… Bitkileri de ehlileştirmeyi öğrenmenin ardından kendi buluşlarının kurbanı oldular. Sabanı sürmeye, ekini istiflemeye, kumaş dokumaya ve yiyeceklerini kaplarda pişirmeye, dolayısıyla, ayrı zanaatlarda uzmanlaşmaya başlar başlamaz, dünyanın tüm nimetlerini tekeline almaya kararlı küçük bir azınlık için çalışmak zorunda buldular kendilerini… Toprağı işleyenler asiller, ve savaşçı çeteleri tarafından sindirildiler, hayatlarının bağışlanması için mahsulün bir bölümünü onlara bırakmaları, maruz kaldıkları şiddete ara verilmesi karşılığında diğer ülkelerin yağmalanmasında kullanılmaya rıza göstermeleri gerekti…” (1)

Yerleşik tarım uygarlığı ve hayvancılığın öğrenilmesi, takas-ticarette kullanılacak “fazla ürün’e” yol açtı. Bu “iyi mi”, “kötü mü” oldu; bunu hiç bir zaman bilemeyeceğiz! Ama hikayemiz o bir avuç “ürün fazlasını” üretmekle başladı; bu “bir avuç” ürün fazlası o “koskoca imparatorlukları” kurdurdu!
Günümüz “uygarlığı” insanlardan çalınmış gasp edilmiş bu artık ürünün, belli ellerde bir sermaye-zenginlik birikimi aracılığıyla meydana geldi. Çok acı çekildi! Kullandığımız en ileri teknolojik cihazlar, milyarlarca insanın akıtılmış kanı ve gözyaşının ürünüdür. Oldu çok kez!
Ama artık “varacağımız yere” de geldik!

Öyle müthiş, yaratıcı bilim ve teknoloji imkânlarına eriştik ki, sömürü ve tahakküm gereksiz hale geldi; bilim ve teknolojiyi ”insanın-tabiatın yararına” kullanabilen ve nüfus artışı dengelenmiş her toplum sınırlı mekânlarda bile kendini döndüren bir ekonomi ile “özgür toplum birimleri” yaratabilir; Mars’ta bile koloni kurma projesi ulaşılmış bilimsel düzeye ait bu iddianın tartışılmaz kanıtı sayılmalı!

Sorunumuz artık “üretici güçlerin gelişmesi” değil!
Dünyamızda, üretici güçlerin daha fazla gelişmesi bundan böyle gezegeni herkes hem de tüm sınıflar için yaşanılmaz kılacak. Milyar doları olan da kaçacak yer bulamayacak! Marks burada da mı yanıldı yoksa?
Üretici güçler insan mı? Çok fazla oldu! Makineler, robotlar, ileri teknoloji mi? Var olan teknoloji bile neredeyse insanı gereksiz kılacak!
*
Bugün sorunumuz öncelikle, bilim ve teknolojiyi kâr için değil, insanlığın ortak yararı için kullanılabilecek “dünyaya” götüren yolu veya yöntemleri “keşfetmek”; ikincisi de insan türünün “aptalca” artışının önlenmesi gibi görünüyor?
Şimdilik ve acil olan sorunumuz bir avuç aç gözlü “kapitalist maniac’ın”, uluslararası Emperyal şirketlerin kâr hırsı ile tüm gezegeni mahvetmesini ve burada, Doğu’da, Afrika’da, İslam Dünyasında, “Köleci toplum” gelenekleri içinde yaşayanların, aynı zamanda “karşıt episteme’yi”, yenidoğan bebekleri yaşatan Modernite dünyası ve imkanlarını da kullanan toplumların “fütursuzca” çoğalmasını önlemek görünüyor. Örneğin Mısır’ın 100 milyona ulaşan nüfusunun yüzde 60’ının 30 yaşın altında olması, bu “iki episteme’nin” birlikte aynı toplumda yaşıyor olmasına ait korkunç bir sonuçtur. Bu yaş dağılımı “saçmalığı”, siyasete ait “saçmalıkları” da koşullayacaktır.
Merkezî iktidarlar sanıldığının aksine, bu “maniac’ları” önleyebilecek “büyük” güç değil, doğrudan suç ortakları olan yapılardır. Yerel-özerk yönetimler ise bu “patolojiyi” ve hayatın gerçek süreçlerini doğrudan yaşayan birimler olarak “kendini daha sağlıklı” kılacak etkin refleksleri gösterebilir.

1. Merkezî İktidarlar, imparatorluklar, gelişen üretimin “artık ürününü” gaspetme “geleneği” üzerinde doğdu.

Güneydoğu Anadolu’da, Mezopotamya’da, yurdumuzdayız!
Yaklaşık 30.000 yıl önce “terkettiğimiz”, sonra o dönemlerin her göçebe kabilesi kadar yağmacı ve acımasız savaşçılar olarak, 1071’de, bin yıl önce geri döndüğümüz; yerli “uygar” halklara boyun eğdirerek “fethettiğimiz”; yurdumuz yaptığımız; insanlığın ilk uygarlıkları yarattığı topraklardayız…

“Ve işte böylece, bu koca, koca yiğli (alüvyonlu) ovalar ve ırmak boyu düzlük alanlarda, toprağı sel sularından kurutmak, tarlaları sulamak, yerleşme alanlarını korumak için sosyal örgütleri birleştirmek… gerekiyordu. … gerekli hammaddeleri sağlamak için de Mısır, Sümer ve İndus havzasında yaşayanlar bir tür düzenli ticaret ya da takas yöntemi kurmak zorundaydılar. Toprak verimli olduğundan gerekli malları kolayca ithal edebiliyorlardı. … Çok geçmeden de götürülüp, getirilen malları koruyacak askerler, giderek çetrefilleşen alışverişleri kaydedecek yazıcılar, çatışma ve çelişmeleri çözümleyecek resmi görevliler de gerekecektir. Artık MÖ 3000 yıllarına gelindiğinde arkeologların Mısır, Mezopotamya ve İndus vadisi için çizdikleri resim basit çiftçilerden oluşan küçük toplumlar değil, çeşitli meslek ve sınıfları içeren devletlerdir.” (2)
Devlet’ler, kent devletleri tarım ve ticaretin belirli bir aşamasında ortaya çıktı. Bir “artık ürün”, insanların tüketebileceğinden çok, gasp edilebilecek, yağmalanacak biraz “fazla ürün” ortaya çıktıktan sonra…
*
Günümüzden yaklaşık 5000 yıl önce ortaya çıkan “devlet” olarak tanımlanan organizasyonlar, öncelikle büyücüler, rahipler, askeri şefler, toprak sahipleri ve tüccarların çıkarlarını koruma ve geliştirmenin bir aracı olsa da, üretimin böyle bir toplumsal örgütlenme içinde daha “işlevsel” olduğu görüldü ve “2. Devrim” yerleşti. “İkinci bir devrim, kendi kendine yeterli küçücük köyleri, yan endüstri ve dış ticaretle ek geçim kaynağı sağlayan, düzenli biçimde Devlet örgütüne sahip kalabalık kentler durumuna getirmişti.” (3)
Bu küçücük kent devletleri komşu halklarıyla savaşarak, boyun eğdirerek farklı dil, din, renkte insanların yaşadığı milyonlarca kilometrekarelik alanlara yayıldılar Yağmacı, fetihçi, halkları köleleştiren, tüm bir kenti kılıçtan geçiren “eski” İmparatorluklar çağı binlerce yıl sürdü. “Çoğunlukla 2. Devrim zorla yaygınlaştırılmış, emperyalizm gücüyle benimsettirilmiştir.” (4)
Daha o zamanlar farklı toplumsal gelişme modeli yaratacak iki ayrı “uygarlık modeli” ortaya çıkmıştı. “Sümer’de ekonomik birim kent’tir; çevresinde tarlalar, köyler vardır ve kendi başına işlevini sürdürebilir. Mısır’da tam tersine, bu birim firavunun öz malı olan krallıktır…” (5) Anadolu toprakları, Doğu İmparatorlukları, Latin Amerika “Firavun Modelini” seçti. 1200-1600 yılları arasındaki Avrupa halkları ise “Sümer kent devleti modelini.” İkinci uygarlık şekli, Modernizasyon sürecini yaşadı.

“Tarihteki en başarılı haraç sistemlerinden birini uygulayan Romalılar, imparatorluğu oluşturan, himaye altındaki yabancı topraklardan topladıkları haraçlarla yüz binlerce kişinin işi gücü bırakıp devletten beslenmesini mümkün kılmışlardı.” (6) Günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi! Merkezi iktidarı ayakta tutan “ayaktakımını besleme” ilkesidir. Söylenmişti, “Roma ayaktakımıdır!” Unutulmamalı; ayaktakımı, emekçi, yoksul olanlar değil, üretim süreçlerinden kopmuş, salt sadaka, bahşişlere ümidini bağlayan, üretim, çalışmaya ait ahlaki dünyadan da kopmuş olanlardır. Türkiye “ayak takımının” iktidarı belirlediği zamanları yaşamaktadır! Bu yüzden söylemlerdeki “Kasımpaşalılık” biçemi bir tesadüf değil, yaşanılan bu siyasal gerçekliğin somut kanıtıdır. Bu nedenle ki seçim dönemleri tembel, sorumsuz, sadakacı, beleşçi ruhun kutsandığı zamanlardır; işçilerin, emekçilerin, kalifiye kadroların, çalışkan özgeci insanların oy toplamı her zaman pek azdır çünkü!
İlk Demokratik yönetim (köleleri saymazsak) antik Yunan Kent Devletlerinde başlamıştı. Daha sonra İmparatorluklar dönemi içinde böylesi küçük devletçiklerin yaşama şansı olmadı. İnsanlık tarihinin günümüz uygarlığını yapan ekonomik-kültürel gelişmelerinin fideleri, binlerce yıl doğan, büyüyen, çöken imparatorluk yapıları içinde değil küçük kent devletlerinin toprağında boy verdi.
***
Uygarlık, kent’tir. Kent içinde yaşanılan hayata ait ilişkiler, üretilen maddi ve manevi ürünler o uygarlığın ölçüsünü verir.
Binlerce yıl önce Demokrasi kentlerde başladı. Şimdi katılımcı ve daha dolaysız bir demokrasinin yeniden oldurulabilmesi için her bir kent’in kendine ait “rengi” taşıyacak bir hayatı kurabileceği, bilgisel-bilimsel-teknolojik imkanlara ulaşabildik; “kölelerimiz” de var; Makineler-robotlar!

2) “Bizimkisi bir İktidar Hikâyesi!”;“hep karanlık/hep karanlık” içinde yaşanılan. Sonuncusu, bir “Feodal delikanlının, Burjuva hayalleri!” Sonunda nikâhı kıydı ama… İmam nikâhıydı; kayıtlara geçmeyecek!

Türkiye 1960’lardan başlayarak kültürel ve sonra, etnik olarak “bölünmeye” sürüklendi.

1920’lerde yüzde 80’i köylü olan toplum, 1960’lardan sonra kentlere akmaya başladı. Göçün hızı yüksekti; kentlerin kültürel “sindirimi” ise yavaş. Kentler, örneğin, İstanbul ve Ankara bu “büyük lokmayı”, ağzında döndüremedi, “çiğneyemedi”. Çok “büyüktü”!
Kırsal kültüre teslim oldu!
Doğu’da binlerce yıldır unutulmuş, “kimsenin olmadığı oralarda” Kürt’lerin yaşadığı öğrenildi! “Pandora’nın Sandığı” açılmıştı; Türklere ve Kürtlere ait tüm kötülükler ortalığa saçıldı! Sünni mezhepçi iktidar da o sandıktan çıktı.
*
Üçe bölündük; üç “inatçı”, üç ayrı “dünya görüşü”, üç ayrı “episteme” içinde yaşamak isteyen üç topluluk; geleneksel dinsel çoğunluk; seküler, modern kentliler ve ulusal haklarını isteyen Kürtler olarak! Bu “üç paradigma” arasında da boşlukları dolduran yığınlar, biraz Müslüman, biraz seküler; azıcık Türk’çü, çok Atatürk’çü; çok Müslüman, çok nobran; Çok Türk’çü azıcık Müslüman; çok sol’cu, biraz Türk’çü; sol’cu ve Kürt’çü; Kürt’çü ve Müslüman; Laik ama Türk’çü de… Sünni ve biraz Türkçü! Çok mu karışık; demiştik ya “Pandora’nın Sandığı” açıldı!
*
Son 80 yıl, eğer ki, refah sağlayan ekonomi-politika ile buraya gelseydik… Bu farklılıklar “zenginlik” olarak görülür, karşılıklı enerji veren siyaset ve karşılıklı “dalga geçme” malzemesi olabilirdi. Olmadı. Tarihten ders almamak tam da bu değil mi? Bu işi zamanında beceremeyen, Ulusçu, Kemalist, Laikçi siyasal “episteme’ciler”, bugün yeniden 1920’lere dönüp, bu işi yeniden denemek üzere “izin” istiyorlar. Yüz yıl sonra yeni bir “fırsat” arıyorlar! Tarihin kucaklarına bıraktığı en uygun koşulları değerlendirememiş olanların yeni bir şansları olur mu? Hayat sandıkları kadar cömert ve aptal değil!
*
Tarihin yonttuğu devasa toplumsal sistemlerle mücadele edenler her zaman “nankör” ve küçük insanların aşağılamasından kurtulamamıştır. 1920’lerin Modernite Devrimini yapanlar, 6 yıl sonra büyük kapitalist bunalımın içinde buldular kendilerini. 4 yıl sonra da Hitler Almanya’da iktidara geldi. Yanlarında da Stalin’in SSCB’si! Dünya savaşa gidiyordu ve 1923’den 16 yıl sonra 2. büyük, çok büyük savaş koptu. Savaş bitti ve Türkiye’de taklitçi, “naif” Modernite Paradigması’nın beynine, “geleneksel İslamcı, muhafazakar” paradigma nakledildi. 1950’lerin DP’si. Haksızlık etmemeli; her hangi bir “nakil” zorunluydu; önceki “beyin” 1930’larda bile kendini “bahtının rüzgarına” terk etmişti.
*
Bu topraklarda her zaman Merkezî İktidarı eline geçiren parayı, serveti kendi kabilesine, partizanlarına, egemen sınıfa aktaracak bir ekonomik siyaset üretmeyi önceledi; son iktidar Sünnî mezhepçiliği de bu “geleneği” bir kez daha kanıtladı. İdeoloji ‘leri, farklı görünse de hep aynı amaca hizmet etti; “servet transferinin” gerçekleştiği sahneyi izleyici-seçmenlerden gizleyen o “kırmızı-beyaz” perde işlevini gördü.
2000’lerde yeniden anlaşıldı ki, bu ülkede Merkezî İktidar hala çoğulcu, demokratik, alt kültürlere izin verecek olgunluğa ulaşamamıştı. Kusur “şahıslarda” değil, bu coğrafyanın tarihsel deneyim sefaletine aitti! Bu topraklarda, Avrupa’da olduğu gibi, 400 yıl, 1200-1600 yılları arasında yaşanılmış bir “Standestaat” kültürü, özerk kent yönetimleri yaşanmamıştı. Ekonomi politiğin doğası gereği bu özerk kent devletlerinin üzerinde kurulan Merkezî “demokratik” Hükümranlıklar, burada hiç olmamıştı; Türkiye 600 yıl süren, Din’in de yedeklendiği “hikmetinden sual olunmaz” Sultanlar tahakkümünden, bir seküler Tahakküm Cumhuriyetine geçivermişti. 2003’de de bir başka T. C. çuvalına “tıkılmak” bir rastlantı değil, tarihsel bir kaçınılmazlıktı! Bu topraklarda özgüvensizlik, aşağılık kompleksi ve tahakkümün şefi olmak arasındaki sınırlar belirsizdir! En solda bile kendine önder, lider arayan çok insan var!
Gelenektir; sağ-sol fark etmez! “Mehdi’yi” beklemek; “peygamberi” aramak; “yüce-şanlı” önder arzulamak; “semalardan inerek” adalet dağıtacak bir Merkezî İktidar için dualar etmek… o toplumun özgüveninin halâ gelişmemiş olduğuna, halâ birlikte bir şey yapamayacağına ait acz itirafıdır; kendine ve “yurttaşlarına” güvenemeyen biat kültürünün sürdüğünü gösterir. Kuşkusuz, nedeni, her zaman olduğu gibi tarihsel’dir. Hepimizin ezberi bu.

