Her tür Başkanlık Sistemi Türk tipi faşizme geçiştir! (Patronsuz, Generalsiz, Bürokratsız Sosyalizm)

erst_essen_dann_miete

1930’larda Almanya’da bir işçi mahallesi. Pencerelerden hem Nazilerin hem de Komünistlerin bayrakları sarkıtılmış. Hitler iktidara geçmeden hemen öncesi ya da iktidara geçtiği ilk günlerde.

Her tür Başkanlık Sistemi Türk tipi faşizme geçiştir!
Buna karşı nasıl mücadele edilmeli?

Patronsuz, Generalsiz, Bürokratsız Sosyalizm internet bülteni,, 12 Kasım 2015

Kapitalist sistemin önümüze çıkardığı her baskı rejimine “faşizm” yaftasını yapıştırmamaya özen gösteren bir siyasi geleneğin mirasçılarıyız. Buradan kalkarak burjuva parlamentosunu dahi tümüyle feshetmeyen 12 Mart 1971 yarı-askeri diktatörlük rejimiyle 12 Eylül 1980 askeri diktatörlük rejimlerini faşizm olarak nitelemedik. İşçi sınıfının ve Kürt halkının azılı düşmanı bu rejimleri “faşist” olarak nitelemememiz, faşizmi sadece bir küfür olarak görmememizden kaynaklandığı gibi gerçek faşizm tehlikesini de göz ardı etmemek gerektiği anlayışına dayanır. Gerçekten de henüz faşizm iktidara gelmemişken başta işçi sınıfına olmak üzere halka “İşte bu faşizmdir!” derseniz insanları yanıltarak gerçek faşizm tehlikesini küçümsemelerine sebep olursunuz. Bu ise tehlikelerin en büyüğüdür.

Bilindiği gibi ne 12 Mart 1971 ne de 12 Eylül 1980 askeri müdahaleleri faşizmin çok bildik işlevlerini yerine getirememişlerdir. İşçi sınıfı tümüyle atomlarına parçalanıp örgütlü bir sınıf olmaktan çıkarılıp korporasyona dayalı bir “meslek sahibi” insan topluluğu haline getirilememiş; Kürt halkı da kendi kimliğini reddetmek zorunda bırakılarak bu rejimlere biat eder hale getirilememiştir. Nitekim 12 Mart 1971’den hemen sonra –yani daha 1973’ten itibaren– Türkiye sınıf mücadelesinin gördüğü en mücadeleci sınıf örgütlenmelerinin serpilip gelişmesine tanık olunmuş (DİSK), Kürt halkı da Viranşehir olaylarından kalkarak kitlesel direniş hattına geçmiştir. Gene 12 Eylül 1980’den sonra da, özellikle 1989 Bahar Eylemleriyle birlikte, işçi sınıfı mücadelesinde Zonguldak eylemine kadar uzanan ve Türk-İş’teki tutucu sendikal yapıların yönetimlerinin büyük bir bölümünün tasfiyesiyle sonuçlanan dönem yaşanmıştır. Aynı dönemde Kürt halk hareketinin nasıl geliştiğini anlatmaya gerek bile yok. İşte bütün bu gelişmeler, 12 Mart ya da 12 Eylül rejimleri gerçekten faşist olsalar bu biçimleriyle meydana gelemezdi. Bu türden gelişmeler ancak “faşist” rejim yıkıldıktan sonra gündeme gelebilirdi ki, kitle hareketi sonucu yaşanan böyle bir yıkıma da tanık olmadık. Demek ki bu rejimler gerçekten faşist olsalar işçi sınıfı ve Kürt hareketindeki bu yükselişler o kadar kısa sürede yaşanamazdı. Anlatmak istediğimiz; faşizmin sadece kontrgerilla ya da devletin ordusu, polisi, MİT’i, JİTEM’i ve artık İŞID’ı tarafından uygulanan vahşet, gaddarlık, katliam ve işkenceyle tanımlanmadığı, aynı zamanda toplumun ezilen kesimlerinin kendi içinden çıkan, dolayısıyla onları aynı mekânlarda birlikte yaşadıkları için yakından tanıyan, “çılgınlaşmış” küçük burjuva, işsiz, lümpen ve “sınıfsızlaşmış” bir düşman kitle hareketinin ürünü olduğudur. Dolayısıyla hiçbir askeri diktatörlük rejimi –ne kadar vahşi olursa olsun– toplumların iç dokularını faşist hareket kadar bilemeyeceğinden, onun kadar zararlı olamaz. Başka bir ifadeyle, faşist hareket futbol maçının oynandığı stadın tribününde sizin yanınızda, içinizde örgütlenir, sizi çok iyi tanır, oysa her tür askeri diktatörlük üzerinizdeki baskısını ancak “dışarıdan” kurar.
“Kara Cumartesi” sonrası Konya stadında olanlar “Türk” tipi faşizmin ayak sesleridir!

