AKP Devletle PKK Devlet, Özgürlüğün ve Halkın Karşısında

 

 

Aslında her silahlı örgüt potansiyel bir devlet adayıdır. Belli alanlarda egemenlik kurmuş, vergi toplayan, kendi ekonomik ilişkilerini (kaçakçılık da dahil) sürdüren, egemen olduğu bölgede halka kendi iradesini dayatan bir örgüt ise, resmen ilan edilmemiş bir devlettir. Bu anlamda PKK’nin ve bütün yan kuruluşlarının (KCK vb.) adı konmamış bir devlet olduğunu söyleyebiliriz. Kısaca ifade edecek olursak, adı konmamış bu devlete PKK-Devlet diyebiliriz. Şimdilik bunu bir yana koyalım.

 

Diğer yandan, devlet, esasen yürütme erkidir. Devletin yürütme erkiyle diğer kurumları, özellikle silahlı kuvvetleri arasında her zaman çelişkiler vardır, zaman zaman bu çelişkiler şiddetlenebilir, hatta kritik dönemlerde devletin silahlı güçleri “devletin bekâsı” adına bir darbeyle ya da muhtırayla yürütme erkine el koyabilir. Bununla birlikte, bunlar özel durumlardır. Genelde devletin özü, silahlı kuvvetleri denetimi altında tutan yürütme erkidir. AKP iktidarının kimi dönemlerinde devletin yürütme erkiyle silahlı gücü (TSK) arasında çelişkiler şiddetlenmiş, fakat AKP iktidarı, açtığı davalarla (Ergenekon, Balyoz vb.) devletin silahlı gücünü denetimi altına almanın üstesinden gelebilmiştir. AKP, bunu başardığı andan itibaren hızla bir parti-devlete dönüşmüştür. Dolayısıyla bugün görünen odur ki, Türk devleti, bir AKP-Devlettir.

 

AKP-Devlet, 2012 yılında PKK-Devlet’i “müzakere süreci” yoluyla Türkiye içinde silahlı mücadele veren PKK-devletten, bazı legal haklar verilen bir yasal örgüte dönüştürmeyi denedi. Uzun yıllar verdiği silahlı mücadelenin gücüyle yasallaşacağını düşünen PKK-devlet, “müzakere süreci”ne gönüllüydü, bu denemeye olumlu cevap verdi. Bununla birlikte, unutulmaması gereken bir nokta vardı. Devletler kendi egemenlik alanlarında asla ikili iktidara izin vermezler. AKP-Devletin hesabı, “müzakere süreci”nin sonunda verdiği ödünlerle PKK-Devlete silah bıraktırmak ve böylece bu fiili devleti yasallığın alanına çekip silahlı bir devlet olmaktan çıkartmaktı. PKK-Devletin hesabı ise, Türk devletine yasallığını ve Kürt özerkliğini kabul ettirip kendi egemenlik alanlarının yasal temsilcisi olmak, bir anlamda PKK-Devleti, genelde Türkiye Cumhuriyeti içinde özerk ve yasal bir alt-devlet haline getirmekti. Bu iki projenin bağdaşması oldukça zor olsa da, Batı’da örneklerini gördüğümüz gibi tamamen olanaksız değildi. AKP-Devlet’in merkezi iktidar tekelciliğinden vazgeçip federal bir yapıya yaklaşması, PKK-Devlet’in de genel olarak Türkiye Cumhuriyeti genel formuna tabi bir federal-özerk yapıyı benimsemesi halinde, bu iki devlet ortak bir noktada, barışçı bir şekilde buluşabilirlerdi. Ne var ki, bir yandan dünyadaki ve Ortadoğu’daki, diğer yandan Türkiye’nin içindeki siyasal gelişmeler, aynı zamanda bağnaz Türk milliyetçiliğini besleyen muhafazakâr ve üniter devletçi yapı ve anlayışlar ile ezilen Kürt milliyetçiliğini besleyen kültürel yapılar bunun gerçekleşmesine ya da üç yıl süren “barış süreci”nin sürmesine izin vermedi. Böylece AKP-Devlet ile PKK-Devlet arasında, 2015 yılının Temmuz’unda, eskisinden bile şiddetli ve kanlı bir savaş başladı.