Bu kadim topraklar, 8-10 bin yıldır ne kentsel, ne Merkezî bir “demokrasi” görmedi. Yaklaşık son 700 yıl kesintisiz bir Merkezî iktidar hükmünde geçti, gitti. Suretleri değişen ama yöntemi değişmeyen tahakkümcü zorbaların egemenliği altında yüzlerce yıl yaşandı. Hep köle, hep tebaa, hep serf, hep reaya, hep zımnî, hep kul olarak! Bir elin parmaklarından daha az sayıda “iyi niyetli” ama geçmişin ve koşulların tutsağı “önder” adamlar da “temel düzeni” değiştiremedi. Değiştiremezdi; “yurttaşların”, kişisel sorumluluklarını ihmal ederek tüm süreci “Mehdî, Önder’e” terk etme kolaycılığı karşısında ne “Mehdî” ne “peygamber” hatta ne de “Tanrı” ne yapabilir ki? Tocoqueville’yi anımsayalım. ” Kanaatimce merkeziyetçi yönetim uygulandığı toplumlarda kişileri yıldırır, şevklerini kırar.” Yumurta-Tavuk ilişkisi gibi; Merkezî İktidar mı yurttaşların özgüvenini yok eder; özgüvensiz topluluklar mı Merkezî İktidarı ister?

Bu yazının da amacı bu; Özgüvenli Yurttaşlar olalım ve Merkezî İktidar yerine yerel, demokratik, özgürlükçü, her biri kendi içinde komünal toplumlara da izin veren kent demokrasileri kuralım.
*
Merkezî İktidarı eline geçirenler genellikle statükocu, kimi zaman da “gerici” oldu! Gerici, “kötülüğünden” değil, “ileriye” gidilecek yolları bilmediği için “gericiydi!” “Gerici”, kendi ruhunda elbette “gerici” değildi; kendine anlatılmış masal gerçekliği “hakikat” sanarak, insanlığın mutluluğunu “geçmiş zamanlara” dönüldüğünde bulacağı inancıyla, önceki yüzyılların hayatını yeniden yapabileceği yanılsamasını taşıyan elbette çoğu “iyi” insanlardı. Tabiatın, hayatın temel öğretisini öğrenememişti; yazık ki öğrenmek de istemiyordu; inkar ediyordu; iman aklı onu mahvetmişti.
“Aynı ırmakta ikinci kez yıkanılamazdı!” Amacı “ırmakları tersine akıtmaktı!” “Allah’ın izniyle” o “ırmaklar” tersine de akardı… Oysa “Allah” bizi Tabiata “emanet etti” ve gitti; artık Tabiat’tı insanların ve tüm canlıların Tanrısı! Ve “ırmaklar” hiç bir zaman “tersine akmayacaktı!” Bu “hakikat” de kuşkusuz öğrenilecek; geride yüzlerce milyon Müslümanın cesedi, milyarlarca kahırlı hayatı kaldıktan sonra elbette!
—————————————————————————————————————–
1. Theodore Zeldin, İnsanlığın Mahrem Tarihi. 1. Basım 1998. Ayrıntı Y. sf 141
2. Gordon Childe. Kendini Yaratan İnsan. 4. Basım 1992. Varlık Y. sf104
3. G.Childe sf. 79
4. agy. sf. 126
5. agy. sf. 121
6. T. Zeldin. sf 141

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Fikret Başkaya / Büyüme Değil (Küçülme)

“Sınırlı bir dünyada sınırsız büyümenin mümkün olduğuna inanan, deli değilse iktisatçıdır”                                                                                                           Kenneth Boulding Ekonomik …

24 Yorumlar

  1. Yazı gerçekten çok güzel nedenini anlayamadığım bir çok sorunun yanıtını da almış oldum

  2. Bu site ve yazınıza rastlantı rastladım. Birkaç özdeyişe eleştirili-şakamsı yanıt verdim, kaldırıldı. Sanırım bu site, seçimler, politik partiler ve liderleri, charlie hebdo, kitap satışı vs. gibi ciddi konuları tartışanların “private club”ı.
    Her neyse, ben de ciddi olayım belki yazdıklarım biraz daha uzun tutulur diye üç bölümden oluşan (MERKEZÎ İKTİDAR PARADİGMASI ) yazınızı not alarak okumaya başladım. Ama daha ilk iki paragrafta bozuk bir plak gibi takıldım kaldım. Sadece o paragraflara tepkilerim sıkıcı sayfalar tuttu ve nihayet yazınızın tümünü okuyup, sadece ilk iki paragrafa tepkilerimi çok kısa yazmaya karar verdim.
    “… kendi buluşlarına kurban oldular …”
    Bu sık sık rastlanan bir soyutlama ve dağıtma eğilimidir. Sadece çok yukarıdan veya uzaktan bakanlar böyle soğukluk, ilgisizlik gösterirler. Dil ve ateş gibi sözü geçen buluşlardan sonsuz daha önemli buluşlar ilkelleri köleliğe sürüklemedi. Ve medeniyet öncesi süre insanın yeryüzündeki tarihinin %99’unu fazlasıyla aşar.
    ” … iyi mi, kötü mü …”
    Günümüze üstünkörü bir bakış bu soruya bir yanıt vermeye yeter. Bilim-teknik ve devletlerle endüstricilerin yamakları (süt inekleri) olan bilim-teknik uzmanlarına şükür, su içilmez, hava teneffüs edilmez, yiyecek yenmez, deniz girilmez … Kişiler birbirleriyle olmak bile istemezler. Seslerini telefonla, düşündüklerini kağıt üzerinde yazılarla, birbirlerini resimlerle, televizyon veya bilgisayar (örneğin faceBOK ve TWATer aracılığıyla görmeyi tercih ederler. Canlı müzik yerine CD, kaset, radyo dinlenir. Kısacası bu, materyalist bir dünya değil, büyük dinleri kıskandırıcı aşırı RUHSALLAŞMIŞ BİR DÜNYA! Bedenden nefret eden bilim-teknik uzman sapıklarını dinlersek, sadece “beynimiz” (software) olsun yeter!? Zaten ruh, ve “ben”ce, bu dünyayı zehir edenlerden kaçanların bir barınağıydı ve şimdi o da üretici-tüketicilerin eline geçti!
    Üstelik eğer insanlar aralarındaki bazı beyinli azınlığın kendilerini köle edecek araçları bulmuşlarsa, neden buluşlarını kendilerini köle edeceklere verdiler. Bu “kaçınılmazdı” veya bilinçli olmadı diyebiliriz ama kötü oldu. Veya bu insanlar o azınlığı yok etmedilerse, La Boétie’nin dediği gibi, onlar da (akıl almıyor ama neyse, bak, Clastres) bizim gibi gönüllü köleler.
    “Sorun araçta değil kullananda”
    Bu fikri düzeni beğenenlerle saf ve cahil bulanık düşünceliler savunurlar. Uzatmayacağım. Artık bir yere bilet almadan veya araba sürmeden yürüyerek gidemiyoruz, etrafta topladığımız çalı çırpıyla ateş yapıp yemek yapamıyoruz, MAŞALLAH! modern olduk, gaz veya elektrikle yemek yapıyor, kendimizi öyle ısıtıyoruz. Binlerce daha örnekler verilebilir.
    Eğer belki bu konuları daha yakından ve daha sıkı eleştirici görüşle ele alan kitaplara bir göz atmak isterseniz, işte küçük bir liste:
    M. Sahlins: Stone Age Economics (: Age of Abundance)
    J. Cauvin: Naissance des divinités, naissance de l’agriculture
    P. Clastres: Archéologie de la violence. La guerre dans les sociétés primitives
    J. Ellul: Je suis sincère avec moi-même et autre lieux communs
    M. Sahlins: The Western Illusion of Human Nature (biz/logos ve doğa düalizmi)
    P. Descola & G. Palsson: Nature and Society
    P. Descola: La Nature Domestique

    Geri kısımlar ve kısa yorumlar:

    1. Hele şu meşhur “fazla ürün” miti! (Bak, Sahlin and Cauvin.)

    2. “Müthiş, yaratıcı, bilim ve teknoloji … ”
    Ümit hâla aracı cansız araçlarda (bilim-teknoloji)!

    3. “Üretim, üretici güçler, …”
    Dünyayı yaşanmaz hale getirenler çare olur. Tüm dünyanın tamamıyla benimsediği, o alçak kapitalistler allahları, üretim, emek, çalışma, etkinlik, gelişme, ilerleme, … o alçak kapitalistlerin suçu olur. Bu sık rastlanan solcu asker toplama propagandası .

    4. “Güneydoğu Anadolu’da, Mezopotamya’da, yurdumuzdayız!”
    Hem gözlerim gururla yaşardı hem korktum. Yeni bir bayrak mı bu?

    5. Hele hele daha sonra gelen “G. Childe! ”
    Childe kendi başına bir uçurum. Girsem çıkamam.

    6. “… her bir kent’in kendine ait “rengi” taşıyacak bir hayatı kurabileceği, bilgisel-bilimsel-teknolojik imkanlara ulaşabildik; “kölelerimiz” de var; Makineler-robotlar!”
    Ümit hâla aracı cansız araçlarda (bilim-teknoloji)! Biraz da, üstü kapalı da olsa, biraz fazla ıvır zıvırlara erişme vaatleri!

    Bu son söylediklerimi (6 madde) daha derinden inceleyen, bu kamu sırrı modern mitleri didik didik edip ifşa eden kitaplar da var.

  3. Bu setede açık küfür ve hakaret dışında hiçbir yazı ve mesaj kaldırılmaz.

  4. 2 no’da yorum yapan arkadaş.
    Verdiğiniz kitaplardan birer cümle olsun alıntı yapsanız, yararlansak.. Bu yorumların bence en önemli işlevi birbirimize farklı bilgi, görüşleri iletmek. Sonuçta dünyanın haline baktığımızda kimsenin ukâlalık edecek hali olmamalı; sonuçta hepimiz sorumluyuz.. O kitapları yazanlar da.
    Hiç olmazsa o andığınız kitaplar ışığında bize 2000’li yılların dünyasında Merkezî İktidarın yararlarını anlatan düşünceleri aktarsanız. Ülkemizin verili toplumsal-kültürel-siyasal gelenekleri içinde çoğulcu-demokratik bir Merkezî İktidar ile yönetilme şansı var mıdır? Bu ülkede bundan böyle Merkezî İktidar yapısı altında özgürlükçü, adil bir hayat mümkün mü? Bunları yazarsanız herkes için ve benim için de yararlı olacaktır.

  5. Yazımı dikkatle okuduğunuz için teşekkürler.
    İlk Paragraf T. Zeldin’e ait. İnsanlığın Mahrem Tarihi. Olağanüstü bir kitap. Ukalaca gevezelikler, çok bilmiş cümle kalabalıkları yok. Ve bu paragraf çok bilmişin bir kitapta anlatacağını yazıvermiş. Bu tespit G. Cilde ile aynı; Zeldin ondan da almış olabilir. Ve çok mantıklı.
    Karşı tezinizi merak ediyorum.
    ***
    Bilim ve teknolojiye gelince. Güneş, rüzgar enerjisi. .. İnternetten edinilen bilgilerle evde bomba yapılıyor-muş.. Viski üretim atığı ile otomobil.. Doğaya zarar vermeyen bir üretim anlayışından söz ettiğimi sanıyorum.
    Seçimlerle gelmiş (Vali, başkan, savcı, yerel meclis) Yerel yönetimlerin yaşadığı çevreye karşı sorumluluk duyacağını sanıyorum. HES’ler böyle pervasızca yapılamazdı.
    Mersin’de Nükleer Santralden önce Güneş Enerjisine dair projeler öncelenirdi. Kapitalizmin yarattığı tahribat konusunda daha bilinçli olunurdu.
    A. Takvil dahi birisi.. Bu belli. Ve “göçmen ruh” taşıyan Türkiyeli’ler çevresi, ülkesi için sorumluluk duygusu gelişmemiş; bu “gelenek” de M. İktidarın katılımcı-sorumlu yurttaş istememesinin sonuçları diye düşünüyorum. Bu sorumsuz yurttaş ile despot merkezî iktidar buluştuğunda ortaya çıkan karakter ortada.
    Bu konular üzerinde konuşulmuyor. Merkezî İktidarın ülkeyi içine soktuğu borç yükü biliniyor mu? Bir kaç yıl sonra Yunanistan gibi olur muyuz? Emekli maaşını bile alamayan…. M. İktidarlar alçakça ,işler çeviriyor ve bilinmiyor. CHP’nin vaadleri gerçekçi mi? CHP tümüyle iktidara gelse, Baykal da Cumhurbaşkanı olsa bu ülkede değişecek olanlar nelerdir?
    RTE nobran, huysuz, katı ama “eve ekmek getiren baba” rolünü iyi oynadı. Belki kırdı, döktü; borç aldı! Entrikalar, komplolar! Ama “çocuklarını doyurdu!” Meseleye böyle bakan çok. nedeni de bir “çocuk” gibi sorumsuz yaşamak isteyen; “büyüklrimiz bilir” diyen yığınlar.. Bu zihniyeti kıracak yöntemleri konuşmak gerekli…
    Sanırım çok “sert” olması gerekmez; ama

  6. çok sert olması gerekmez ama MerkezÎ İktidar hastalıklarını önleyecek kadar güçlü yerel yönetimlerin-özerkliklerin aynı zamanda Ulus-devlet, İşçi sınıfı devrimi gibi ölü paradigmaların da gömülmesini sağlayabilir.
    Bu konuları da yazacağım.. (Yazıldı, toparlayacağım…)
    Özerk bölge yönetimleri nasıl olmalı; bilim teknoloji ile kendini döndüren birimler.. Yazılacak. Katkı, eleştiri, analiz, çürütme… olsun isterim..