Ankara’da gerçekleşen “Kara Cumartesi” katliamında 100’den fazla Kürt ve Alevi yurttaşımızın katledilmesinin ardından yaşanan gelişmeler “Türk” tipi faşizmin ayak sesleridir. AKP henüz Hitler’in Nazi Partisi olmadığı gibi, onun kurmak istediği “Osmanlı Ocakları” da kuşkusuz henüz SA birlikleri değildir. Ama bu, gidişatın o yönde olmadığı anlamına gelmez. Zaten “Türk “tipi faşizm de kuşkusuz “görkemli” Alman faşizminin tırnağı olamayacaktır. Kriz halindeki kapitalist sistemin yavrusu olan faşizm, elbette kapitalizmin en güçlü olduğu emperyalist ülkede gerçek hüviyetine bürünecek, kendisine bağımlı bir yarı-sömürge ülkedeyse onun kötü bir taklidi olacaktır. İtalyan faşizminin bile Alman faşizminin yanında ne kadar pespaye kaldığı çok iyi bilinir. Ama bütün bunlar Türkiye’de gerçek ifadesini Başkanlık Sistemi diretmesinde bulan anlayışın faşizme geçiş süreci olduğu gerçeğini değiştirmez. Dolayısıyla Türkiye’de her türlü Başkanlık Sistemine geçiş, şekillenmekte olan faşist hareketin iktidar mücadelesiyle eş anlamlıdır. Her türlü Başkanlık Sistemine direnişse faşizme karşı mücadelenin olmazsa olmaz ilk adımıdır. Sorun; Başkanlık Sistemi “şöyle olursa kabul ederiz, böyle olursa kabul etmeyiz” meselesi olmadığı gibi, Türkiye koşullarında bu tartışma konusu dahi yapılabilecek bir sistem de değildir.

Konya’daki milli maçta yaşanan hadise –Ankara’da katledilenlerin dahi “halk” tarafından kitlesel olarak yuhalanması– ve ardından da Davutoğlu’nun şehrinde AKP’nin ezici çoğunluğu elde etmesi kitlesel bir faşist hareketin doğuşunun habercisidir. Almanya’da faşizm kendi sembolünü nasıl “Gamalı Haç”ta bulmuşsa, Türkiye’de de “Türk-İslâm” sentezinde bulmaktadır. Çünkü Türk-İslâm sentezi Kürt ve Alevi düşmanlığı demektir. Ve gene “Türk-İslâm” sentezi Türk tipi faşizmin kendisidir. Gamalı Haç’ın Yahudi düşmanlığının Türkiye’deki karşılığı Kürt ve Alevi düşmanlığıdır. MHP’nin elinden alınıp Saray’ın hizmetkârı yeni AKP’ye monte edilmeye çalışılan “Türk-İslâm” sentezi; yarı-kaçık, yarı-soytarı “ırk”, “kan hattı” ve “mezhep” teorilerinden beslenen Türk faşizminin “ideolojisi”dir. Artık Saray ve şürekâsı bu ”ideoloji”nin rehberliğinde yürüyorlar! Son olarak Silvan’da Kürt halkına karşı uygulanan zulüm, bu “ideoloji”ye uygun biçimde TSK’nın ve Emniyet Kuvvetlerinin arasına yerleştirilen ve Saray’ın emrinde olan IŞİD’cilerin öncülüğünde yürütülmektedir. Bu aslında bir intikam operasyonudur. Söz konusu olan Kobane’nin intikamıdır.

Faşizmin ilk hedefi işçi örgütlerini korporatizme sürüklemekse…

Alman faşizmi gibi bütün faşizmlerin ilk hedefi işçi sınıfının örgütlerinin imhası ve korporatizme sokulmasıdır. Saray ve AKP hükümeti yıllar içinde bunu fazlasıyla gerçekleştirmiş bulunuyorlar. 2013 Haziran İsyanının sonuçta başarısız kalmış olmasının esas nedeninin işçi hareketi üzerindeki bu korporatizm belası olduğu bütün çıplaklığıyla ortadadır. Korporatizmin etkisinden uzak bir Haziran İsyanı AKP hükümetini kolaylıkla devirebilirdi. Bu böyle olmadığı gibi, bunun sonrasında korporatizm daha da güçlendi ve öncelikle Hava-İş ve Petrol-İş sendikalarımız faşist hareketin eline geçtiler. Kamu çalışanları sendikalarının çoğunluğu, Türk-Metal ve genel olarak Türk-İş yönetiminin Saray ve hükümet yalakalığı dikkate alındığında Türkiye işçi sınıfının örgütlü kesimleri üzerinde ”Türk” tipi faşizmin nasıl egemen olduğu kolaylıkla görülür. Muazzam ordu ve polis cihazını eline geçirmiş faşist hareketin önündeki görünür tek engel sanki Kürt hareketidir. Ama o da nereye kadar?
Hayır, görünüşe aldanmayalım, durum hiç de o kadar umutsuz değil!