 

Burada, savaşı besleyen muhafazakâr ya da üniter devletçi yapı ve anlayışlar, milliyetçiliği besleyen kültürel yapılar üzerinde durmayacağım. Bu belki başka bir yazı konusu olabilir. Ben burada, “müzakere süreci”ni bitiren ve geçen yılın Temmuz ayında savaşı başlatan siyasal gelişmeler üzerinde duracağım kısaca.

 

Dolmabahçe’de HDP ve AKP temsilcilerinin “mutabakatı” ilan etmesinden sonra ne oldu da, bundan çok kısa süre sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “masayı” devirdi, hatta bununla da kalmayıp, böyle bir mutabakattan haberi olmadığı türünden, kendi bakanlarını bile içten içe gülümseten laflar etti. Burada bence iki faktör rol oynadı: Birincisi, RTE’ın, yaklaşan seçimlerde milliyetçi oyları MHP’ye ve hatta kısmen CHP’ye kaptıracağı korkusuna kapılması; ikincisi ise, Kürt kamuoyundan beklediği desteği bulamaması, tam tersine, aynı günlerde Kürt hareketinin yasal temsilcisi konumundaki HDP’nin, Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş aracılığıyla, “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganını yükseltmesiydi. Hem Türk milliyetçiliğini, hem de Kürt milliyetçiliğini kendi başkanlık hevesleri için aynı anda kullanmaya kalkışan RTE’nin durumu, zıt yönlere doğru uzaklaşan gerili iki ipe de ayaklarını dayayarak yürüyen bir cambaza benziyordu. Cambazın düşmesi kaçınılmazdı.

 

Nitekim düştü de. 7 Haziran seçimlerinde, Türk muhafazakâr-milliyetçi oyları MHP’ye ve kısmen de CHP’ye kaydı; daha önce AKP’ye oy veren Kürt muhafazakâr oylarıyla batı bölgelerindeki özgürlükçü oylar ise HDP’ye. AKP’nin oyları %40’da kalmış, Meclis’teki çoğunluğunu, dolayısıyla tek başına iktidar olma şansını kaybetmişti. Bu, AKP-Devlet için ölümden beter bir durumdu. Devletle özdeşleşen bir parti, bir darbe veya devrim olmadıkça iktidarı seçim yoluyla asla bırakmazdı, bırakamazdı.

 

Böylece, hepimizin bildiği süreç bizzat RTE ve kurmayları tarafından başlatıldı. Önce muhalefetin beceriksizliğinden yararlanılarak Meclis başkanlığı ele geçirildi. Meclis kitlendi ve koalisyon hükümeti kurma çalışmaları yokuşa sürüldü, seçimlerin yenilenmesi sağlandı. Evet ama herkesin sorduğu bir soru vardı: Üç ayda ne değişecekti de AKP tek başına iktidar olabilecekti. Hesaba katılmayan şuydu: Normal insan aklının düşünemeyeceği komploları AKP-Devlet kısa sürede düşünmüştü.

 