  7. Yanıtınıza teşekkür.

    Ben yazarın ukâlalığından çok karşılıklı sohbet veya fikir paylaşmaların “karşı tarafın söylemedikleri” tanımına uyarak alıntınızda söylenmeyeni söyledim.

    Aynı zamanda, tüm yazınızı okuduğumda, temel ayrılmalar da gördüm ve aşırı az bir kısmı yanıtlayarak size haksızlık ettim.

    Not: Sizden alıntılar çift tireler (–) arasında.

    Bir özel sorun.

    (–) ” Merkezî iktidarlar sanıldığının aksine, bu “maniac’ları” önleyebilecek “büyük” güç değil, doğrudan suç ortakları olan yapılardır.” (–)

    Ben sizin yukarıda söylediğinize katılıyorum. Ben sadece merkezî değil her türlü iktidara karşıyım.

    Eğer sorunuzu doğru anladıysam, ne çözüm düşünülebilir, diyorsunuz. Ütopist yazılarda dile getirilen, ve bence hâla en iyisi klasik çözüm: mülkiyet ve serveti yok etmek
    Yazınızda verdiğim ve vereceğim tepkileri biçimlendiren ana konular: medeniyet; bilim-teknik ve bununla bağlı olan ileriye dönük umutlar (doğaya zararsız üretimler); kentler ve demokrasi. Bazı hissetiğim ama tam emin olmadığım milliyetçilik ve yerelcilik sorunları da var. Sürekli doğu-batı kıyaslama bana biraz akademik geldi. Modern zamanlarda farkı en güzel G. Debord, yoğun seyircilik-yaygın seyircilik ikilimiyle anlatır. J. Needham, Fernad Braudel ve diğerleri bu çok önemli, kapitalizm neden ticaretin ve pazarların kaynadığı Çin, Hindistan ve İslam ülkelerinde gelişmedi sorusuna bazı güzel cevaplar getirirler. Ve bence modern bilim-teknik kapitalizmsiz olanaksız ve kapitalizmin aynada kibar bir yansısı.

    Bu konularda bazı katılaşmış diyebileceğim temel görüşlerimi açıklamam hem daha önce söylediklerim hem de bu yanıtımda söyleyeceklerime ışık tutabilir.

    Alıntılar gönderememe iki neden var. Ben düşünürlerin düşüncelerini okurken kendimi onlara eşit sayarım. Okuduğum kitaplar İngilizce ve Fransızca olduğundan alıntıları çevirmem çok zor.
    Üstelik bir de onları bulup çıkarmak var. Onun için özür dilerim, ancak yazar ve kitap isimleri verebiliyorum.
    Bu yanıtımda sadece medeniyet, bilim-teknik konularına hakkında düşündüklerimi açıklayacağım. Bilim-tekniğin ileriye dönük yeni umutlarına, ve demokrasi-kent demokrasisi konularına hafif değineceğim.

    MEDENİYET
    Ben insanlığın en büyük düşmanını medeniyet olduğuna inanıyorum ve bilgi birikimim bu yönde gelişti. Sizin yazınızdaki medeniyetler tarihi, çeşitleri, farkları, başarı veya başarısızlıkları, … önemli ve ilginç. Burda amacım ne yazınıza yafta takmak ne de basitleştirmek. Ama beni asıl etkileyen ilkeller, medeniyet düşmanları, ve dışarıdan bakanlar. Ben medeniyete o gözlerle baktım ve bakıyorum.

    Üstelik tarih kazananların tarihidir. Yazınızda gördüğüm: Medeniyetler tarihi = kazananlar tarihi, ve hatta dünya tarihi!

    Tarih sessiz kaldığı süreler, ki bu tarih öncesi cemaatleri de içerir, anarşi yaşandı. Tarih ve medeniyeti görkemleştiren ya biçarelik yada onun çağırtkanlığı.

    Özgür cemaatlerde tarih yoktur, öz geçmişler vardır.

    Medeniyetin Sümer’de (Bak N. Kramer: Tarih Sümer’de Başlar) başladığı ve oradan tüm dünyaya yayıldığı biliniyor. Ve hatta Amerika iki medeniyetinin de eski dünyadan oraya gittiğini ileri sürenler var. Ben bunu kanser hücrelerinin artıp yayılmasına benzetiyorum.

    Medeniyetleri 5, 6, …, 19 farklı tipler olarak tanımlayan Toynbee bile, 1976’da vazgeçip İnsanlık ve Ana Toprak kitabıyla kendini dünya ve yaşamı yok etmeye adamış tek bir medeniyete indirgedi. Medeniyet treninin son lokomotifi, Avrupa.

    Dışarıdan bakan veya bakabilenler:

    Russel Means

    http://theanarchistlibrary.org/library/russell-means-for-america-to-live-europe-must-die

    M. Eliade: Demirciler ve Simyacılar
    Eliade önsözde Avrupa aşağılık duygusunu dile getirir.

    İnsan dolu yerleri sözüm ona “keşf” (okul beyin yıkamaları) eden Avrupalılar uzun süre rahat, veya hiç değilse kendilerinden rahat yaşayanlara rastlayıp, kıyımdan geçirdiler.

    Bunu da en güzel bir Hopi köylünün 20. yüzyılda Jung’a söyledikleri.
    “See … how cruel the whites look. Their lips are thin, their noses sharp, their faces furrowed and distorted by folds.Their eyes have a staring expression; they are always seeking something; they are always uneasy and restless. We do not know what they want. We do not understand them. We think they are mad.”
    “Bak şu beyazlara, ne kadar zalim bir görünüşleri var. Dudakları ince ve kuru, burunları sivri, yüzleri kat kat buruşuk, kırışık ve çarpık. Gözleri boşa bakar gibi. Her zaman bir şeyler arıyorlar; her zaman rahatsız ve huzursuzlar. Biz ne istediklerini bilmiyoruz. Biz onları anlamıyoruz. Onların deli olduklarını düşünüyoruz. ”
    Not: çeviri benim için çok zor, bu çeviri yarım saatimi aldı.
    Medeniyetin doğuşuna neden materyal yoksunluk değildi (bu Marks ve marksistlerin ana varsayımı). En azından Sahlin ve Cauvin bunu gösterir. Yukarıdaki meşhur keşiflerde rastlanan “hâla taş devrinde” insanların rahatlığı da bunu kanıtlar. Avrupalılar ve taklitçileri gibi durmadan ileri koşmadıkları belli. Ve hatta bazı psikanalizci-tarihçilere göre Avrupalılar kendieri gibi rahatsızlık içinde olmayanlardan nefret ettikleri için onları kıyımdan geçirdiler.

    (–) Diğer yandan Modernite’ye doğrudan muhalif bir “Sosyalist” ideoloji de ortaya çıkmıştı. (–)

    İlerlemeye inanan Marksist, Sosyalist veya Komünist olmayabilir ama Marksist, Sosyalist veya Komünist ilerlemeye inanır. O halde tam muhalif değil. Bunlar daha çok aile içi kavgaları. Her ikisi ve anarşistler de dahil modernlik ve ilericilik taraftarıydı.

    Doğayı karşısına almak, onu kem görmek, ondan ürkmek, bilim-teknikle doğaya egemen olmak; kendi doğasını kem görmek, ve dolayısıyla kendini kem görmek (son zamanlarda üreyen sosyobiyolojistler, egoist genciller, ve benzerleri gibi), ve bu bahaneyle devlet ve kurumlarla, bilim-teknikle insanı egemenliği altına almak medeniyeti doğuşuyla başlar. Bu hiç değilse Avrupa (Sümer’in son temsilcisi) için son derece apaçık.
    M. Sahlins (The Western Illusion of Human Nature); P. Descola (ve diğer yazarlar da) bu konuyu işlerler.

    BİLİM –TEKNİK, BİLGİ

    Bilim temel demokratik değildir. Demokrasi eşitlik ve güçlerin eşit bölümüdür. Tüm diğer alanlarda baş koşul bilgidir. Bilgi de otoritenin temelidir. Zamanımızda, bilim giderek tüm bilgiyi kendi tekelini altına alır. Bilimin zirvesi gittikçe gökyüzüne yükselerek sadece sıradan bir yurttaşı aşmakla kalmaz, kendi dar uzmanlık alanı dışına çıkan bilim adamını da aşar.

    (Uzman gittikçe daralan bir konuda, gittikçe artan bilgi sahibidir. Sonunda hiç bir şey hakkında her şeyi bilecek.)

    Modern bilim-teknik babalarından en tanınanı F. Bacon:
    “Bilgi (ama bilim ve hatta modern bilim demek ister), güçtür.”

    Rönesans ve ardında doğan yeni tanrı: doğa ve doğa kaynakları. Ölçü ve tartı, ve her şeyi niceliklerle, sayılarla anlama çılgınlığı, kısacası bilim-teknik. Okullarda da Newton ve Ortakları Dahiler Şirketi.

    İşte işin aslını gören Blake’in İngiliz halkına söylediği:
    “Newton size güneş dünyayı çektiği için dünya dönüyor der. Ben size dünyanın arkasındaki iki melek kanatlarını çırptıkları için dönüyor derim!”

    (İnşallah bu da yanlış anlaşılıp Rönesansla imgelenen eski allahtan yeni allaha geçişte treni kaçıran ve şimdi yakalama sancıları çeken İslamcılar arasına sokulmam!)

    Ve işte Arşimed hakkında bir öykü:
    Eski ahitte, böyle medeniyet ve onu simgeleyen kralı imrenen bir halk bizim de kralımız olsun ister. Aralarından biri, kral erkek çocuklarınızı alır asker yapar, kızlarınızı alır harem yapar, malınızı alır vergi yapar, neden istiyorsunuz, der. Hemen hemen iki bin yıl sonra Arşimed Sicilya’nın en büyük dolandırıcısına, krala, dolandırılmayı nasıl önleyeceği haberini şimdikiler gibi coşkunlukla, çıplak koşarak müjdelemek ister.

    17. yüzyıl, İngiltere’de sahtekarların alt üstü ettikleri dünyayı yeniden alt üst etmeye çalışan devrimciler bir meyhanede toplandıklarında, aralarından biri bilgi edinmek için bilgilileri davet etmeyi önerir. Bir ayakkabıcı “bilgilileri boş ver, onlar hep güçlülerden yandadırlar”, der. 20. yüzyıl İngiliz tarihçisi E. P. Thompson “Biz hâla o ayakkabıcının meydan okuyuşuna bir yanıt veremedik!”, der.

    Adorno da “Mantık her zaman baskıcıdan yanadır.”, der.

    Bir örnek: Kızılderilerin meşhur kişisi “trickster” (düzenbaz, perde oyununda karagöz):

    Kızılderililer ayinleriyle çocuklarına göz kamaştırıcı beceriler başaranlardan uzak durmalarını, aksi halde onlara köle olacaklarını öğretirler. Bizdeyse tam tersi.

    DEMOKRASİ, KENT DEMOKRASİSİ

    Avrupa da oluşan kent cumhuriyetlerinin kaçınılmaz bir iç çelişkisi var. İçlemek / dışlamak. Venedik büyük çapta köle ticareti yaptı, haçlıları borçlara bağlayarak soyup soğana çevirdi. Hobbes veya A. Smith’in “Herkes birbirine karşı, allah da herkese karşı.” düsturunun bir çeşidi. Tekrar hatırlatırım, Claster’ın şiddetle ilgili kitabı bu konuya ışık tutabilir.

    (–) 2000′lerde yeniden anlaşıldı ki, bu ülkede Merkezî İktidar hala çoğulcu, demokratik, alt kültürlere izin verecek olgunluğa ulaşamamıştı. Kusur “şahıslarda” değil, bu coğrafyanın tarihsel deneyim sefaletine aitti! Bu topraklarda, Avrupa’da olduğu gibi, 400 yıl, 1200-1600 yılları arasında yaşanılmış bir “Standestaat” kültürü, özerk kent yönetimleri yaşanmamıştı. (–)

    Avrupa veya A.B.D., laf kalabalığı hariç, bu olgunluğa ulaştı mı? Hazır mı?

    Avrupa dünyayı 1600 yıllarından sonra kasıp kavurdu, tüm dünyayı, aynı Allah gibi, kendine benzetti, tüm dünya burjuva oldu, umutsuz anlamsız hiçliğe (nihilizme) sürükledi. Artık kapitalist bile yok. Yerine sizin saygıyla sözünü ettiğiniz her efendiye hizmet etmeye hazır bilim-teknik uzmanları geçti. Burjuvalar da, hâla bir ayakları eski dünyada olduğu için, yetişen yeni piçleri görünce yaptıklarından utanıp intihar ettiler.

    Avrupalılar sadece ve sadece özgürlüklerini ellerinde tutmak isteyen ilkel, aşiret ve geleneksel cemaatlere karşı savaşlarında, son 400 yıl günde 350 kişi öldürdiler!
    (–) Bu yazının da amacı bu; Özgüvenli Yurttaşlar olalım ve Merkezî İktidar yerine yerel, demokratik, özgürlükçü, her biri kendi içinde komünal toplumlara da izin veren kent demokrasileri kuralım. (–)

    Çok zor olacak ama şahane bir istek! Tamamıyla katılıyorum.

    (–) T. Zeldin, kitabında bir 19. Yy. da Moskova Halkının yüzde onunun gönüllü köle olduğunu yazar.(–)

    La Boétie 16. yüzyılda, tüm Fransızlar ve hatta tüm insanlar gönüllü köleler; J. J. Rousseau 18. yüzyılda insan her yerde özgür doğar, her yerde zincirlere vurulmuş; George Sand 19. yüzyılda Fransızlar iyi yaşamak için yaşamaktan vazgeçtiler, derler.