Seçim sonuçlarına bakarak moral bozukluğuna kapılmak kadar yanıltıcı bir değerlendirme olamaz. 2002 yılından bu yana, bu seçimlerden (yüzde 10 barajlı ve eşitsiz propaganda imkânlarına dayalı) çok yaşandı. Hiçbiri kitlelerin gerçek ruh halini yansıtmıyor. Kimse unutmasın, 2013 Haziran İsyanı AKP’nin gene yüzde 49 oy aldığı 2011 seçimlerinin ardından gerçekleşmişti. Bugün Kürt halkının cansiperane bir biçimde isyan safına geçtiği bu ortamda, büyük kentlerde de Saray düşmanlığının en azından 2013’le aynı kaldığını varsaysak bile, Saray’a karşı harekete geçen ve potansiyel olarak harekete geçebilecek olan kitle aslında Haziran Ayaklanması günlerine göre daha güçlüdür. Kaldı ki “Türk” tipi faşist hareket henüz yeni şekillenmeye başlıyor ve karşısında yukarıda sıraladığımız devasa güçler olduğu için, onu yenilgiye uğratmanın da yolları aslında ardına kadar açık. Yeter ki, o yollar layığınca kullanılabilsin. Her şeyden önce, şimdilik bile olsa toplumun çoğunluğu mevcut 12 Eylül ürünü seçim sisteminin bütün anti-demokratik basıncına –yüzde 10 seçim barajı, sadece AKP’ye propaganda yapma imkânı veren uygulamalar, sandığa gidişlerin engellenmesi vs.– rağmen Saray’a ve onun partisine, bırakın Başkanlık Sistemini Mecliste geçirebilecek sayıda milletvekilini, o sistemi tek başına referanduma götürebilecek sayıda milletvekilini dahi vermemiştir. Bu toplumun Kürtleri, Alevileri ve laik Türkleri aslında çoğunlukturlar. Osmanlı bozuntusu monarşik bir rejim arzulayan Cumhuriyet düşmanı faşist hareket azınlıktır.
İlk yapılması gereken nedir?

İlk yapılması gerekeni söylemeden esas tehlikeyi söylemek gerekiyor. 7 Haziran seçimlerinden önce yazmıştık, tehlike arttı, o halde bir kere daha yineleyelim; “seçim sonuçları ne olursa olsun bu meclisin yeni anayasa yapmaya kalkışması olası kitle hareketine en büyük darbe olur. Çünkü yüzde 10 barajlı, eşit propaganda imkânının bulunmadığı seçimin sonucunda oluşacak bu gerici meclisten (HDP’li ya da HDP’siz fark etmez) ‘demokratik’ bir anayasa beklentisi içinde olmak ya safdil liberallerin ya da emperyalizmin doğrudan ajanlarının işi olabilir. Militarizmin ve gericiliğin koordinasyon merkezi olarak faaliyet gösteren AKP’nin öncülüğünde yazılacak bir anayasa nasıl demokratik olabilir ki?”
Evet, yani ilk yapılması gereken, seçimlerin hemen ardından, henüz meclis bile toplanmamışken AKP tarafından ortaya atılan anayasa tartışmasına dahil olmak ve AKP’nin öncülüğünde bir anayasa yazmak değildir. İlk olarak yapılması gereken mevcut parlamentonun feshini bir kitle hareketinin temel şiarı haline dönüştürmek olmalı. Yani 12 Eylül Anayasası’nın ürünü bir seçim sistemiyle yapılmış seçimleri reddetmek ve bunun yerine yüzde 10 barajının sıfırlandığı, her siyasi partinin ve örgütün diğerleriyle eşit propaganda imkânlarına sahip olarak katıldıkları egemen bir Kurucu Meclis seçimini talep etmek. Demokratik bir anayasa yapıp yapmamaya da ancak halk egemenliğini temsil eden böyle bir heyet karar verebilir. Türkiye halklarının Başkanlık Sistemine değil, demokrasiye ihtiyaçları vardır. Sadece egemen bir Kurucu Meclis Tayyip Erdoğan’ın ya da başkalarının hayallerini süsleyen tek şef diktatörlüğüne kapıları kapatır ve o meclisin başkanı da Başkan ya da Cumhurbaşkanının yerine sade bir devlet başkanlığı statüsünde yer alır.
Sonuç olarak, cılız da olsa var olan parlamenter sistemin, dolayısıyla tüm muhalefet partilerinin de sonu olacak Başkanlık Sistemine geçişe karşı duracak bir kitle hareketinin başlıca bileşenlerinden biri olacak HDP’nin kendi seçilmiş milletvekillerinin de yer aldığı bu parlamentonun feshini talep etmesi kuşkusuz çok anlamlı olur. Bu talep, demokratik bir kitle hareketinin vazgeçilmezi olmak zorundadır.
İkinci görev nedir?

İşçi sınıfını paryaya, toplumun geri kalan bütün kesimlerini kendisine biat etmiş ümmete çevirmeye çalışan Saray’ın ve şürekâsının cumhuriyet, demokrasi ve laiklik düşmanı faşist Yeni Osmanlıcı anlayışına karşı bütün ezilenlerin cephesinin kuruluşuna yönelmek ve bunu en somut birleşik mücadelenin bir örgütlenme ayağı olarak şekillendirmek bir diğer olmazsa olmaz gerekliliktir.
Son olarak işçi sınıfı örgütleri