Burada birkaç saniye durup PKK-Devlet’in üzerinde duralım bir paragrafla. “Dolmabahçe Mutabakatıyla” otuz yılı aşkın bir savaşın ürünlerini toplayacağı noktaya geldiğini düşünen PKK, “masanın” aniden devrildiğini görünce büyük bir hayal kırıklığına uğradı ve daha seçimden önce, savaşı yeniden başlatacağını ilan etmeye başladı. Şöyle düşünüyorlardı: Biz devleti “Dolmabahçe Mutabakatı” noktasına silah zoruyla getirmiştik. Son anda vazgeçtiler. İyi ya, o zaman onlara yeniden silah zorunu uygularsak bir kere daha masaya oturmaya razı edebiliriz. PKK-Devlet’in böyle düşünmesine, 7 Haziran seçimlerinin sonuçları, yani HDP’nin Türkiye’nin her yerinden %13,5 oy alarak ve AKP’nin tek başına iktidar olmasına son veren parti olarak büyük prestij sağlaması, hatta PKK-Devlet’in fiili merkezi durumundaki Kandil’i gölgede bırakması da yol açtı. İktidar tekelcidir. HDP, Kandil’le AKP-Devlet arasında aracılık rolü oynarken ve Kürt ulusal hareketinin fikirlerini legal alanda yayarken iyiydi de, Kandil’in elinden siyasi temsilciliği almasına ve Kandil’den daha fazla prestije sahip olmasına izin verilemezdi. Kandil’in HDP’ye karşı duyduğu kıskançlık, savaşı yeniden başlatma kararında önemli bir faktör oldu.

 

AKP-Devlet ise, kaybettiği oyları geri alıp yeniden tek başına iktidar olmak için savaşı başlatmaya karar vermişti. Bir terör ortamı yaratılacak, toplumda dehşet hissi yaygınlaştırılacak, Kürt bölgelerinde savaş körüklenecek, böylece batıda AKP’den MHP’ye kaymış muhafazakâr-milliyetçi oylar, Kürt bölgelerinde de savaşın yeniden başlamasından ürken, AKP’den HDP’ye kaymış orta sınıf ağırlıklı muhafazakâr Kürt oyları yeniden kazanılacaktı. Hesap tuttu, çünkü yukarda belirttiğimiz gibi, PKK-Devlet savaşa savaşla karşılık vermeye çoktan karar vermişti. AKP-Devlet’in oyununun boşlukta kalmasının tek koşulu PKK’nin bu savaş çağrısına cevap vermeyip geri çekilişi örgütlemesiydi. Herhalde AKP’liler o günlerde PKK böyle aklı başında bir taktik uygulamasın diye “savaş duası”na çıkmışlardır. Ne yazık ki, Kandil, neredeyse AKP-Devletle anlaşmış izlenimi verecek ölçüde AKP’nin başlattığı saldırıya balıklama atladı.

 

Önce 20 Temmuz’da MİT-İŞID işbirliğiyle otuz beş genç insanı katleden bomba patlatıldı. Hemen ertesi gün, Ceylanpınar’da iki polis evlerinde uyurken, MİT-TAK izlenimi veren provokatif bir cinayete kurban gitti. Provokasyon çok açık olmasına rağmen Kandil cinayete dolaylı bir şekilde sahip çıktı. Gelen tepkiler üzerine bir hafta sonra “biz yapmadık” dedi ama cinayeti de açıkça kınamadı. Bu iki katliam ve cinayet, hükümetin Kürt bölgelerindeki savaşı başlatması için yetti de arttı.

 

Tuhaf olan, PKK-Devlet’in AKP-Devlet’e savaşı bundan sonra şiddetlendirerek sürdürmesi için gereken gerekçeleri tepsi içinde “ballı börek” halinde sunmasıydı. Güneydoğu’deki bazı ilçe ve illerde, oradaki mahalli Kürt unsurlarının çıkıp açıkça “özyönetim ilan etmeleri” aslında “gel beni tutukla” ve “gel buradaki halkı ez” çağrısından başka bir şey değildi. Dünyanın hiçbir yerinde özyönetim, ilan edilerek gerçekleşmemiştir. Eğer o mahalde gücün varsa özyönetimi fiilen uygularsın. Bırak ilan etmeyi, karşı taraftan gelecek bu tür “iddiaları” bile reddedersin ki, üstüne gelmesinler. Kandil bu salakça uygulamayı neden yaptı? Bence kendisi açısından salakça değildi. Çünkü Kandil’in niyeti gerçekten özyönetim falan değil, AKP-Devleti savaş alanına daha fazla çekmekti. İşte “hendekler” siyaseti denen ucube siyaset böyle başlatıldı.