    BİLİM-TEKNİK UMUTLARI

    Kısa ve aptalca bir kuşkum: dünyayı yönetenlerin en güçlü stratejisi hiç bir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirmeleri. Ben kendim ekolojik (organik) sebze ve meyve kooperatifinde, hem toplamada hem satışta çalışıyorum. Beraber çalışdıklarım melek ama doğru yolda olduklarının dışında bilgileri televizyon ve medyadaki son haberler. Bir hiciv örneği: YİYECEK SATAN bir arkadaş bana “senin insanlara İNANCIN yok”, der

  8. verdiğiniz bilgiler, emek, düşünce için teşekkür ederim.
    Teknoloji karşıtlığı; teknolojiden vazgeçme konusunda sanırım tartışmak doğru olmaz! Bu insanlığın hiç bir zaman kalkışmayacağı bir şey; sorun teknolojinin kendi değil; nasıl kullanıldığı… Bu da öğrenilecek! 100 ya da bin yıl sonra; öğrenilmek zorunda. Bu nedenle “nasıl kullanılmalı” sorusuna odaklanılmasından yanayım…
    Örneğin hastalandınız; kalp ana damarlarına stent takmayı red mi edeceksiniz; Kaldı ki bu teşhis bile teknoloji kullanarak konulacak. Çocuklarınıza kızamık, difteri, boğmaca, verem, çocuk felci aşısı yaptırmayacak mısınız?
    *
    Avrupa ve ABD sonuçta emperyalist, sömürücü devletler.. Anımsatmak istediğim bu toplumlar kendi içlerinde demokratik, çoğulcu gelenekleri de barındırıyor; Hitler de orada türedi! Ama o büyük bunalım ertesinde; biz de ise her an, bir RTE ürer; “toprak” burada çok müsait… Bu nedenle bizde özerk kent demokrasileri süreci toplumsal “eğitim” açısından işe yarar düşünüyorum.
    Bir de burada-doğuda müthiş bir “birey” sorumsuzluğu var!Elbette birey yok ki, sorumluluğu olsun! O zaman başa döneceğiz; bireyci olmayan birey hangi topraklarda, nasıl yetişir?
    *
    Son olarak eklemeliyim; gerçek, kalıcı devrimler sanırım dışarıdan, birden gerçekleşmiyor; bunun adı “darbe” oluyor. Asıl devrimler o toplumun bağrında ortaya çıkmış “tohumların” yeşermesi, dağılması, genişlemesi ve sonunda “ana yapıyı” yutması ile “devrim” adını almaya hak kazanıyor. Örneğin 1917 bu tanıma göre devrim değil! 1789 ise devrim!
    Ve bu ülkede 30-40 özerk yönetim birimleri; ve her bir özerk birim kendi içinde kurulacak özerk birimlere de izin vermek zorunda olmalı! Özerklik isteyen, diğer özerkliklere de saygı duymak zorunda… Ve bu noktada “iyi örnekler” çoğaltılabilirse, toplumsal bir dönüşüm mümkün olur mu? Örneğin sizin gibi insanların kuracağı bir komün, bulaşıcı bir hastalık gibi yayılır mı? Ütopik olmak istemiyorum; nesnel süreçler üzerinden kurgulamak gerekir.. Henüz o noktada değilim.. hoşçakalın

  9. (Aşağıda alıntıladığım yazı çok önce yazıldığı halde bugün için çok daha geçerli, geleceği doğru görmüş)

    Türkiye, yığınla iç ve dış problemin her geçen gün biraz daha sıkıştırdığı, bunlara çözüm üretemedikçe, bunun yarattığı hayal kırıklığı içerisinde acz ile kıvranıp duran bir ülke görüntüsünü yansıtmaktadır. Kıvrandıkça da sıkıntılarının sorumluluğunu, yalnızca “dış mihraklar” üzerine yıkmak suretiyle sahte bir tatmin duygusu içine girmekte ve hıncını bir türlü somut biçimde ifade edemediği “dış mihraklar”dan alamadığı için de, kendi kendisiyle kavga ederek rahatlamaya çalışmaktadır.
    Devlet, siyaset ve toplum düzeyindeki bu bunalım görüntüsü ne anlama geliyor? Bu perişan görüntünün, yetmiş beş yıllık Cumhuriyet Türkiyesi’nin, artık ideolojisiyle, rejimiyle, devletiyle, toplumuyla, başta ekonomisi, siyaseti, eğitimi olmak üzere bütün kurumlarıyla önü tıkanmış bir ülke olduğu anlamına geldiği, bugün pek çok kimse tarafından dile getiriliyor, zaman zaman yüksek sesle, zaman zaman da (özellikle askeri müdahale dönemlerinde) kısık sesle tartışılıyor. Cumhuriyet Türkiyesi dışarıda itibardan düşmekte, içeride ise devlet vatandaşının gözünde her gün ağır bir prestij kaybına maruz kalmaktadır.
    Batı emperyalizminin istilasına uğramış bir imparatorluktan, Anadolu toprakları üstünde hiç de küçümsenmeyecek ve hafife alınmayacak bir mücadele ile bağımsızlığını elde ederek çıkan bu genç devlet, yepyeni bir ideoloji, yepyeni bir rejim, yepyeni bir toplum ve yepyeni bir kültür yaratma iddiasıyla işe başladı. Belki çok haklı olarak Batı medeniyetinin üstüne çıkmanın hayalini kurdu; “Ortaçağ karanlığı”ndan kurtulmuş, sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir ülke hedefledi. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden hayata döndürmek imkânsız ve üstelik anlamsızdı. Altı yüzyıl gibi uzun bir ömür süren bu yaşlı devlet zaten tükenmiş bir durumdaydı. Muhakkak ki yeni bir yola girmek gerekiyordu.
    İşte, pozitivizmin güçlü etkisi altında, milliyetçi, laik ve Batıcı bir zeminde şekillenen yeni ideolojinin meydana getirdiği Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu yeni yola girerken, bugün yaşadığı bu darmadağınık görüntüyü teşkil eden bütün arızaların temelindeki ilk ve en büyük yanlışı, bize göre daha başlangıçta, cumhuriyeti kurarken yaptı: Geçmişini düşman ilan ve onunla bağlantı kurmayı reddederek işe başladı. Milletlerarası ilişkilerini, özellikle de en tehlikelisi, genç nesillerini büyük bir bonkörlükle harcayarak elden çıkaracak bir alet haline dönüştürdüğü eğitim ve kültür politikasını bu redd-i miras üzerine kurdu.

    ……

    1) Türkiye Cumhuriyeti devleti, üzerinde bulunduğu toprakların, önce Bizans’ın, sonra Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetiminden gelen, çoğunluğu Türk ve Müslüman olmakla beraber, üstünde başka etnik kökenlere, başka din ve mezheplere, dolayısıyla başka kültürlere mensup insanların da yaşadığı bir ülke olduğunu bilerek görmezden geldi. Üç büyük imparatorluğun mirası olan bu topraklar üstünde yaşayan bu renkli toplumu, gerçekten iyi niyetle “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” haline getirebileceğini, bu kitleyi onun etnik ve kültürel özelliklerini öne çıkarmadan tek millet haline dönüştürebileceğini düşündü. Oysa özellikle 1980’ler sonrası yaşananlar, Kürt sorununun, bununla bağlantılı olarak PKK probleminin, daha sonra Alevilik-Sünnilik meselesinin giderek büyümek suretiyle Türkiye’nin gündemine oturması ve ilkinin sür’atle uluslararası bir mesele haline dönüşmesi, bunun yanlışlığını ortaya koymuştu. Bu gerçeği görmek istemeyen siyasi kadrolar, birtakım gülünç tezlerle bu meseleleri kapatmaya çalıştılar, ama bugüne kadar bir başarı sağlayamadılar. Üstelik bu başarısızlıklarının sorumlusu olarak kendilerini değil, hep “dış mihraklar”ı gördüler.
    2) Türkiye’nin komşularından bir kısmının, vaktiyle kendisinin yönettiği bir imparatorluğun parçaları olduğunu, dolayısıyla hafızalarında kendine karşı birtakım komplekslerin bulunabileceğini, bunların ileride rahatsızlık unsuru haline dönüşebileceğini hiçbir zaman aklına getirmedi. Diğer bir kısmıyla da yüzyılları kapsayan bir nüfuz mücadelesi verdiğini hesaba katmadı. Onlarla hesabının kitabının bitmiş olduğunu, “Yurtta sulh cihanda sulh” politikası sayesinde bu komşularıyla problemsiz bir yaşantı süreceğini varsaydı, hattâ bazılarını bir bakıma dikkate dahi almadı; onlarla ortak bir tarihi ve kültürü yaşadığını özellikle unutmak istedi ve unuttu. Kendi geleceğini Batı dünyası içinde gördüğü için, bütün siyasi bağlantılarını bu hesaba göre yaptı ve ülkesi içinde uyguladığı laisizm politikasını böylece dış ilişkilerine de yansıttı. Fakat Kıbrıs meselesinden Batı Trakya krizine, Bulgaristan probleminden Kuzey Kafkasya meselesine, Azeri petrolleri konusundan su meselesine kadar yalnızca şu son on yılda göğüslemek zorunda kaldığı ve tabiatıyla çözüm üretmekte zorlandığı pek çok mesele, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu politikasında da yanıldığını ve bunu terketmediği sürece, bütün bu konularda ve ileride çıkacağına şüphe bulunmayan daha birçok meselede çözümsüzlüğe ve yenilgiye mahkûm olacağını acı bir şekilde göstermiştir.

    ……

    Böylece içinde yaşadığı dünyayı, yönettiği ülkesini ve toplumunu tanıma konusunda hiçbir bilimsel bilgi birikimine sahip bulunmayan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, zaman geçtikçe problemleri birbiri peşisıra karşısında görmeye ve her seferinde şaşkınlığa uğramaya başladı. Çoğu maalesef bilgisiz, önyargılı ve hazırlıksız siyasi kadrolar, bu bilgisizlikleri ve tecrübesizlikleri yüzünden çözüm üretemedikleri bu problemleri her seferinde Batılı devletlerin karışmasının, dolayısıyla bunların milletlerarası bir nitelik kazanarak Türkiye’nin kontrolünden çıkmasının ve çözümlerin Türkiye’ye dışarıdan empoze edilmesinin yolunu adeta kendi elleriyle açtılar.
    * Türkiye Cumhuriyeti, bilindiği gibi dış politikasındaki ilk ciddi şoku 1960’larda Kıbrıs meselesiyle yaşadı, hâlâ yaşamaya devam ediyor.
    * Arkasından 1973 yılında Ermeni meselesi gündeme geldi. Zamanın dışişlerinin tepkisi, yukarıda sözünü ettiğimiz redd-i mirasın tipik bir örneğini ortaya koyarcasına, bu meselenin Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, Osmanlı Devleti’nin problemi olduğu, dolayısıyla Türkiye ile ilgisi bulunmadığı şeklinde oldu. Bu tepki iltifat görmeyince bu defa meseleyi zoraki sahiplenme durumunda kaldı ve bu konudaki bilgisizliğinin ve hazırlıksızlığının acısını kat kat hissetti.
    * Aradan yaklaşık on bir yıl sonra PKK ve Kürt meselesi aynı biçimde, aynı usullerle Türkiye’nin gündeminde girdi; hâlâ gündemi işgale devam ediyor. Siyasi iktidarlar aynı bilgisizliğin yarattığı bunalım içinde, önce gülünç tezlerle işi geçiştirmeye baktılar, olmayınca çıkar yolu her zaman olduğu gibi askerî çözümlerde buldular.
    * Yine bundan bir on, on iki yıl sonra bu defa çok daha başka ve daha tehlikeli bir problem, Alevilik-Sünnilik meselesi, Türkiye devletini ve toplumunu her zaman olduğu gibi hazırlıksız yakaladı. Siyaset çevreleri başta olmak üzere, elit kesimin bu konudaki cehaleti de korkunç ve aynı zamanda gülünç boyutlarda yine ortaya çıktı. Bu defaki, gerçekte diğerlerinin hepsinden daha netameli idi; çünkü toplumun en nazik yanına, inanç boyutuna hitap ediyordu.
    Türkiye bu meselelerin hiçbirinde, kendisine yol gösterecek, doğru tezleri gerek ülke içinde, gerek milletlerarası politika alanında savunmasına yardımcı olacak stratejilere sahip değildi. Daha açıkçası bu stratejileri oluşturacak bilimsel bilgi birikiminden, bu bilgi birikimini sağlayacak kurum ve uzmanlardan yoksundu. Buna karşılık, Batılı devletlerin bu konularda ne kadar geniş çaplı bir bilgilenme içinde oldukları, bugüne kadar yüzlerce defa ortaya çıktı. Bunca kötü tecrübeye rağmen, Türkiye’nin bu gerçeği farkettiğini gösterecek ciddi işaretlerin hâlâ ortalarda görünmemesi ne kadar şaşırtıcıdır! Siyasi iktidarlar hâlâ, konunun uzmanı olmayan kişilere alelacele hazırlatılan oyalayıcı, basit, bilimsel temelden yoksun, kendini kandırmaktan başka bir işe yaramayan bilgilere dayalı aldatıcı ve komik tezlere yer veren raporlara itibar etmekte devam ediyorlar. Bu aldatıcı tezler, bugüne kadar Türkiye’yi sürekli olarak çözümsüzlüğe mahkûm eden tezlerdir.

    Türkiye’de Siyasi ve Toplumsal Uzlaşma Problemi ve İdeolojik Çatışmanın Merkezindeki İslâm / Ahmet Yaşar Ocak / Türkiye Günlüğü, sayı 42, Eylül 1996, ss. 5-11.

  10. 8 no’lu yorumda katıldığım tek bir tespit var. Bu topraklar, insanlığın kadim tarihine ait çok şey yaşamıştır; bu mirası reddetmek ile büyük hata yapıldı!
    Bu reddi mirası bizim sağcılar da yapıyor ama! “Afedersiniz ermeni..” .. “rum dölü” lafları kimlerindir?
    2. madde uyduruk.. önemsiz.. Kıbrıs, Azerbeycan, Batı Trakya ve Bulgaristan dönemsel sorunlardır ve önemsizdir ve ilk madde yerine getirilseydi, daha da önemsizleşirdi..
    Bu bağlamda ilk madde, çoğulcu, kültürel farklılığı benimseyen bir ülke demekti ki, görüldüğü gibi bunu ne Türkçü’ler, ne de İslamcılar kabul ediyor. “Adam” ne seküler, ne alevi, ne Kürt Türkiyelileri tanımıyor; parmakla sayılacak kadar az kalmış Hıristiyan’lar üzerinden inanç özgürlükçüsü pozları veriyor Batı dünyasına…
    Bizim sağcımız da solcumuz da aynı galiba!