Yukarıda ileri sürdüğümüz türden bir kurucu meclisin oluşması için acil olarak Kurucu Meclis Eylem Komitelerinin her mahallede, her fabrikada, her işyerinde, her köyde yaratılması bir zorunluluktur. Bu eylem komiteleri daha şimdiden Kürt illerinde halk milisine dönüşmüş durumda. Ezilenlerin Birleşik Cephesi bu eylem komiteleri üzerinde yükselecektir.
Öte yandan böyle bir cepheye işçi sınıfının önderlik edebilmesi için bağımsız işçi örgütlerine ihtiyaç vardır. Böyle bir birleşik mücadelenin yürütülebilmesi için bütün sosyalist yapılar önlerine ivedilikle kaybedilmiş olan işçi örgütlerinin yeniden kazanılması hedefini koymalıdırlar. Kaldığı kadarıyla da olsa Hava-İş, kaybedilmiş olan Petrol-İş, gerçek bir mücadele mevzii haline gelmiş olan Türk-Metal’in dağıtılıp yerine Birleşik Metal’in geçirilmesi mücadeleleri programlı ve sebatlı bir çalışmanın sonunda kazanılmalıdır. İşçi hareketi mücadelesinde başlangıç bu olmalı, tabii ki daha orta vadede Türk-İş’in korporatizmden kurtulması yoluna girilmelidir. Mevcut işçi örgütlerinin korporatizme teslim oluşu ve örgütlü kesimin dışındaki işçi sınıfının da esas olarak bilinçli mezhebi bölünme sonucu Saray’a teslimiyeti kalıcı bir durum olamaz. Saray’ın emir komutası altındaki örgütlü işçi sınıfının ondan kopması, küçük esnafın ya da atölyelerde çalışan çırakların ondan kopmasından çok daha hızlı ve gürültülü olacaktır. Dolayısıyla ilk elde, ne kadar faşist hareketin kontrolünde olursa olsun örgütlü işçi sınıfına sistemli olarak yönelmek sosyalist hareketin varlık sebebidir.
Sonuç olarak

Dolayısıyla yıllardır tekrarlanan seçim komedyasına aldırmadan Türkiye’de faşist hareketin gelişimini engellemek fazlasıyla mümkündür. 1 Kasım AKP’nin her türlü riski –Kürt illerinde savaş dahil– göze alarak gerçekleştirdiği bir “seçim” oldu. Bu baskılara rağmen, Saray karşıtı güçlerde bir gerilemenin söz konusu olmadığı bir ortamda yaşıyoruz. Tam tersine bu güçler giderek daha fazla bileniyorlar. Görev büyüktür: Sadece Türkiye’nin ve Kürdistan’ın değil, bütün Orta Doğu’nun geleceğidir söz konusu olan. Bunun için de birleşik mücadele bir zorunluluktur. Haydi, HEP BİRLİKTE egemen bir Kurucu Meclis için her yerde Eylem Komiteleri oluşturmaya!

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Fikret Başkaya / Alaturka ‘Çitleme’…

‘Çitleme’ İngilizce ‘enclosure’un’ karşılığı. Kabak çekirdeği çitlemek değil… İngiltere’de XVI’ıncı yüzyılın başında müşterekler kapsamında olan …

6 Yorumlar

  1. Yazı kimin?
    Faşizm de dahil hiçbir toplumsal ve politik olgunun, bir başka zaman, bir başka toplum ve başka başka bağlamlarda aynı şekilde tekrarı mümkün değildir. Bundan dolayı, zaten ancak “Türk tipi” olabilir.
    Yazıdaki pek çok güncel tespite katılıyorum.
    İzlenecek yola ilişkin önerilere gelince, AKP’yi yıkmak için tarif edilen mücadele yolu AKP’yi yıkmaktan kat be kat daha zor. Ne Meclis’in feshi ne sarı sendikaların tasfiyesi söylendiği gibi kolayına işler değil. Bunlar gereksiz ve yanlıştır demiyorum, acil bir müdahale gerektiren Türk tipi faşizmin yukarıdan inşasına karşı koymanın yolu olmaktan uzaktır. Toplumsal ve politik faillerin nesnel ve öznel durumunu gözardı eden bu öneriler kanımca kağıt üstünde kalmaktan öteye gitmez.
    Evet şu anda Türkiye’de AKP faşizmi karşısında savaşacak potansiyele sahip tek kesim, Kürtler. Ancak PKK’nin mücadele biçimi o faşizmi maalesef daha da güçlendiriyor. Kitleyi bir propaganda aracına indirgeyen, sivil halkı devletin savaş makinesinin önüne atan ve hedef haline getiren mücadele tarzı, bilakis AKP’yi güçlendiren bir etkiye sahip. Sonuçta evet oylar konjonktüreldir ama bir şey de söylüyor ve bir vakıa aynı zamanda. HDP’nin oy kaybında ben PKK’nin bu mücadele tarzının da etkisinin olduğu düşüncesindeyim.

  2. bence de. Yazı sanırım bir Troçkist gruba ait.

  3. Yazının kaynağı :
    http://pgbsosyalizm.org/?p=1482

    Troçkist elbette.

  4. bu yazıdaki görüşleri kaale alırsak, nazizme de faşizme de faşizm demek olanağı kalmaz, bence…zira “eğer” sıfır proletarya için “sıfır sınıf bilinci ve örgütlülüğü”, buna karşılık “tam %100 korporatizm” yoksa…..faşizm de yok, gibi bir mantık çıkıyor ortaya….

    diğer “gerekçeleri” saymaya bile gerek kalmadan, diyebilirim ki
    “artık kolay kolay bir faşizm tehlikesi kalmamış, bundan sonra da pek mümkün olmayacak bu çağdaş dünyada(!)” demek gerekecek….

    faşizmi saltık bir “sınıf ideolojisi” üzerinden okumalar, onu bir ekonomizme indirgemek olur ki marxizm bu yanlıştan dönmeli….

    faşizmin kültürel, tarihi,” geleneksel” ahlaki başka nedenleri de vardır/olabilir…(elbette ekonomik de)….

    ancak herhalde faşizm en başta bir “egemenlik, hükmetme, boyun eğdirme veya tabi kılma (tebaa-laştırma) amaçlı bir “devlet ideolojisidir” bence….