 

AKP-Devlet, Kürt bölgelerindeki militanları da, onlara destek verdiğini düşündüğü halkı da ezmeye zaten teşneydi. Hendekler ve “özyönetim” ilanları ona bu fırsatı fazlasıyla verdi. Böylece Güneydoğu’nun şehir ve kasabaları, buralardaki binalar delik deşik edildi, buralarda yaşayan halk göçe zorlandı, kaçamayanlar çoğunlukla öldürüldü.  Bu katliamlar sadece o bölgelerde yaşayan Kürtlerin ezilmesine ve paralize olmasına değil, batıda yaşayan halkı ve özgürlükçü kamuoyu’nu da paralize etti, insanlar katliamlardan büyük acı çekmelerine rağmen bir araya gelip bir direniş ortaya koyamadılar. Hükümet, savaşı sürdürürken, kendi güvenlik güçlerinin ağır kayıplar vermesine bile aldırış etmedi. “Devletin bekâsı” uğruna hem güvenlik güçlerinin mensupları, hem de o bölgede yaşayan insanlar göz göre göre ateşe atıldı. Kürt bölgelerinde savaş hukukuna bile sığmayacak uygulamalar yapıldı. Özel kuvvetlerin duvarlara yazdıkları iğrenç yazılar bile oralarda nasıl bir kıyım yaşandığını anlamaya yeter.

 

AKP-Devlet, bunlarla da yetinmedi. Seçimlere az kala, durumu iyice pekiştirmek için, 10 Ekim’de, Ankara Garı’nda yine MİT-İŞID işbirliğiyle, HDP’lilerin yoğun olarak katıldığı “Barış Mitingi”ne gelenlere iki intihar bombacısı yolladı ve yüzün üstünde barışsever insanı katletti. Artık AKP-Devleti hiçbir şey durduramazdı. Sürdüğü arabanın fren pedalının yerinde bile ikinci bir gaz pedalı vardı: Savaşa savaşla karşılık veren beyinsizler.

 

Böylece AKP-Devlet, PKK-Devlet’in yardımıyla sürdürdüğü savaştan 1 Kasım’da büyük bir seçim başarısı elde etti ve kazandığı bu başarıdan da güç alarak Güneydoğu’da kasaba ve şehirlere karşı savaşının dozunu arttırdı.

 

PKK-Devlet’in ise umurunda değildi orada öldürülen militanlar ve sıradan insanlar. Aynı AKP gibi onlar da kan ve ateşten nemalanıyordu. Yaptıkları, gerilla savaşının mantığına bile aykırıydı. Gerilla savaşında gerillanın kaçacağı bir kırsal alan vardır. Çok sıkıştığı zaman oralara sığınır. O kasaba ve köylerde savaşa sürülen militanların ise kaçabileceği hiçbir yer yoktu. Ne Vietnam’da, ne Küba’da, ne herhangi bir gerilla savaşında gerilla şefleri gerillalarını, sonu kesin ölüm, hem de vahşice bir ölüm olan böyle bir savaşa sürmüşlerdir. Kandil’in şefleri, hiç merak etmesinler, gerilla savaşının tarihinde bu açıdan birinci sıraya yerleşmiş bulunmaktadırlar. Yalnız geçerken şunu söyleyeyim ki, onların bu tavrından en çok memnun olan AKP-Devlet ve bu devletin başıdır. İstedikleri kadar onu devireceklerinden söz etsinler. Yaptıkları her şey ona hizmet ediyor.

 

Gelelim son iki intihar saldırısına. Doğrusunu söyleyeyim, Şubat ayındaki, astsubayların servis otobüsünü hedef alan saldırıdan sonra bunun PKK tarafından yapıldığına ihtimal vermemiştim. Yanılmışım. “Askeri hedef” olarak bula bula evine giden astsubayları ve sivil memurları bulmuşlar. Her neyse, “doğru” hedefi bulmuş olsalardı da yanlış bir eylemdi. Her şeyden önce toplumda dehşet duygusunu yaygınlaştıran her eylem karşıdevrimcidir ve yanlıştır. Benim açımdan savaş denen şey toptan yanlış olmakla birlikte, sırf savaşın mantığı açısından bakacak olursak, savaşı savaş alanlarının dışına taşımak da tamamen yanlış, savaş hukukuna bile aykırı ve toplumu terörize eden bir eylemdir. Ne devrime ne de özgürlüğe veya kitle hareketinin gelişmesine bir faydası vardır. Tam tersine.