  11. 2. maddeyle ilgili görüşünüze katılmıyorum. Bu krizler de, ayrıca o dönemde olmadığı halde bugün patlak veren Suriye ve Irak krizleri de bununla bağlantılı çünkü tarihte Suriye ve Irak diye bir ülke olmadığından bu ülkeler yapay bir şekilde oluşturuldu.
    Ayrıca bugünkü Libya ve Yemen krizleri de Osmanlı’nın dağılışının sonuçlarıyla bağlantılıdır. Özellikle Libya’nın durumu bugün Türkiye’yi etkileyecek kadar önemli. Libya bölündüğü ve iki hükümet arasındaki çatışmada Türkiye taraf olduğu için. Son vurulan Türk gemisini hatırlayın.

  12. Aslında daha geniş bakarsak bu durumun temelinde bu bölgelerin kendi tarihinin olmaması yatıyor. Bu ülkeleri yönetmiş hanedanlar, dini liderler, devşirme yönetici sınıflar gibi unsurların ülkeye dışarıdan gelmeleri ve tabansız olmalarıyla ilgi bir durum. Yazılarınızda sizin de üzerinde durduğunuz Asya despotizmi bunu iyi açıklıyor.

  13. Suriye, Libya, Mısır, Yemen bizi ilgilendirmez! Bu krizler, RTE’yi, sünni halife idealleri ile yaşayanları, Yavuz S. Selim’i idol yapanları ilgilendiren bir sorundur!
    Bu ülkelerin temel sorunları Modernite’nin aşılarını, ilaçlarını, asepsi-antisepsi bilgilerini alıp, bilim üreten zihniyetlerini aşağılamalarıdır. Ve nüfus patlar.
    Yazmıştım.. Mısır’ın nüfusunun % 60’ı 30 yaşın altında imiş.. Bu garabet, daha korkunç sonuçlara yol açar; ve bu bağlamda Müslüman Toplumların sorunu bizim sorunumuz değildir; düzeltecek onaracak gücümüz olsaydı.. Yok.. Malum “Ortadoğu bataklığına” bu toplumu sokmaya kalkışmak aymazlık, cehalet, hainliktir. Bu onların sorunu! Bizim değil! Bangladeş, Pakistan.. Toplam nüfusları 300 milyonu geçer; bizim sorunumuz mu?
    “Ne Şam’ın şekeri, Ne Arap’ın yüzü..” hoş bir söylem değil.. Boşuna söylenmediği bugün daha iyi anlaşılmıyor mu?
    Burada ben çok Suriye’li göçmen görüyorum.. Kısaca yazıyorum.. Bu insanlar 1200’lü yıllardan buraya geldiler.. Buradakiler de 1900’leri yaşıyor!

  14. Son yazınızı okudum ve yine aşılmaz uçurumlar gördüm. Bana
    D. H. Lawrence’ın kızılderi dansını gördüğünde söylediklerini hatırlattı. “Ya Kızılderililer ya da Beyazlar!” Haklı, bazan diyalektik cambazlığı çalışmıyor.

    Ama içtenliğiniz bulaşıcı ve belki derdimi daha uzun ve daha ayrıntılı anlatırsam fena olmaz dedim.

    Yazınızdaki ilk iki paragraf aşağıda.

    Teknoloji karşıtlığı; teknolojiden vazgeçme konusunda sanırım tartışmak doğru olmaz! Bu insanlığın hiç bir zaman kalkışmayacağı bir şey; sorun teknolojinin kendi değil; nasıl kullanıldığı… Bu da öğrenilecek! 100 ya da bin yıl sonra; öğrenilmek zorunda. Bu nedenle “nasıl kullanılmalı” sorusuna odaklanılmasından yanayım…

    Örneğin hastalandınız; kalp ana damarlarına stent takmayı red mi edeceksiniz; Kaldı ki bu teşhis bile teknoloji kullanarak konulacak. Çocuklarınıza kızamık, difteri, boğmaca, verem, çocuk felci aşısı yaptırmayacak mısınız?

    İlk önce, belki önemsiz ama, ben onsuz olur veya olmaz diye bir şey demedim. Üstelik konu bu değil. Ama mutlaka bir şey söylemem gerekirse, ateşsiz, ki onsuz medeniyet olanaksız, hatta onsuz dilin bile olmayacağını ileri süren paleoantropologlar da var, ve konuşmayıp çok iyi yaşayan çok sayıda canlılar var.

    Sadece, ve elimden geldiği kadar, bu sizin alıntılarınızdaki konuya değineceğim. Tabi bu yazdıklarım kendi okuduklarımın basit bir özeti. Daha derin ve dolaylı incelemeleri içeren bazı düşünürlerden daha önce dile söz etmiştim. Bu yazı bile çok uzun ve diğer sorulara eğilmeye cesaretim bile yok.

    Not: ben teknoloji sözcüğü, ki bu teknik bilimi anlamına gelir, yerine teknik ( yöntem, metot, yaklaşım, mekanizm, algoritma… ); bilim ve teknoloji tamamıyla iç içe girili olduğundan bilim-teknik sözcüklerini daha uygun görüyorum.

    Eğer bir yanlışlık yapmıyorsam yukarıdaki iki paragraftaki düşüncenin altında yatan inanış şöyle özetlenebilir: teknik veya araç veya mekanizm veya robot nötrdir, tarafsızdır.

    Daha da ayrıntılı şu:

    Bilgisayar önünde oturmuş bu yazıyı yazıyorum. Asıl efendi, hükmeden, yönetici, amir benim. İnsanla makine arasındaki ilişki, ruhla (tinle, canla) bedene arasındakine benzer. Robotlar asla bilinçli olamazlar, bu salt bilim-kurgudur ve olanaksızdır. Yapay Zeka (Akıl) da öyle. İnsanları hayvanlardan ayırımda en zirvedeki bu fark ortadan kalkmaz. Bilgi sayar sadece problem çözebilir, hızlı hesap, yazı işlemleri yapabilir.

    Parantez içi iki ek:

    20. yüzyıl başında Russel ve Whitehead bunu matematiğe uygulamak istediler. Eğer matematik bazı aksiyomlar ve belli bir mekanizmayla (mantık) sonuşlara varıyorsa, bir makine (şimd bu bilgi sayar) daha hızlı ve daha güvenilir yapar. Wittengstein ve özellikle Gödel bunun olanaksızlığını kanıtladılar. Russel da buna katıldı. Bu kanıtlama “doğa” bilimi kuantım fizikde ki belirsizlik ilkesine benzer.

    Sağ, sol, orta politikacıların paylaştığı bir düşünce:

    Devlet sadece bir mekanizmadır ve nötrdir. Asıl iş onu ele geçirip “doğru” bir şekilde kullanmak. Dolayısıyla, partiler, seçimler, oy vermeler; devrimler, devrimciler, devrimci politikacılar, anarşist politikacılar, …

    Konuya dönüş.

    Yakından bakınca ortaya başka bir şey çıkar. Sonu gelmez sayıda makinelerin kıskacı içindeyiz. Bu bilgisayar basit bir kalem açacak değil. Bir çok aygıtlardan oluşur. Birkaç tanesiyle belki başa çıkabilirim ama tümüne hakimim diyemem. Zaten tümüne hakim olan var mı? Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar filmini gördüyseniz bilirsiniz, işçi makinenin hız ve ritmine uymak zorundadır. Patron da bilim-tekniğin piyasaya sürdüğü en son makineyi seçer. Makinenin kullanışında değişiklik yapamaz. Bu kullanış toplumun iç yapısına bağlıdır. Diğer makinelerin tedarik ettikleri hammaddeler, hammaddeleri işleyen diğer makinelerin kullanışına uymak zorundadır. Örneğin, fabrikalar, taşıt araçları, ofisler, …; eğlenceler, yiyecekler, temizlik, iletişim; … Ve bu saydıklarım zaten çoktan toplumun tümünü etkilemiş değiştirmiştir. Hatta değer yargıları, yaşam biçimleri, davranışlar, … vs. de öyle. İnsanın makineye kendi keyfi veya isteğine göre hakim olacağı hiç bir merkez yoktur. Her halükarda, eğer insan makineyi kullanıyorsa, zaten bunu kişinin iradesi dışında ve kişiden bağımsız değişmiş bir toplum içinde yapar. Hatta makine insanın ne olduğu bilincini bile değiştirmiştir. Ve bu değişmeler sadece sosyal ilişkiler, sosyal kurumlar, sosyal biçimlemelerle de kalmaz. İnsanın his ve sevgi dünyası, amaçları, tasarıları, ihtiyaç ve düşünceleri, alışkanlık ve davranışları, yargı ve ön yargıları da değişir. Etrafı makinelerle dolu bir insan istese de istemese de, bilincinde olsa da olmasa da, makinelerle sarılı bir dünyada makine mantığına uyar.

    Bir parantez daha:

    W. Heisenberg bile bu konuda 19. yüzyıl fizikçileri gibi coşku içinde iyimser olmayıp kuşkulu olduğunu Zhuangzi’den aldığı bir öyküyle dile getirir. Kısaca bir köylü “Eğer ben işimi kolaylaştırmak için makine kullanırsam, eninde sonunda benim kalbim de makine olur!”, der.

    Konuya dönüş.

    Bir yanda korkusuz cesur insan, otonom ve özerk, bağımsız; diğer yanda bir makine, bir nesne, kalem açacağı misali bir nesne var demek aşırı ve yüzeysel bir iddia. Gerçekte, durmak bilmeyen ve değişmeyen insan-makine birimiyle karşı karşıyayız: çünkü insan yaşamını makineden makineye geçmekle geçirir ve makineyle ilişkisi aynıdır. Makinelerin değiştirdiği kişi, makineyi makinelerin yapılaştırdığı toplumda kullanır. Daha sorunun bilincine bile varmadan makinenin değiştirdiği, yapılaştırdığı ve kendine uygun kıldığı kişi nasıl o makineye hakim olduğunu veya kendi isteğine göre yönlendirebileceğini iddia edebilir? Eğer makine insanın elinde salt bir aletse, o aleti kullanan makine tarafından koşullaştırılmış bir insandır. Psikoloji teknikleri hedefinin insanı şartlandırma olduğu ilan edildiğinden bu yana bu sorun özellikle ağırlık kazanır.

    “Belki, ama her şeye rağmen ve sonunda salt insan karar verir!” Pek emin olamayız! Çünkü iyi kötü kıstasları zaman ve ortama (sosyal çevreye) görü değişir durur. Zamanımızda eskiden tamamen farklı bir ahlak gelişmekte. Ve insan makinenin etkisi altında bu ahlaka yönlenir.Üstelik makine nötrdir, ne karar vereceğini bilemez demek pek büyük bir anlam taşımaz. Nötr olup, kötü niyet veya amaçla kullanılmayan ama insana zara veren çok sayıda şeyler var. Suya sızan zehir ahlak açısından nötr olabilir ama içenler için felakettir. Ahlak açısından nötr makine beden ve ruha son derece zaralı olabilir. Bazı psikolog ve sosyologlar bu makinelerin yararlı, bazı psikolog ve sosyologlar zararlı olduklarını savunurlar. Makine ne kadar nötr olursa olsun, iyi veya kötü olmasını bir tarafa bırakırsak, psişik ve ahlaki etkileri kesin nötr değildir diyebiliriz.

    Şimdi de konuyu insan açısından ele alalım. Hemen bir fenalık, kaygı, kararsızlık, sinir gerginliği başlar. Hangi insan, kim? İlk tanıdığım insan benim. İyi ama ben kimim? Makinelere, tüm makinelere, iç içe girmiş teknik bileşiğine, atom enerjisi kullanışına, endüstriyel gelişmeye egemen olabilir miyim, ve nasıl olabilirim? Yanıt hazır: “Sen sadece elindeki makinelerle, kendi araban veya kendi televizyonla, uğraş! Eğer her insan aynısını yaparsa, sorun çözülmüştür.” Ancak iki yüzlü ve salak böyle bir yanıt verir. Bizi saran sıradan makinelere bile hakim olmak, onların sağladığı kolaylıklara kendini kaptırmamak için olağanüstü bir çaba, bilinç, irade, ve yargı gerektiğini her düşünebilen bir insan bilir. Kişilerden bunu çabayı (çile çekmeyi) beklemek ne kadar olanaksızsa, herkesin bu nu yapabilmesi de olanaksız. İnsanların tümü hiç bir zaman böyle bir riyazete razı olmaz (“başka” bir alanda, aynısını Dostoyevski’nin Büyük Engizisyoncu-İsa monologunda görürüz). Ve eğer her insan kendine ait olanlara hakim olabilse bile, teknik gelişmesinin tümüne hakim olma, tekniklerin hakim olduğu toplumun sorunu çözülmez. Çünkü buna kimse hakim olamaz. Hatta büyük sayıda araçlar ve özellikle en önemli olanlara hakim olan insan değildir. Örneğin atom enerjisine kim hakim? Galiba sıradan biri değil. Peki kim? Politikacılar mı, devlet başkanları mı? Korkarım bütün dünya ülkelerinde politikacıların teknik alanda etkisiz ve güçsüz olduğu belli. Hatta bunu idare sistemi ve Devlet yapısında, politikacıların ne kadar makine veya teknikle koşullaştırıldıklarını tespit etmek çok kolay. Politikacıların bu alanda hiç bir şeyi yönetmediğini de biliyoruz. Zaten politikacılar arasında kimse tek başına karar vermez, genellikle kararı on veya yüz kişi beraber düzenler. Sanırım aralarındaki rekabetin alınan kararları ne kadar etkilediğini söylememe gerek yok. Güçlü ve etkili olmak isteyen güç ve etkili olma tekniklerine boyun eğmek zorundadır. Üstelik hiç biri bu sorunun üstesinden gelmenin gerektirdiği entelektüel ve manevi (tinsel) yeteneğine sahip değil. Ve zaten bu sorunun geldiğini önceden görmediler bile.

    Bilim-teknik uzmanı hakim olamaz çünkü sadece belli bir alanda aşırı uzmandır, sadece tümün ufacık köşesini görür ve komşusunun işine karışmaz. Üstelik bilim-teknik uzmanı konuya hakim olması sıradan herhangi bir kimseden çok daha imkansızdır, çünkü tamamıyla bilim-teknik içindedir. Entelektüeller mi? Manevi gücü olanlar mı? Bazıları geleceği görme, sorunu anlama, niteliğine sahipler ama tamamıyla güçsüzler. Bu kişiler, bilim-tekniğe boyun eğer, niteliklerinden ve bağımsızlıklarından vazgeçer, düzene hizmet eder, istatistikçi olursa günümüz toplumu onları “Temize Çıkaracı Ulu Entelektüel ve Manevi Liderler” ilan ederler. Aksi halde onlar dışlanır, kenara itilir ve seyirci olmaya mecbur edilir.