  5. yazdıklarımın ardından paris katliamını ışİD in üstlendiğini öğrendim…hiç de şaşırtıcı gelmedi….işte faşizm….burada devlet ideolojisi nerede, diyenlere, sosyal medyadaki yorumları örnek verebilirm.

  6. Sivil Anayasa Diye Diye…
    Levent Toprak

    Türkiye’de burjuva düzen partileri 25-30 yıldır bir anayasa oyunu oynuyorlar. 12 Eylül askeri faşist darbesinin ardından cuntanın hazırlayıp halka zorla dayattığı anayasa, egemen sermaye sınıfının çıkarlarını yansıtan, emekçi kitlelerin çıkarlarına ise tümüyle düşman baskıcı bir anayasa idi. Ne var ki bu anayasa ilerleyen yıllar içinde giderek çeşitli sermaye kesimlerinin de ihtiyaçlarına cevap veremez hale geldi. O nedenle bu deli gömleği yıllar içinde birçok yerinden delinip, birçok yerinden yamalandı. Böyle yamalı bohça işi tadilatlarla anayasanın aşağı yukarı yarısı demek olan 80 kadar maddesi değiştirilmiş oldu.
    Statükocu Kemalist kesimler hariç, farklı siyasal eğilimler ve egemen sınıfın çeşitli kesimleri bu süreç içinde, toptan yeni bir anayasa yapılması fikrini gitgide daha kuvvetle dile getirir oldu. Aslında 1992 gibi erken sayılabilecek bir tarihte TÜSİAD bile bir anayasa taslağı hazırlamıştı. Bata çıka ilerleyen bu anayasa tartışması, AKP’nin kendi özel kaygıları temelinde, 2007 seçimlerinden itibaren çok daha büyük bir itilim kazandı. O günlerden bu yana, yeni bir anayasa tartışması Türkiye’nin siyasal gündeminin demirbaşlarından biri haline geldi.
    Yeni ve sivil bir anayasa yapma çabalarının itici gücünü oluşturan kaynaklar, esasen Türkiye kapitalizminin 1980 sonrasında geçirdiği dönüşüm, AB üyeliği süreci ve Türkiye’nin 12 Eylül darbesinin izlerinden temizlenmesi ihtiyacı idi. Devletin geleneksel sahibi konumundaki statükocu Kemalist burjuvazinin görece baskı ve dışlamasına maruz kaldığı için, kendisine alan açma derdindeki AKP de iktidara geldiğinde bu süreci sahiplendi. Son birkaç yıla kadar bu süreç, her şeye rağmen başlangıçtaki dinamiklerin yine de etkisini sürdürdüğü bir hava içinde ağır aksak yürüdü. Yürüdü yürümesine ama, önce farklı burjuva güçler arasındaki çelişkiler dolayısıyla, sonra giderek Kürt sorununun boyutlarının genişlemesi ve Ortadoğu’daki savaş süreci gibi dinamiklerin siyasal yaşam üzerinde gitgide ağır basmasının doğurduğu etkilerle, bir türlü kapsamlı bir somut sonuç çıkmadı. Çelişkiler keskinleşti, tartışmalar sertleşti, kutuplaşmalar arttı.
    Pratikte Meclis’teki anayasa komisyonlarının odak noktasında yer aldığı sürecin niteliği son birkaç yıl içinde tümüyle değişti. Kürt sorunu ve dünya savaşı sürecinin siyasal alan üzerindeki etkisinin baskınlaşması ve bunun yanı sıra AKP’nin ve Erdoğan’ın siyasal arenada ve devlette büyük bir güç kazanmasıyla, artık sorun Erdoğan’ın otoriter arzularına uygun bir başkanlık sistemine kılıf giydirilmesi sorunu haline geldi. Nitekim Erdoğan, rejimin aslında fiilen değişmiş olduğunu, ama bunun anayasal zemine kavuşturulması gerektiğini açık açık duyurdu.
    AKP’nin farklı kılıklardaki sözcüleri, meselenin artık tümüyle Erdoğan’ın başkanlık sevdası olduğu gerçeğini örtbas edebilmek ve halkı ulvi amaçlar için çaba harcadıklarına inandırabilmek için, eskinin demokratikleşme söylemini kullanmaya devam etseler de, mızrak çuvala sığmamaktadır. Saray ve AKP, nasıl 7 Haziran seçimleri sonrasında CHP’yi “istikşafi” görüşmelerle oyalayıp sonunda ülkeyi Erdoğan’ın istediği yeni bir seçime soktularsa, anayasa görüşmeleri de benzer bir oyalama sürecine sokuldu. Esasen bir oyun oynanmaktaydı ve bu oyunun kurucusu Erdoğan’dı. Ne var ki Erdoğan açısından bir zaman sorunu da olduğundan, bu kez komisyon çalışmalarının ucu açık bırakılmak yerine, 6 aylık bir süreyle sınırlandırıldı. Erdoğan’ın kendi hesapları açısından böyle bir süreyi öngördüğünü anlamak zor değil. 6 aylık sürenin sonunda komisyondan uzlaşılmış bir anayasa taslağı çıkmayacağına göre, “görüyorsunuz bu Meclis bir anayasa yapamıyor” denilecek ve muhtemelen yeni bir seçime ya da olağan ve meşru mekanizmaların dışında yöntemlerle zorla dayatılacak bir referanduma gidilecek. Elbette bu seçim ya da referanduma, savaş ve faşizan tırmanışın devam ettirildiği, hatta daha da mahmuzlandığı bir atmosferde gidilecektir. Aynen 7 Haziran ile 1 Kasım arası süreçte olduğu gibi. Gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinden bağımsız olarak, niyet budur.