 

Bu böyle olduğu halde, artık bir toplumsal mevtadan başka bir şey olmayan bir takım örgütlerin PKK-Devlet’e yamanıp onunla ortak cepheler ilan ettikleri bildirilerindeki, “özyönetim devrimleri” gibi kalıplar sadece gülünçtür. Bu örgütlerin beygirin sırtından geçimlerini sağlayan at sineklerinden farkları yoktur.

 

Son Kızılay bombalaması artık, AKP-Devlete nasıl “dur” diyorsak PKK’nın karşısına da aynı şekilde dikilmemiz gerektiğini gösteren bir katliamdır. Ne o efendim, aslında çevik kuvvete doğru gidiyormuş da araba, son anda karşısına bir otobüs çıkmış da falan filan yaveleri duyuyoruz. Ben bu tür şeylere inanmıyorum, zaten PKK’den de özür dileyen bir açıklama gelmedi ama diyelim ki öyle olsun. Yahu kardeşim, bu kadar büyük bir patlayıcıyla sivil halkın yoğun olarak bulunduğu bir yerde dolaşılır mı? Böyle bir “kaza”nın olmasının yüksek olasılık olduğunu insan hesaba katmaz mı? Kaldı ki, diyelim ki çevik kuvvet polisi hedef alınmış olsun. Mesleği sadece polislik olan ve o anda savaş alanında bulunmayan insanları sırf polis diye kitlesel olarak hedef almanın ne devrimcilikle ne de insanlıkla bir ilgisi vardır. Kısacası bu, sadece ve sadece kör milliyetçilikle gözü dönmüş, artık İŞID’dan farksız bir hale gelmiş olanların işi olabilir.

 

PKK-Devlet’le ilgili söyleyeceğim son söz şudur: Bundan sonra “Kürt halkının çıkarları” adına özgürlükçü kamuoyundan, devrimcilerden en ufak bir olumlu ses beklemesinler. AKP-Devlet nasıl halk ve özgürlük düşmanıysa, PKK-Devlet de halk ve özgürlük düşmanıdır. İkisine karşı aynı uzaklıkta durmak Kürt halkının çıkarları açısından da elzemdir. Bir halkı bu kadar sorumsuzca ateşe sürenler bunun hesabını öncelikle Kürtlere vereceklerdir. Tabii büyük şehirlerdeki konformist beyaz Kürtlerden söz etmiyorum. Onlar, kendilerini güvenliğe almış bir şekilde, Kürt halkının acılarından bol bol nemalanabilirler.

 

Son olarak HDP’ye geliyorum. HDP bu noktadan sonra kınama açıklamalarıyla yetinemez. Eğer katliamcılarla bütün bağlarını kopartıp bağımsız bir Kürt özgürlükçü gücü olarak kendini ilan etmezse o da PKK-Devletle birlikte batacaktır. Temmuz’da başlayan savaştan sonra Selahattin Demirtaş bir süre doğru bir çizgiyi sürdürmeye çalıştı ama iki ateş arasında kalıp tutarlı çizgisini sürdüremedi. En son, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) kongresinde açıkça markaja alındığını ve “hendekleri” savunmak zorunda bırakıldığını gördük. Bundan sonraki bütün basın açıklamalarında DBP Eş Başkanı Kamuran Yüksek, adeta bir parti komiseri gibi Demirtaş’ın yanında yer aldı. Ben olsam Demirtaş’ın yerinde, işler bu noktaya geldiğinde istifa eder ve DBP’nin çizgisini uygulayacak olana yerimi bırakırdım. Sandalyeye sarılmak çirkin politikacılık serüveninin başlangıcıdır.