    Dur, dur hiç aklımıza gelmeyen, gözden kaçan, her derde şifa bir çözüm var! İdealizm! Nasıl oldu da gözümüzden kaçtı. Çözüm bu mükemmel ilkörnek, bu prototip, bu arketip, … kısacası bu tip. Bu mükemmel Soyut, bu Evrensel, bu Mutlak, bu Kadir-i Mutlak! Kim olduğunu bir türlü bulup çıkaramadık, ne dediğini hiç bir zaman anlamadık, ama olsun, sadece kafamızda bile olsa, O’nun var olduğundan eminiz. Bu nerede ? Ben bilmiyorum. Kim? Onu da bilmiyorum. Ve şimdiye kadar daha henüz kimse bana onu bulmakta yardım edemedi. Neye benzer? Huyu nasıl (yoksa benim gibi huysuz mu)? Sanırım burnu istatistiksel ortalama, boyu istatistiksel ortalama alnı, çenesi, gözleri hepsi öyle. Ama önemli değil. Önemli olan bu olağanüstü güç gerektiren işin ona devredilmesi. Biliyoruz o insanüstüdür, ve o yüzden büyük baş harfle yazılır. O, tarih başladı başlayalı önerilen en kesinkes, en şüphe götürmez varlık. Şimdi artık bu işten onun sorumlu olduğunu bildiğim için rahatım ve diğer önemli işlerime dönebilirim. Yaşam öyle kolay değil, iş, para, çocuklar, kira, su, elektrik, … Bir de bunlarla mı uğraşacağım? Bu sorumluluğu omuzlayan uğraşsın! Eğer başaramazsa, tarih beni değil İnsan’ı yargılayacak. Kendi işlerime ve rahatlığıma kavuşturduğu için O’na saygım sonsuz.

    Son parantez:

    Tarihle yine Sümer demek isterim. Burjuva devrimiyle kökten değişenler sayfalar tutar ama en altında yatan, burjuvaların alaya aldığı (mitsel düşünceler) ama kendilerinin yaratıp inandığı, ve artık tüm dünya insanlarının benimsediği bir mit var. (Bunun bir görünüşüne bu sitede hafifce değindim. Ulu şef benim bunamış olduğumu, ve ben buna cevap verince, yandaşlarından biri de benim huysuz olduğumu söyledi. Kendimi Hayvan Çiftliği Napolyon ve taraftarları karşısında hissetim.) Bu mitin aslını korkumdan yazamıyorum. Ama bu konuyla ilgili olan kısmı anlatmada yarar olduğunu sanıyorum. Eski Ahit’de cennetten kovulma, Babil Kulesi, … Prometheus, İkarus, … , geleneksel toplumlarda demirciler, … modern çağda Frankenstein ve Goethe’nin meşhur kıldığı Faust’a kadar; kizilderililer ve dünyanın her yerinde Burjuva iyi haberinden ve tarihten yoksunlar arasında yaygın bilim-tekniğe karşı bir korku, bir duygu çelişmesi görürüz. Burjuvalar bunu, bunakların saçmalıkları bulup ilga ettiler. Şimdi artık sağ, sol, aslında 19. yüzyıl anarşistleri, … bu mite tarihte hiç ama hiç rastlanmamış şiddetli bir dincilikle huşu ve coşkunluk içinde sarılırlar. Mısır, halkına ölümsüzlük vaat etti ve hemen hemen üç bin yıl ayakta kaldı. Eski dinciler ölümden sonrayı vaat ederler ve daha cömertler, yeni ve sonsuz kuşkusuz dinciler bu dünyayı vaat ederler ama bu dünya bilimselleştirildiğinden, eğer olmazsa insan kendini umutsuzluk içinde bulur. Frankfurt ekolinden Marksist ve ateist biri hiç değilse politikacı şef olmadığından alay etmez ve özellikle bir süre ABD’de yaşadığı için bunu bir öyküyle dile getirir.

    İnanan fakir bir köylü ölmek üzere Tanrı’ya döner ve “Bu dünyada bana pek şans tanımadın, şimdi sana geliyorum, ümit ederim bana daha cömert davranırsın.”, der. Aynı durumda bir Amerikalı “Boktan bir hayat yaşadım, o kadar!”, der.

    Umarım bu yazdıklarım yeni ve ıslah edilmiş dincilerde bir kuşku yaratır.

  15. 13. anonim’e
    yazdıklarınız 13. yoruma denk düştü; ne aksilik!
    ***
    Tüm bir insanlık tarihini yorumlayışımız ile kişisel hayatımız arasında ciddi yakınlıklar var mıdır? Kendi hayatımızı nasıl yaptıysak; kurduğumuz “evin” penceresinin baktığı “çevreyi” de biz mi seçeriz? Gerçekliği, hakikati yakaladığımız sanırken, “penceremiz” asıl hikayenin olup-bittiği yerlere bakmıyor mu yoksa?
    Biliyorum; zorlu sorular bunlar ve kesinlikle “penceremin” doğru yöne açıldığını iddia da etmiyorum..
    Bakış açısı arasındaki farklılıkların nasıl açıklanabileceğini düşünüyorum.. Yine de, yine de “gerçekliği” gösteren bir pencere olduğuna inanıyorum. Ve bu bağlamda “pencereleri” çok geniş tutmalı..
    Biliyorum; görünen gerçekliği gösteren “pencere” de yeterli değildir. Oluş halinde, süreç içinde, henüz şekillenmemiş olanı hazır olmayan bir beynin gözleri de kavrayamaz…
    *
    Düşüncelerinizin en derininde yatan, baktığınız, kendinize yaptığınız “pencereyi” anlamaya çalışıyorum.
    *
    Düşüncelerinizden yola çıkacağım..
    1) “Devlet sadece bir mekanizmadır ve nötrdir. Asıl iş onu ele geçirip “doğru” bir şekilde kullanmak.” Bu makinelerin “nötr” olmadığını da anımsatmak için yazmışsınız. Sonra ” Sonu gelmez sayıda makinelerin kıskacı içindeyiz.”
    Sanırım yabancılaşmadan söz ediyorsunuz. Bu her zaman vardı. Örneğin din ve dinin kullanımı da korkunç bir yabancılaşmadır. İnsanları bu yabancılaşma makinelerden daha çok yönetiyor.
    Ve dinsel yabancılaşma aşıldı ise bu “makine yabancılaşması” çok daha kolay aşılır…
    2)” İnsanın makineye kendi keyfi veya isteğine göre hakim olacağı hiç bir merkez yoktur. Her halükarda, eğer insan makineyi kullanıyorsa, zaten bunu kişinin iradesi dışında ve kişiden bağımsız değişmiş bir toplum içinde yapar. Hatta makine insanın ne olduğu bilincini bile değiştirmiştir. Ve bu değişmeler sadece sosyal ilişkiler, sosyal kurumlar, sosyal biçimlemelerle de kalmaz. İnsanın his ve sevgi dünyası, amaçları, tasarıları, ihtiyaç ve düşünceleri, alışkanlık ve davranışları, yargı ve ön yargıları da değişir. Etrafı makinelerle dolu bir insan istese de istemese de, bilincinde olsa da olmasa da, makinelerle sarılı bir dünyada makine mantığına uyar.”
    Elbette kullandığımız makineler, makineler dünyası da kişiliğimize yön verebilir. Ama bu konuda bilinçlenme sürüyor. Siz ve ben nasıl bunları düşünüyorsak milyonlarca insan da düşünüyor. Bu bir “idealizm” değil; ortak tür aklı! Ben kendimi ne kadar “akıllı” görüyorsam bu aklın aynısı milyarlarca insanda da aynen var; ikimiz de uzaydan gelmedik… Her ne olursa olsun.. İnsan makineleri kullanabilir.. Makineleri kontrol edebilir! Bu inancın temeli idealizm değil, insanlık tarihidir.. Din insanları kullanıyor.. Milyarlarca insanı! Ve milyarlarcası da buna izin vermiyor…
    *
    3)”. bir köylü “Eğer ben işimi kolaylaştırmak için makine kullanırsam, eninde sonunda benim kalbim de makine olur!”, der.” Bu hikayeyi okumuştum. İşte burada “penceremizin” farklı olduğu ortaya çıkıyor. Ben o “bilgeyi” olumsuzladım… Sanırım siz olumluyorsunuz…
    Neydi o söz.. değişmeyen tek şey değişimin kendisidir!.. “Bilge” durgun gölde, tembelce kürek çekmeyen birisi.. Oysa insanlık ve doğa tarihi bir “rafting” olmak zorunda. Bu kişisel bir seçim değil.. Doğa, biyolojik ve her tür toplumsal tarih böyle! Raftingin heyecanı da az değildir! (Hiç yapmadım!)
    Biz akan bu biyolojik-doğa-insanlık tarihi içinde ne yapacağımıza, nasıl yapacağımıza ait kararlar alabilir, uygularız; bu ırmak akmasa, göl olsaydı demek Tabiat Tanrı’ya isyandır! Cezasını da keser!
    *
    4) Makinelerin değiştirdiği kişi, makineyi makinelerin yapılaştırdığı toplumda kullanır. Daha sorunun bilincine bile varmadan makinenin değiştirdiği, yapılaştırdığı ve kendine uygun kıldığı kişi nasıl o makineye hakim olduğunu veya kendi isteğine göre yönlendirebileceğini iddia edebilir? Eğer makine insanın elinde salt bir aletse, o aleti kullanan makine tarafından koşullaştırılmış bir insandır. Psikoloji teknikleri hedefinin insanı şartlandırma olduğu ilan edildiğinden bu yana bu sorun özellikle ağırlık kazanır.
    Bir insan kişiliği nasıl oluşur; 0-10 yaşa arasındaki süreçler baskındır… Sevgi, şefkat, iyilikle toplumsallık içinde büyümüş bir yavru makinelere teslim olmaz. Siz bugünün verili koşullarını ebedi kabul ediyorsunuz..
    *
    5) “Zamanımızda eskiden tamamen farklı bir ahlak gelişmekte. Ve insan makinenin etkisi altında bu ahlaka yönlenir… ”
    Bu ahlak makinelerce değil bu makinenin efendisi açgözlü kapitalist ilişkilerin belirlediği ahlaktır diye düşünüyorum…
    *
    6) Bizi saran sıradan makinelere bile hakim olmak, onların sağladığı kolaylıklara kendini kaptırmamak için olağanüstü bir çaba, bilinç, irade, ve yargı gerektiğini her düşünebilen bir insan bilir.
    Otomobil, televizyon, bilgisayar, bulaşık makinesi vd.. Günümüzün teknolojisi (evet haklısınız, bilim-teknolojisi) kullanımda basitleşiyor, ve daha da basitleşecek. Onları biz kullanacağız.
    ***
    7) “Politikacıların bu alanda hiç bir şeyi yönetmediğini de biliyoruz…”
    Bu bağlamda politikacıların “görünür” olması için de daraltılmış birim yönetimlerini öneriyorum.. Sorunların ve bu sorunlara dahil insanların “ne olduğunun” kolayca anlaşılması için insanî uzaklıkları azaltan; hiyerarşiyi gerileten kent demokrasilerini..
    *
    8) “Bilim-teknik uzmanı hakim olamaz çünkü sadece belli bir alanda aşırı uzmandır, sadece tümün ufacık köşesini görür ve komşusunun işine karışmaz. Üstelik bilim-teknik uzmanı konuya hakim olması sıradan herhangi bir kimseden çok daha imkansızdır, çünkü tamamıyla bilim-teknik içindedir.”
    Bu verili koşullara ait bir yorumdur. Zavallı çocukların zamanlarını ne kadar kötü kullandığını biliyoruz. Biz işimiz dışı alanlarda bu kadar “ahkâm” kesebiliyorsak, onlar daha iyisini yapabilir; bilimlerin kendine özgü mantığını kavrayabilir; teknoloji üretemeyen bir öğretime sahip olamasalar da, o işin mantığını öğrenerek süreçlere dahil olabilir.
    *
    9) “Dur, dur hiç aklımıza gelmeyen, gözden kaçan, her derde şifa bir çözüm var! İdealizm! Nasıl oldu da gözümüzden kaçtı. Çözüm bu mükemmel ilk örnek, bu prototip, bu arketip, …” Bence yerinde bir anımsatma.. Uyarınız doğrudur.. Marksizm-Leninizm ideali de ortada iken.. Ama hayat böyledir; binlerce peygamber çıkar, bir kaçı tutturur! Bu işlerin “firesi” fazladır! Ama her zaman denemeye de değmiştir…
    **************************************
    “Ulu Şef” meselesine gelince.. Gittim tanıştım.. Zamanını kötü kullanmak istememe kaygısı hepimizde vardır. Ve üzerinde yoğunlaşmadığı konularda susma hakkını kullanır; yani “ulu şeflik” yapmaz..
    *
    Emeğiniz için teşekkürler.. Güzel bir sohbetti… Doğru, haklı olduğumu iddia etmiyorum.. Böyle düşünüyorum.. Hoşçakalın…