    Erdoğan’ın başkanlık sistemine halkı ikna etmek için başlattığı kampanya da parlamentoyu aslında daha baştan etkisizleştirme hamlesidir. Böylece Erdoğan bir yandan parlamentodaki sürecin kısır bir süreç olduğunu kanıtlamış olacak, diğer yandan da başkanlığı bizzat kendi doğrudan politik seferberliğiyle getirmiş olacak. Dahası Meclis komisyonu için biçilen 6 aylık ömür de hem Erdoğan’ın işi parlamentonun elinde sürüncemeye bırakmaya niyetli olmadığını, hem de kendi kampanyasının olgunlaşması için böylesi bir süreyi öngördüğünü ortaya koymaktadır.
    CHP’nin komisyondan çekilmek suretiyle yaptığı hamle hiç şüphesiz bu oyunu bozma niyetiyle yapılmış bir hamledir. En azından CHP, bir seçim ya da referandum olduğunda “ben bu oyunun figüranı olmadım” diyebileceği bir propaganda argümanına sahip olmak istemektedir. Dahası, CHP’nin bu hamlesi ve onun etrafında yaptığı birkaç basit manevra bile AKP cenahının demokratik bir anayasa yapma söyleminin sahteliğini ortaya koymaya yetmiştir. Demokratik bir anayasa yapma arzusu ile başkanlık sisteminin hiçbir mantıki zorunlu bağlantısı olmadığı açıktır. Nitekim AKP cenahının içinde olduğu kaba çelişki şimdi onları yeni bazı manevralara zorlamış görünmektedir. Nitekim önce CHP’nin restine rest çeken bir poz takınılıp, bu doğrultuda komisyonun feshedildiği açıklanarak, komisyona ihtiyaçları olmadığı mesajı verilmeye çalışıldıysa da, takip eden günlerde, geride kalan üç partiyle de yola devam edilebileceği söylendi. Bir süre sonra HDP de komisyondan çekileceğini açıklayınca geriye sadece MHP kalmış oldu. Tüm bunların ardından CHP’yi yeniden komisyona çekmek üzere davet çabaları başladı ve nihayet Saray’dan da başkanlık ve anayasa referandumlarının ayrı ayrı yapılabileceği açıklaması geldi. Bütün bu manevraların gösterdiği şey Erdoğan’ın bir başkanlık referandumu fikrini olgunlaştırmak için bir miktar daha zamana ihtiyacı olduğudur.
    Saray ne istemektedir?
    Erdoğan muhtar toplantıları ve benzeri toplantılarda nasıl bir anayasa istediğini gitgide daha net biçimde ilan etmektedir. Bu toplantılardan birinde örneğin iki dikkat çekici vurgu yaptı. Birincisi “yerli anayasa” vurgusu, diğeri ise “kuvvetlerin çatışması değil uyumu” vurgusu idi.
    Erdoğan söz konusu konuşmasında, Türkiye’de şimdiye kadarki tüm anayasaların dışarıdan ithal anayasalar olduğunu, bunun Türkiye’nin yerli ve milli geleneklerine/değerlerine uygun olmadığını ve şimdi ilk kez milli değerlere uygun yerli bir anayasa yapma fırsatının doğmuş olduğunu ilan etmişti. Dışarıda maceracı bir politikanın, içeride ise milliyetçiliğin, Kürt düşmanlığının ve faşist tırmanışın sürdürüldüğü bugünkü siyasal koşullarda, Erdoğan’ın yerli ve milli anayasası onu mutlak yetkilerle donatmak, tüm iktidar tekelini ona vermek ve onu tüm tartışmaların dışına çıkartarak tek söz söyleyen kişi haline getirmek anlamına gelmektedir.
    Erdoğan yerli ve milli vurgusunu yaptığında bununla bir yandan burjuvazinin devrimci çağında pre-kapitalist sınıflara ve onların kalıntılarına karşı verdiği mücadelenin kazanımlarından, diğer yandan emekçi sınıfların yüzyıllardır verdiği mücadelelerle egemenlere dayattığı ve ilerletip pekiştirdiği kazanımlardan azade olmak istediğini söylemiş olmaktadır. Zira insanlığın ağır bedeller ödeyip elde ettiği tüm bu kazanımlar otokrat zihniyettekilerin daima tiksintiyle karşıladıkları şeyler olmuştur. İktidara gelmeden önceki yıllarda partinin programı ne olacak diye soran Otto Strasser’e, Hitler, meşum sözleriyle “boş ver programı, önemli olan iktidardır” demişti. Nazi Partisinin önde gelen üyelerinden olan ve daha sonra Hitler’le anlaşmazlığa düşüp partiden atılacak olan Strasser, “iktidar programı hayata geçirmenin aracıdır sadece” diye üsteleyince, Hitler “bunlar entelektüellerin fikirleri, bize gereken iktidardır!” diye kestirip atmıştı. Tüm otokrat zihniyetliler gibi, Erdoğan da iktidarın mutlak olmasını, hiçbir sınırlamaya tâbi olmamasını, keyfiliğe sınırlama getirebilecek her türlü ayak bağının bertaraf edilmesini istemektedir.