 

Yine de bu son patlamadan sonra son bir şans var. HDP bu son şansı kullanıp PKK-Devlet’e karşı açık tavır mı alacak, yoksa halk ve özgürlük düşmanı çizgide ısrar edenlerle birlikte diplere doğru mu batacak?

 

 

Gün Zileli

16 Mart 2016

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

MHP Takozu! (ve Artı-Gerçek’teki yazılarımın Sona Erişine İlişkin Kısa bir Açıklama)

Bu yazı, her zamanki gibi cumartesi gecesi Artıgerçek’te yayınlanmak üzere yazılmıştı. Dün, (yani 10 Mayıs, …

185 Yorumlar

  1. Çok acele ediyorsun. Balıklama dalıyorsun. Yazdıklarının Kimi liberaller aydınların(Ör. Oya Baydar..vb hatta sen ‘halk düşmanı’ bile ilan ederek daha ileri gittin) son zamanlarda yazdıklarından hiç bir farkı yok: Yaşadıkları gerçekliği kilometrelerce uzaktan gözlemleyebildiğimiz bir yapılanma hakkında böyle kestirme yargılar bence hatalı. Bu bir eleştiri de değil.
    Bu eylemi lanetlemek, yargılamak başka-ki ben de katılırım-, bu ölçüde toptancı ve reddiyeci bakış başka. Ben senin anarşizminden pek bir şey anlayamıyorum, Gün hocam…..

  2. Durutti Column

    hocam guzel ve net bir yazi. deginmek istedigim nokta, tsk-akp iliskisinde cikarlarin simdilik ortustugune, ancak daha sonra neler olacaginin belli olmadigina dair dusunceler hem t24 hem sendika ekibinden yazarlarda goruluyor. ulusal kanal baz alinip tsk analiz edilmeye calisildiginda (ki bu dogru bir yontem midir emin degilim) genel bi karsi-devrim kabulu, akp-devletin korunmasi ve yavas yavas da sanki yayilmacilik, onarmacilik, tavsiyecilik, kademe kademe itibar/soz sahibi olmacilik gibi bir zihin seziyorum. Sizce bu tsk-akp modelinin dogrulugu nedir ve bir faydasi var midir? tesekkurler.

  3. akp şimdilik duruma hakim görünüyor ama her an bir sansındı olabilir ve ordu aniden akp’ye karşı dönebilir. Yani hiçbir ittifakta istikrar yok bugün. Yazıda genel bir durumdan söz ediliyor ama özele inildiği zaman bir ordu darbesinin yaklaşmakta olduğunu görebiliriz.

  4. ben de senden bir şey anlamıyorum doğrusu. Demek hem kınarsın hem de acele etmezsin ha. Sen şuna takiye desene.

  5. ilk defa zilelinin her satirinin altina imza atarim.

  6. özgürlükçü

    ”İŞİD den farkız hale gelen” bu cümleyi tayip kullanıyor işid pkk-ypg-dhkp-c hepsi aynıdır diyenlerle zilelinin aynı çizgiye gelmesi ufak ufak hocası perinçekgillere doğru hidayete erme belirtileri olmuştur.bomba katliamlar konusundaki eleştirileri tümüyle doğrudur. savaş en nihayetinde savaşanların güç ve imkanlarıyla yapılan iştir bu bir savaş olduğuna göre cezayirdeki Fransızlara benzeyen T.C. ve kürt özgürlük hareketinin milli ulusalcı savaşına evrildiğini anladığımızda emperyal emelli kolonyalist sömürgeci işgalcilerle yerli millilerin savaşında son tahlilde her kes elinden geleni yapar yedi düvele milli kurtuluş destanı övgüsü ile eğittiklerinizden öğrendiğini yapıyor kürtler son tahlilde bu öğrettiklerinizle yüzleşmeden kürt ulusal hareketini bodoslama suçlamak şimdiden ermeni soykırımı benzeri taşları örülen iç savaşa katkı verip soykırımcı ırkçılara yancı desteğinden başka bir işlevi yoktur.bir şey yazdım sananlar yazdıklarının neye kime hizmet edip bu yazılardan da güç alıp efendilerin neler yaptığını iyi düşünmelidirler????????