  16. Kör olduğumu görmüyorsam, körüm; kör olduğumu görüyorsam, görüyorum.
    Pencere ve çerçeve konuşmanıza yanıt.
    Yine “yoğunlaşma” engeline rastlarım diye çok kısa ve kaba anlatacağım. Descartes’ın bilgiyi öznelliğe bağlaması modern felsefinin doğuşu olarak bilinir. Hume buna kuşku kattı ve Kant’ın felsefesi (gerçi Nagarjuna, 1 500 yıl daha önce aynı şeyi söyledi ama, buna dalarsam çok daha aşırı “yoğunluk” olur ve tam bunamış olduğum ortaya çıkarır) sizin sorunuza kökten cevap verir: “Biz hiç bir zaman dünyayı olduğu gibi göremeyiz. Gördüğümüz dünya temel düşünebilme kategorileriyle görünen dünyadır.” Ardında Hegel’in çabası ve Marks’ın bunu baş aşağı çevirmesi gelir.
    Her neyse, yine “çok” yoğunlaşma oldu, özür dilerim.
    Tabi sizin pencere-çerçeve sorunuz daha çok günümüze son derece hakim olan her türlü eleştiriyi görecilik ve öznelliğe bağlamaktan kaynaklanır. Yani ben neden böyle düşünüyorum? Ulu Şef teşhisini koydu: bunamışım. Size teşhisinizi koydunuz: pencere ve çerçeve sorunu. Yani “sana göre”, “bana göre”. Bilgi görecedir. Eğer Einstein’in görelik teorisine bakarsanız, hiç de görelik değil ama o da “yoğun”!
    Benim cevap çok daha basit: “Hâla ‘ben’ demekten utanmayanlar var.”
    Düşüncelerimin aynısını savunan binlerce düşünür var ve listesi sayfalar tutar ama belki onlar da bunamıştır, veya yine “yoğunlaşma” göreciliğiyle baştan savulabilir. Veya ben o binlerce kişiyi yanlış anlamışımdır.
    Marks gibi bir dev bile zamanına hakim olan düşünceleri dile getirdiği kuşkusuna düşme cesaretini gösterdi.
    Baudrillard “şimdiye kadar Batı felsefesinin en derin temelinde yatan soru ‘neden var?’dı; şimdiyse ‘neden yok?'”, der. Ve sizin ucuz mutfak veya hamam felsefesine göre aralarında iyisi de var, kötüsü de!
    Asıl konu şu: Ben sadece bu yeni dine (burjuva dinine, tabi siz burjuva değilsiniz, siz sadece var olan “gerçek”i konuşuyorsunuz) şiddetle sarılmaktansa, biraz daha temkinli, daha dikkatli olmanız için uyarıda bulunmak istedim. Hepsi o kadar.
    Bunlar bilinen konular ama “yoğunlaşma” göreceliğine şükür o da kişilik konusu olabilir.
    Köroğlu “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu.”, der.
    Siz “Ama Köroğlu, farz edelim biri annenize tüfek çevirmiş, tetiği çekmek üzere. Bilim-teknik uzmanlarına şükür beyindeki komut veren merkezden çıkan elektrik sinyalin parmağa 4 saniyede vardığını biliyorsun; bilim-teknik uzmanlarına şükür salise diye bir birim olduğunu biliyorsun; bilim-teknik uzmanlarına şükür senle o kişi arasındaki mesafeyi 1 saniye 33 salise içinde aşıp o adamı geçici felç edecek bir silahın var olduğunu biliyorsun; bilim-teknik uzmanlarına şükür madencilik yapıp para kazanıyorsun; bilim-teknik uzmanlarına şükür elinde son model bir bilgisayar var; bilim-teknik uzmanlarına şükür İnternetle bu silahı ısmarlarsın ve 2 saniye 09 salisede eline geçer; bilim-teknik uzmanlarına şükür hesap edersen tam 3 saniye 42 salise sonra anneni kurtarabilirsin. Böyle bir durumda, sen anneni kurtarmaz mısın?”, dersiniz. Ve bana bu ucuz şantajı yaptınız.
    Yazdıklarımın konusunun sizin tanrılarınızdan yoksun bir yaşam olabilir mi sorusu olmadığını hatırlatıp, ayrıntılarla rüyalarınızın aslında çok iyi bilinen karabasan olduğunu biraz çıtlatayım dedim, olmadı.
    Ve bilgi ve düşünmenin çok az bir kesimin elinde tekelleşmiş olduğu bir devirde, insanların %90 ‘u işten döndüğünde kendinde sadece televizyon seyretme gücü bulduğu bir devirde, insanların beyinlerini yıkama tekniklerinin en geliştiği bir devirde, … bana siz nasıl bu milyarlarca insanı, ortak tür aklı (ortak tür akılsızlığı), … hiçe sayarsınız!; onların makineleri kulanabilme becerilerinden (doğru, ben buna hiç dikkat etmemiştim) nasıl şüphe edersiniz? gibi laflarla şantaj devam eder.
    Tabi biliyorum siz devrimcilerin niyetleri çok iyi. Siz İnsanlık adına konuşuyorsunuz. O alçak kapitalistler aynı siz devrimcilerin istediklerimizi yapıyorlar ama çıkarları için yapıyorlar. Siz İnsanlık (tarihte görülmemiş büyüklükte bir Allah, görülmemiş bir inanç, aynı soyutluk ve aynı eski Allah gibi bir şey ama olsun siz iyi niyetli devrimciler adını değiştirdiniz! Bu da “yoğunluk”tur mutlaka) için yapacaksınız. Bu yeni Allah’ı, yani İnsanlık’ı asıl burjuvalar buldu çıkardı ama sadece çıkarlarına kullanıyorlar. Örneğin, bu alçak kapitalistler, bilim-teknik uzmanlarına şükür, genetik programı değiştirerek (İLK ULU LİDER’in istediği gibi) herkesi Avrupalılar gibi sarışın, mavi gözlü, güzel ve yakışıklı, son derece çok zeki yapabilirler. Ve hatta çok daha uzun yaşatabilir, herkesi tek cinsiyetli yapıp bizi şu baş belası kadın/erkek ve seks sorunundan kurtarabilirler, ve hatta bizi klonlaştırıp ebedi yaşatabilirler veya bedensiz salt beyinli yaşlanmayan, hastalanmayan, acı çekmeyen mahluklar yapabilirler ama yapmıyorlar. Ah! O alçak kapitalistler! Eğer biz bu beceriye kendimiz kendimize uygularsak, yine muazzam bir laf üç kağıtlığı!, İYİ; onlar yaparsa KÖTÜ.
    Bu devrimci söylevini dinleyen benim gibi bir bunak el kaldırır, sorar.
    “Ama şimdiye kadar ne yaptılarsa bir süre sonra sizlere dağıttılar, belki biraz beklemek gerekir.”, der.
    Ve hemen bunamış olduğuna karar verilip, 17.-19. arası yüzyıllardan kalma eskimiş ve kokmuş pencere-çerçeve mutfak felsefeleriyle iş kapatılır. Burada, eğer bir “yoğunluk” izini verilirse, Dumezil’in Keçuva’dan çevirdiği sizlerin klonu bir eski devrimcinin yerlilere şahane vaazini okumanızı tavsiye ederim. O da sizler gibi sorunu kişisel (veya toplumsal) yanlış düşünmelere indirger. Haklısınız “bu her zaman vardı”. Ne var ki, bunu diyenler İlerleme mitinin en ön safhasında yer alan yeni ve görülmemiş koyu inançlılar, dincilerdir! Burada yine izininizle “yoğunlaşma” yapacağım. F. M. Cornford’un Dinden Felsefeye Geçiş kitabını okumanızı tavsiye ederim. Modern bilim tarihinde dine, aynı sizin yaptığınız gibi ad değiştirmeyle, metafizik denilir ve bunamışlıktan kurtulup refaha ulaşılır!
    Ne var ki, bunak aynı zamanda da huysuz. Devam eder, sorar.
    “Peki hangilerinin yararlı, hangilerinin zararlı olduğunu kim karar verecek?
    Cevap verilir.
    Yalnızlık İçinde Yüzen, Reklamcı Şirketler FaceBOK TWATter’ı Daha da Zenginleştiren, Bireyciler Kalabalığı, Anarşist Partisi, Merkez Komitesi (kısaca, YİYRŞFTDZBKAPMK), bu işi asıl bilen bilim-teknik uzmanlarına danışarak, bilimsel, akılsal, ölçüsel, niceliksel, kısacası en modern bir şekilde karar verecek.
    Şimdi de sizin ulu şef konusu. Yine “yoğun” olacak, ama olsun.
    Bir Japon bebek daha 9 aylıkken “r” ile “l”i ayırt edemez. Bazı kültür insanları bazı renkleri görmezler. Bazı toplum insanları kağıt üzerinde 3 boyut göremez. (Zaten biz bile çevremizi 3 boyutlu görmeyiz, bu da mı çok “yoğun”?). Hatta kör veya sağır, veya topal doğmuş olabiliriz. Bunlar nesnel dünyanın cilveleri ve binlerce daha örnek verilebilir. Bu nesnel veriler ideolojiler prizmasından geçirilip ırkçı, cinsiyetçi, homofobik, yaşçılık, mantık öncesi insanlık, geri kalmışlık, perspektiften yoksun insanlık ve benzeri tiksindirici inanışlara çevrilir. Böylece sizin adını huşu içinde ettiğiniz İnsanlar’ın beynine sokulur ve otomatizm olur. Sitede bir duyma sorununu yaşa bağlayan bir yazıya rastladım ve nesnel verilerle ideolojiyi (hatta bu konuda, daha doğrusu miti) karıştırmayla yaşçılık edildiğini düşünerek uyarıda bulunmak istedim. Ulu Şef yoğunluktan falan söz etmedi ve hemen benim bunamış olduğumu söyledi. Ve siz konuya sitede bakıp kendiniz (sanırım siz devrimcilik ev ödeviniz için ezberlediğiniz “Bir de burada-doğuda müthiş bir “birey” sorumsuzluğu var!” lafınızı unutup) Ulu Şef’e sordunuz ve o da “yoğunluk” masalıyla size yalan söyledi.
    Burada tekrarlamak isterim. O daha henüz bir yanlışlık yaptığını söyleyerek benden özür dilemiş değil.
    Siz de onun gibi, söylediklerim hakkında hiç bir bilginiz olmadığını kabul edeceğinize işi “New Age “, ve çok seyredip benzediğiniz televizyon ucuz konuşmalarla ve Ulu Şefiniz gibi işi göreceliğe bağlamak istiyorsunuz.
    İşte sözünü ettiğim yeni ahlak(sızlık) bu!
    Ve sizinle kapitalist-burjuva, (artık tüm dünya burjuva olmuş ama olsun, biz değiliz demek yeter, o da “yoğun”!, gerçi pek yoğun değil tüm burjuvalar sizin söylediklerini söylediler ama o da “yoğun”!) arasındaki fark Avrupalılarla Müslümanlar arasındaki kadına karşı tutumdaki farka benziyor.
    Avrupalılar: “Aç, içimi gıdıklıyorsun!”
    Müslümanlar: “Kapat, içimi gıdıklıyorsun!”
    Her ikisi de kadını aynı görür, ayrıntılarda bir birlerine düşmandırlar.
    Ve işte ilkellerin arasında yaşayıp dışarıdan bakabilen bir antropologun kadın erkek arasındaki ilişkiler hakkında söylediği: “İlkellerde babanın kim olduğunu biliyorsan, şanlısın!”

  17. yazınızı dikkatle okuyor ve ne demek istediğinizi anlamaya çalışıyordum..
    sonra birden bunları okudum… “Ulu Şef yoğunluktan falan söz etmedi ve hemen benim bunamış olduğumu söyledi. Ve siz konuya sitede bakıp kendiniz (sanırım siz devrimcilik ev ödeviniz için ezberlediğiniz “Bir de burada-doğuda müthiş bir “birey” sorumsuzluğu var!” lafınızı unutup) Ulu Şef’e sordunuz ve o da “yoğunluk” masalıyla size yalan söyledi.”
    İçim buz kesti. Yeniden, yeniden okudum…
    “ulu şefiniz” ile aranızda ne olduğuna dair hiç bir fikrim yok. Ben tanıdığım anladığım kadarıyla en fazla “ne yapmış olabileceğine dair” bir yorum yaptım. Kimseye bir şey sormadım. Yazık; ne kötümsersiniz; insanları yalancılık ve kişiliksizlikle bu denli kolay suçlamak için o kadar çok şey okumaya ne gerek vardı! Okuduklarınızdan öğrendiğiniz bu mu? O okuduklarınızı, yeniden okuyun; anlamamışsınız.
    ***
    Sanırım bu konu üzerinde çok düşünmelisiniz…
    “Kör olduğumu görmüyorsam, körüm; kör olduğumu görüyorsam, görüyorum.” Bu dünyaya ben merkezli bakanın açıklamalarıdır.
    Oysa…
    Doğuştan kör olanlar, körlüğünü bilmez; başkaları ona kör olduğunu söyler; ve o inanmaz! Görme bilinci olmayan için körlük bilinci de yoktur; “karanlığı” görmektir onun için görmek! Göremeyen “kör” değildir; karanlığı görendir!

    Hoşçakalın.

  18. Bu sizin ulu şef hakkında son yazdığınız.

    “ulu şefiniz” ile aranızda ne olduğuna dair hiç bir fikrim yok. Ben tanıdığım anladığım kadarıyla en fazla “ne yapmış olabileceğine dair” bir yorum yaptım. Kimseye bir şey sormadım. Yazık; ne kötümsersiniz; insanları yalancılık ve kişiliksizlikle bu denli kolay suçlamak için o kadar çok şey okumaya ne gerek vardı! Okuduklarınızdan öğrendiğiniz bu mu? O okuduklarınızı, yeniden okuyun; anlamamışsınız.

    Bu da bir önce yazdığınız.
    “Ulu Şef” meselesine gelince.. Gittim tanıştım.. Zamanını kötü kullanmak istememe kaygısı hepimizde vardır. Ve üzerinde yoğunlaşmadığı konularda susma hakkını kullanır; yani “ulu şeflik” yapmaz..

    Bunu siz yazmadınız mı?

  19. İnsan önyargılı olunca.. böyle anlayıverir işte..
    7-8 ay önce önce yapılmış bir ziyaret.. tanışma… sohbet..
    orada “tarzını” gördüm.. Ulu Şef olmadığını.. bunu anlatmaya çalıştım… Sanırım kendinizi fazla önemsiyorsunuz.. bu hepimizde olan bir şey, hepimiz bu pis duyguyu azaltmalıyız ama sanırım sizin bu yolda kendinize daha çok emek vermeniz gerekiyor..
    *
    dedim ya kötümsersiniz…
    Ve aranızda ne olduysa.. beni ilgilendirmez.. ama saygı duyduğum birisine “ulu şef” denilmesi beni rahatsız eder, O zaman ben de “mürit” olurum ki.. mevzuya dahil olurum.. ve oldum.. meseleyi kolayca buraya getirmeniz de bu önyargı ile ilgili…

    *
    düşünceleriniz çok dağınık.. Bu hali ile bence kendinize de okuyana da olabilecek yararlarının çok gerisinde.. yazık..
    *

  20. “Kör olduğumu görmüyorsam, körüm; kör olduğumu görüyorsam, görüyorum.”
    İlk önce burada şahane güzel bir kelime oyunu var.
    Eskiden insanlığa ait olan ve insanların çok sevdiği ve yaşamını makinelerle daha fazla üretip tuvalete daha fazla gitmelerinden sonsuz daha önemli olan bu özellik, medeniyetin getirdiği iş bölümü ve makinelere (Childe’in masalı) şükür, şimdi sadece ve sadece şairlere has bir özellik ilan edilir ve geri kalanlar iş ve makineler başına gönderilir.
    Neyse, biçim konusunu bırakıp, içerisine geçelim.
    Ne bu lafı ne de bu lafı apaçık perçinleyen inançlarımıza kuşkulu veya eleştirici bakmanın yararlı olacağı tüm yazımı hiç ama hiç anlamadığınız beni ürkütecek kadar apaçık.
    Bir örnek. İlkeller Hrıstiyan masallarını güzel bulup sevdiler. Felaket sonradan ortaya çıktı. HRISTİYANLAR, daha sonra BURJUVALAR ve şimdi BURJUVA KLONLARI SİZ AZILI DEVRİMCİLER’ göre anlattıklarınız bir MASAL değil, GERÇEKdir.
    Diğer bir örnek: Müslümanlar için İslamlık öncesi devir CAHİLİYE DÖNEMİ’dir. Kur’an sözcüğünün kökeni “oku”dur. Okuma bilmeyenlerin dini bile yoktur! Ve, aynı Avrupalılar gibi, makineleriyle okuma bilmeyenleri kılıiçan geçirdiler.
    Yine, sizler çok benziyor ama tam değil. Siz mantıksal totoloji (eşsöz) cambazlığına şükür temize çıkarsınız: Ben hak yolundayım, o halde haklıyım.
    Veya daha önce Yüce Şefinize söylediğim gibi, belki bakire arama saplantınızdan dolayı yeni moda ucuz anarşistlik peşinden koşuyorsunuz.