    Nitekim, şimdiye dek AKP sözcüleri başkanlıktan söz ederken, endişeleri yatıştırmak için hep denge ve fren mekanizmalarının olacağını, hatta, özellikle ABD örneğine atıfla, başkanlık sisteminde kuvvetler ayrılığının çok daha güçlü olduğunu vurguladılar. Yani sanki onlar da etkili bir kuvvetler ayrılığından yanaymış gibi pozlar takınıyorlardı. Oysa Erdoğan, söz konusu konuşmasında bu can sıkıcı tuluata da son vermek istercesine, mealen “şimdiye kadar kuvvetler çatışması söz konusu oldu, oysa gereken şey kuvvetlerin uyumudur, ahengidir” demiştir. Bu “çatışma” ve “uyum” sözcüklerinin kullanılması elbette bir şark kurnazlığından ibarettir. Aklı olan herkes kast edilenin “kuvvetler ayrılığı” ve “kuvvetler birliği” olduğunu anlamakta güçlük çekmemiştir. “Türk tipi” başkan olmak isteyen Erdoğan, “denge ve fren” istememekte, tüm kuvvetlerin, yani tüm iktidarın kendi elinde toplanmasını arzulamaktadır.
    Zaten bir önceki yasama döneminde çalışan anayasa komisyonundan AKP’liler adına ortaya çıkan bir taslakta öngörülen yapıya bakıldığında bu durum net biçimde anlaşılmaktadır. Başkanlık sistemini öngören bu taslağa göre başkan, kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi olan, Meclis’i tek başına feshedebilen, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, Sayıştay gibi yüksek mahkemelerin üyelerinin yarısını atamaya yetkisi olan bir başkan olarak tasarlanıyor. Aynı taslağa göre sözde Meclis’in de başkanı görevden alma yetkisi olsa da, bunun pratikte hiçbir karşılığının olmayacağı, canavarın önündeki asma yaprağından başka anlama gelmeyeceği açıktır.
    Burada tek bir kişi olarak başkanın elinde kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisinin olmasının anlamı bellidir: Teorik olarak yasa çıkarma gücüne sahip Meclis’in fiiliyatta havanda su dövülen bir tiyatroya indirgenmesi. Çünkü başkan kendisinin istediği, ama Meclis’ten çıkmayan bir yasa ya da düzenleme durumunda, kendi canının istediği gibi bir kanun hükmünde kararname çıkararak Meclis’i fiilen devreden çıkarmış olacaktır. Bunun Hitler’in mutlak iktidar gücüne yükselme sürecinin en belirleyici halkasını oluşturan meşum “Yetki Yasası” ile benzerliği artık şaşırtıcı olmasa gerek. Başkanlık sistemini savunurken Erdoğan’ın gitgide “Türk tipi başkanlık” söylemine daha fazla başvurması ve buna mukabil başkanlık sisteminin sözümona genel demokratik üstünlüklerini vurgulamaktan uzaklaşması artık daha iyi anlaşılmalı.
    Uzun ince anayasa yolu
    Türkiye 25-30 yıldır yeni ve sivil bir anayasa konusunu tartıştı durdu. Başta da belirttiğimiz gibi bu süreçte birçok anayasa değişikliği yapıldı. Tüm güdük niteliğine rağmen bu değişikliklerin genelde doğrultusu demokratik alanın yine de az çok genişlemesi yönünde oldu. Oysa şimdi gelinen nokta bir parodi gibidir. Yıllardır dillere sakız olan “ilk sivil anayasa”nın yapılması çabası demokratik karın ağrılarından geçerek gele gele sivil faşizmin anayasasını yapma noktasına gelmiş görünüyor. Erdoğan bu kilit halkayı da geçmede başarılı olursa, artık “nereden nereye” diye sorulduğunda şöyle bir özlü sözümüz olabilecektir: Alaturka sivil anayasa yapma süreci, askeri faşizmden sivil faşizme giden uzun ince bir yoldur!
    Erdoğan bu girişiminde başarılı olabilecek midir? Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, mevcut savaş ve kriz ortamı geniş bir olasılıklar yelpazesi açmaktadır. Erdoğan 7 Haziran seçimlerinden sonra hükümet kurdurtmayarak bir darbe yapmayı başarmış ve bunun sonucunda yapılan 1 Kasım seçimleriyle asgari hedefine ulaşmış, ama asıl büyük hedefine kıl payıyla ulaşamamıştır. Zaten 1 Kasımdan bu yana yaşanan sürecin esbabı mucibesi de esasen bu “kıl payı”dır.