    Belki de size çok benzedikleri için nefret ettiğiniz fakat başa çıkamadığınız kapitalist-burjuvalar kini gözlerinizi kana bürümüş ve o yüzden gözleriniz onlara ne kadar benzediğinize görmez olmuş.
    Madem ki, anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az; Huxley’e Cesur Yeni Dünya kitabını yazdığından 60 veya 70 yıl sonra ne düşündüğü sorulduğunda, “meğer yazdığımda Cesur Yeni Dünya içindeymişiz ve görmedim”, der.
    Tekrar ediyorum yazdıklarımda tek amacım inançlarımıza karşı daha eleştirici bir tutum üstlenmekdi. Ne yazık ki, yazdıklarımın her biri kişisellik, kapı- pencere-çerçeve, psikoloji (günümüzde kullanılan, tarihte romanla başlayan ve şimdi televizyon ve medyayla durmadan pekiştirilen cahiller savunma hızırı, deus ex machina’sı), bunamış ve huysuz olmak, tek veya çok merkezli olma devrimci basitleştirme slogan ve saplantıları, şantajlar, … kısacası şimdi en ucuz meta olan kişisel fikir yürütmeler sidik yarışına çevrildi.
    Tekrar ediyorum: Kör olduğunu görmüyorsan, körsün!
    Ve inşallah bu defa (biliyorum, bu kibar çevrelerde, söylenenleri kelimesi kelimesine anlayan, bilim-teknik dili olan söylemsellik dışına çıkılınca trene bakan inekler arasında söylenmemeli!) jeton düşer!
    Tekrar ediyorum: siz şunu yazdınız.
    “Ulu Şef” meselesine gelince.. Gittim tanıştım.. Zamanını kötü kullanmak istememe kaygısı hepimizde vardır. Ve üzerinde yoğunlaşmadığı konularda susma hakkını kullanır; yani “ulu şeflik” yapmaz..
    Siz ve O özür dilemediği sürece sizlerin taraftar toplayıcı, sırtımızdan bir türlü indiremediğimiz ucuz ve ahlaksız politikacılar olduğuna inanmaya devam edeceğim.

  21. Eğer daha önce göndermişsem özür dilerim. Bir kapıyı çaldı ve göndermediğim kaygısın düştüm.

    İşte son yazım.

    “Kör olduğumu görmüyorsam, körüm; kör olduğumu görüyorsam, görüyorum.”
    İlk önce burada şahane güzel bir kelime oyunu var.
    Eskiden insanlığa ait olan ve insanların çok sevdiği ve yaşamını makinelerle daha fazla üretip tuvalete daha fazla gitmelerinden sonsuz daha önemli olan bu özellik, medeniyetin getirdiği iş bölümü ve makinelere (Childe’in masalı) şükür, şimdi sadece ve sadece şairlere has bir özellik ilan edilir ve geri kalanlar iş ve makineler başına gönderilir.

    Neyse, biçim konusunu bırakıp, içerisine geçelim.

    Ne bu lafı ne de bu lafı apaçık perçinleyen inançlarımıza kuşkulu veya eleştirici bakmanın yararlı olacağı tüm yazımı hiç ama hiç anlamadığınız beni ürkütecek kadar apaçık.

    Bir örnek. İlkeller Hrıstiyan masallarını güzel bulup sevdiler. Felaket sonradan ortaya çıktı. HRISTİYANLAR, daha sonra BURJUVALAR ve şimdi BURJUVA KLONLARI SİZ AZILI DEVRİMCİLER için anlattıklarınız bir MASAL değil, GERÇEKdir.

    Diğer bir örnek: Müslümanlar için İslamlık öncesi devir CAHİLİYE DÖNEMİ’dir. Kur’an sözcüğünün kökeni “oku”dur. Okuma bilmeyenlerin dini bile yoktur! Ve, aynı Avrupalılar gibi, makineleriyle okuma bilmeyenleri kılıçan geçirdiler.

    Sizlere çok benziyor ama tam değil. Siz mantıksal totoloji (eşsöz) cambazlığına şükür temize çıkarsınız: Ben hak yolundayım, o halde haklıyım.

    Veya daha önce Yüce Şefinize söylediğim gibi, belki bakire arama saplantınızdan dolayı yeni moda ucuz anarşistlik peşinden koşuyorsunuz.

    Belki de size çok benzedikleri için nefret ettiğiniz fakat başa çıkamadığınız kapitalist-burjuvalar kini gözlerinizi kana bürümüş ve o yüzden gözleriniz onlara ne kadar benzediğinize görmez olmuş.

    Madem ki, anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az; Huxley’e Cesur Yeni Dünya kitabını yazdığından 60 veya 70 yıl sonra ne düşündüğü sorulduğunda, “meğer yazdığımda Cesur Yeni Dünya içindeymişiz ve görmedim”, der.

    Tekrar ediyorum yazdıklarımda tek amacım inançlarımıza karşı daha eleştirici bir tutum üstlenmekdi. Ne yazık ki, yazdıklarımın her biri kişisellik, kapı- pencere-çerçeve, psikoloji (günümüzde kullanılan, tarihte romanla başlayan ve şimdi televizyon ve medyayla durmadan pekiştirilen cahiller savunma hızırı, deus ex machina’sı), bunamış ve huysuz olmak, tek veya çok merkezli olma devrimci basitleştirme slogan ve saplantıları, şantajlar, … kısacası şimdi en ucuz meta olan kişisel fikir yürütmeler sidik yarışına çevrildi.

    Tekrar ediyorum: Kör olduğunu görmuyorsan, körsün!
    Ve inşallah (biliyorum, bu kibar çevrelerde, söylenenleri kelimesi kelimesine anlayan, bilim-teknik dili olan söylemsellik dışına çıkılınca trene bakan inekler arasında söylenmemeli!) jeton düşer!

    Tekra ediyorum: siz şunu yazdınız.
    “Ulu Şef” meselesine gelince.. Gittim tanıştım.. Zamanını kötü kullanmak istememe kaygısı hepimizde vardır. Ve üzerinde yoğunlaşmadığı konularda susma hakkını kullanır; yani “ulu şeflik” yapmaz..

    Siz ve O özür dilemediği sürece sizlerin taraftar toplayıcı, sırtımızdan bir türlü indiremediğimiz ucuz ve ahlaksız politikacılar olduğuna inanmaya devam edeceğim.

  22. “Siz ve O özür dilemediği sürece sizlerin taraftar toplayıcı, sırtımızdan bir türlü indiremediğimiz ucuz ve ahlaksız politikacılar olduğuna inanmaya devam edeceğim.”
    *
    Bu yazdıklarınızdan utanmalısınız. Bu size son yanıtım. Benim Gün Zileli ile organik bir bağım yoktur; gönül bağıdır. Eşitlik temelindedir. Ve düşüncelerimin efendisi kişiler değil, ilkeler, “hakikat” olduğuna inandıklarım ve vicdanımdır.
    Burada taraftar toplayıcı değil “hakikati” arayan süreçler içinde olduğumuza inanıyorum; yoksa burada da işim olmazdı..
    Sizin egonuzla uğraşılmaz; erdemsiz bilgi değersizdir… Sizin bilgi türünüzü her zaman aşağıladım; okuduğunuz yabancı diller tek bir “insan dili” yapmaz! Erdemli olsaydınız beni bu kadar kolay aşağılayamazdınız…

  23. Suçluyum ama suçum suçladığınız suç değil. Suçum, sizin gibi dinleri küçümseyen, hoplaya zıplaya bilim-tekniğin insanlığı kurtaracağı çığırtkanlığı yapan birinin bilim-tekniğin verilerden yola çıktığını unutup inançlar ve falcı kehanetleriyle Ulu Şef’i savunduğunuzun farkına varmayışım. Çok özür dilerim.

    Ama bilim-tekniği fetişlendireceğinize biraz bilim-teknik tarih, felsefe ve bilim-teknik eleştirilerine göz atsaydınız fena olmazdı.

    Ulu Şef’in huy, tabiat, özyapı, kişiliğine dayanarak; O’nun zamanı kıymetli, O sadece yoğunluğu olduğu ( bunamış olduğumu hemen anlaması gibi) konularda fikir yürütür, O böyle bir şey yapmaz, ben O’nunla tanışıp el sıkanlardanım gibi savunucu laflar ettiniz. Çok özür dilerim ama bu hiç de bilimsel bir savunma değil! Bu ( partisiz) parti üye alkışları.

    İşte bu yeni ahlak(sızlık)!

    Dağıtmayı bilerek veya mecbur olduğum için yaptım. Söylediklerimi anlamadığınız, sadece biçimciliğe yani kelimelerin sözlük anlamlarına dayanan yanıtlarınız beni buna zorladı. Zaten ilk mektubumda aradaki uçurumdan söz ettim ve sadece bilim-tekniği fetişleştirmenize değindim.

    Örneğin, Childe kendinden önce gelen ve taptığı Marks gibi tam bir burjuva olup burjuva görüş dünyasını olduğu gibi kabullendi. Artık şimdi tüm dünya sizin gibi burjuva olduğundan, sizin “insan kendini yapar” kitabını eleştirmeden olduğu gibi kabullendiğinizi daha başta gördüm. Ve sadece farklı düşünceler ve o düşünceleri içeren kitaplara kısaca değindim. Aynı kitap bibliyografyası gibi, çok kaynaklar içerdiğinden dağınık görünebilir.

    Diğer yandan, mesleği kölesi öğretmen gibi yaşamak için değil öğrenim için doğduğumuz ( 100 veya bin sonra da olsa İNSAN öğrenecek) politikacı terapi konuşması yerine iklim, toprak, su, yenilenmeyecek doğa kaynakları, özellikle doğayı enstrümanlaştırma saplantısı ve benzeri konuları biraz öğrenseydiniz hiç fena olmazdı. Bu dedikleriniz eski-yeni dinin eski-yeni rahip veya hacı-hoca dinci konuşmaları.

    Dinle ilgili söyledikleriniz cahillikten kaynaklanır. “Dinin yabancılaştırması” klişeler yerine mitsiz topluma daha rastlanmamış verisinden ve her dincinin diğer tüm dinlerin yanlış olduğu iddiasınında size ne kadar benzedikleri gözleminden yola çıkarak bu konuyu da biraz öğrenseniz fena olmazdı.

    Kısa bir yoğunluk. Din veya mit sosyal yapıyı yansıtır. Zamanımız sosyal yapısı burjuvanın doğayı enstrümanlaştırıp bilim-teknikle ondan (daha doğrusu, “işkence” ve iğfal ederek) kopardıklarını müminlerine dağıtmak. Dahası da var. Din bilinmeyen dünyayı kendine konu eder ve bilinir gösterir. Ama siz satıhta kalmayı kendilerine ilke eden burjuvalar için bu çok daha “yoğun”! Unutmayın Allah ve dinin adı değişir ama kendi değişmez.

    Daha dahası da var. Modern bilimin temelini atanların hemen hemen hepsi rahiplerdi. İlk bilimcilere ilham olan görülen dünya filozofu (veya muhasebecisi) Aristo değil, dinsel Platon oldu. Hatta Freud ve Marks da burjuvanın satıhsal akılcılığının iflasına tepkiyle “altta yatanları” aradılar.

    Ne mutlu cahilim ama anarşistim dolayısıyla utanmıyorum diyenlere!

    Kısacası siz eski-yeni din müminiziniz.

    Sovyetler, Çin ve diğer komünist ülkelerde uygulanan iç pislikleri itiraf edip kendini temizleme ancak sizin gibi doğru yolda olup arada bir kayanlar arasında arasında uygulanabilir. Ama bunun modası çoktan geçti!

    Benim içim pis değil, ama kafam pis. Okullar, kitaplar ve özellikle taraftar toplama politikacısı, Ulu Şef ama Ulu Şef değil, “hoş görülü” ve (aynı burjuva liberalist düşünürler gibi) “bireyci fikirlere saygılı” Ulu Şeflerinize şükür!, sizin içiniz pis ama kafanız tertemiz.

    Ben bilgimle iftihar duyarım. Benim bilgi birikimimin amacı insanların neden sizin gibi bir duruma getirildiğini anlamaktı. Bilgimi para kazanmaya çevirmedim; bilgiyi ve özellikle şimdi tüm bilgiyi tekeline alan bilim-tekniği fetişleştirmedim; yeni-eski ve ıslah edilmiş politik düşüncelerin pazarcılığını yapmadım; yeni-eski ve akıl almaz bilim-tekniklerle “doğaya zararsız” üretim-tüketim çığırtkanlığı yapıp yakın gelecekte başarılı olacağa benzer endüstride yüksek makam kapma yatırımı yapmadım; çoktan bilinen (hatta bilgisayar ondan gerekti) dev şirketlerin dikeylikten yataylığa geçme safsatasını sizin gibi enayilere geleceğin çok merkezli olacağı uykusuna uyutma propagandasını yutmadım. Ne de dünyayı yönetenlerin nasıl olsa herkes aynı bilinciyle yutturdukları multikültürel, ve tüketicilik felsefesine tam uygun düşen bireycilik afyonlarını sizin gibi yutup, bununla “merkezsiz” merkez politika pazarcılığı yaptım.

    Genelde antenleri iyi çalışıra benzer Ulu Şefiniz son moda yaşçılık (ageism) “politically correct” politikasından bihaber. O’nu uyarın, antenlerinin paslanmasına inanmadığı yaşlanma, ki buna sizin gibi bilim hayranları müritler taş uykularından uyansalar gülerler, neden olmuş olabilir.
    Bu da benim son mektubum. Gönül isterdi konu hemen alışılmış (köpeklerden özür dilerim) köpek kavgası ve sidik yarışmasına çevrilmeseydi.

  24. Yazınız ve özellikle ileriye olumlu bakışınız çok bağlayıcı. Aynı zamanda bana çok beğendiğim yazar Jeremy Rifkin’i anımsattı. O’nu tanıyor musunuz? Eğer tanıyorsanız, nasıl değerlendirdiğinizi öğrenmek isterim.