    Şu anda Erdoğan ve ekibi harıl harıl başkanlık sistemini referanduma hangi yolla getirebilecekleri üzerinde çalışmaktadır. Yeni bir seçim yoluyla o kıl payını tamamlayıp, Meclis’te başka kimseye ihtiyaç duymadan anayasa taslağını referanduma götürmek mi? Yoksa bir seçime gerek kalmadan, muhtemelen anayasaya bir kez daha tecavüz etme pahasına, birtakım yeni icatlar ve cinlikler yaparak referandum yolunu zorlamak mı? Bunları önümüzdeki günlerde göreceğiz.
    Soruya dönecek olursak, her şeyden önce, burjuva düzenin dünya genelinde sergilediği otoriter gidişe bakıldığında, Erdoğan’ın akıntıya karşı kürek çekmediğini tespit etmek gerekmektedir. O sadece bu genel gidişatın nispeten daha sivri bir örneğini temsil etmektedir. Günümüzün otoriterleşme adımları konusunda doğrusu yeryüzündeki hiçbir burjuva devletin eli temiz değildir. Öte yandan mülteci sorunu gibi Avrupa burjuvazisinin karın ağrısı olan sorunlar, AKP ve Erdoğan’ı en azından Avrupa’dan gelebilecek basınçtan kurtarmış ve ona önemli bir manevra alanı açmıştır. Erdoğan Avrupa’yı adeta mültecilerle rehin almıştır.
    Ancak uluslararası planda somut konjonktür bakımından Erdoğan ve AKP için elverişli bir durum yoktur. Rusya gibi bir askeri süper güçle düşman konumda olmak, ABD’den pek destek ve onay alamamak gibi ciddi handikaplarla ve bir sıkışma durumuyla karşı karşıyadır AKP ve Erdoğan. Çok yakın duruyormuş gibi göründükleri Arap ülkeleri bile uluslararası platformlarda, AKP Türkiye’sine, ihtiyaç duyduğu destekleri vermemektedir. Türkiye önemli ölçüde yalnız bir ülke konumuna sürüklenmiştir. Şimdilerde İsrail üzerinden tutunacak bir dal bulma çabaları çaresizliğin acıklı bir ifadesidir.
    Elbette Erdoğan’ın lehine en önemli faktör, içte işçi sınıfının devam etmekte olan kronik bilinç ve örgütlülük eksikliğidir. Savaş süreci, kabartılan şovenizm dalgası ve provokasyonlarla akılları felce uğratılan geniş emekçi yığınlar, otoriter bir liderin gerekliliği propagandasına gitgide daha açık hale gelmektedirler. Ancak öte yandan işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına dönük yeni saldırıların gündemde olması nedeniyle bir tepkinin yükselmesi de mümkündür. Her ne kadar genel olarak örgütsüz durumda olsa da, bir kitle hareketinin oluşması durumunda, düzen yıkılmasa da, ince hesaplar ve hassas dengeler üzerine kurulu oyun planlarının işleyişi bozulabilir. Dahası Suriye’de riskli bir maceraya girilmesi durumunda, bunun coşkun bir savaş yanlısı atmosfer doğurması olasılığı varsa da, Erdoğan ve hükümet aleyhine dönebilecek bir atmosfer doğurması olasılığı da yabana atılacak kadar küçük değildir. İçeride Kürtlere karşı savaş her ne kadar belli bir destek bulabilse de, aynı şey yedi düveli karşısına alacak bir dış macera için garanti değildir. Bugün kimisi AKP’ye yakın olanlar da dâhil olmak üzere, birçok burjuva uzmanın bundan kesinlikle kaçınılması gerektiğini söylemesi boşuna değildir. Savaş olgusu, tarihte de görüldüğü gibi, her türlü olasılığı gündeme getirebilir. Erdoğan’ın siyasi hayatı, sayısı ve sıklığı giderek artan riskli hamlelerinden birinde çuvallamayla birlikte sona erebilir.
    Sonuç olarak, yeni ve sivil bir anayasa sorunu, artık bir demokratikleşme sorunu olmaktan çıkmış, bir olağanüstü rejimin tesis edilmesi sorunu haline gelmiştir. İşçi sınıfı için yeni cehennemin taşlarının döşenmesi anlamına gelen böylesi bir anayasa sürecine sonuna kadar direnilmelidir. Meclis’te şu ana kadar yürütülen komisyon çalışması Erdoğan’ın kurduğu bir oyun masasından başka bir şey değildir. Bu oyuna katılmak, niyet ne olursa olsun, sadece Erdoğan’ın yürüyüşüne payanda olmakla sonuçlanır. Hitler mutlak iktidara yürüyüşünde, kendi hesapları olan çeşitli burjuva parti ve liderleri oyalamayı ve kendi kurduğu oyunun figüranı yapmayı başarmıştı. Hitler’i kontrol altına alabileceklerini ve kendi hesaplarını yürütebileceklerini düşünen Weimar Cumhuriyeti’nin çeşitli burjuva siyasetçileri, günün sonunda kendilerinin kündeye geldiğini gördüler. Gelinen noktada “başkanlık sistemi de tartışılabilir” gibi argümanların hiçbir hükmü yoktur. Bunlar sadece Erdoğan’ın otoriter değirmenine su taşımaktadır. Bu bakımdan tarihin acı derslerini hatırlatmak enternasyonalist komünistlerin boynunun borcudur.
    http://marksist.net/levent-toprak/sivil-anayasa-diye-diye.htm