  7. Linc edilmeye hazir olunuz Zileli.

  8. hiç önemli değil.

  9. ordu aniden akp’ye karşı dönebilir diyorsun ama bunun için en ufak bir emare yok. tsk komuta kademesi artık 30 sene önceki gibi değil. komutanların profili değişti. hafta sonu dolar milyarderleriyle golf oynayan, emekli olduğunda kendisi ve yakınları büyük şirketlerde yönetici olan, 1 milyon liraya yakın ikramiye alan, altına özel araç, şoför ve koruma verilen bir orgeneral bu imkanları bırakıp neden darbe gibi sonu belli olmayan bir maceraya atılsın ve hem kendisini hem ülkeyi iç savaşa sürüklesin?

  10. toplum akp karşısında büyük bir çaresizlik içinde. Oy yoluyla değiştirme olanağı yok. Böyle durumlarda ister istemez ordu devreye girer.

  11. HDP yi PKK yi elestiren bizden degil karsidandir. HDP PKK giderse cok ararsiniz.
    özgürlükcü.
    ………
    bizden yana degilseniz teroristsiniz. ben gidersem devlet yikilir.
    Tayyip Erdogan

  12. Darbe ihtimalini oldukça düşük görüyorum zira darbe heveslisi komutanların hepsi emekli oldular ve Vatan partisine geçtiler. Onlar da şimdi kraldan çok kralcılık yaparak AKP’yi destekliyorlar. Bu durumda darbeyi kim yapacak? Adam yok.

  13. Zileli size bir zamanlar YPG nin Suriyeye demokrasi getirmesi vs üzerine fiktiv bir soru sormustum. tabiiki birebir ayni degil ama bir seyin startidir bu haber, su andan itibaren kurt cevrelerinde ve onlara endexli solda bolca Diktator Esad turkusu duyabilirsiniz. keske Tayyip oyun bozanlik etmeseydi.:)

    http://www.radikal.com.tr/dunya/ypg-sam-yanlisi-milisleri-yakaladi-1530575/

  14. toplumsal gelişmeler toplumun o aradığı şeyi yaratır. Bu söylediğimi darbe taraftarlığı olarak aygılamayın. Darbe olduğu zaman ona karşı çıkacak olanlar yine bizleriz. Ben objektif bir olgudan söz ediyorum. ABD, AKP’yi sildi. Bu, darbenin gelmekte olduğunun ilk belirtisi. Toplumun en dinamik kesimleri terörün müsebbibi olarak RTE’yi görüyor. Bu da darbenin gelmekte olduğunun ikincisi belirtisi. Aynı 27 mayıs gibi.

  15. şu sıra ypg ile Şam rejimi müttefik değil mi?

  16. http://karakizilistanbul.org/bildiri.php?git=oku&id=25
    16 Mart 2016

    Bir toplumu şiddet ve ölüm ile terbiye etmek…

    90´lara egemen olan terör ve “terörle mücadele” kısır döngüsünün görece arka plana düştüğü yıllarda olgunlaşan toplumsal bilinç, otoriterleşmeye karşı Gezi ile yüzeye fışkırmış ve ülke tarihinde bir özgürleşme miladı olmuştu. “Cin şişeden çıkmıştı”.

    Fakat, bu cini şişeye geri sokmanın yolu da vardı.

    2013 – 2015 Haziran´ları arasındaki zaman dilimini “parantez”e hapsetmek için, ülke yine her yanında şiddet ve ölüm ile terbiye edildi. Öldürülen Gezi göstericilerine sahip çıkan kitlesel vicdan, peşi sıra gelen ölümler ile duygusal olarak tüketildi, adeta depresyona itildi. Çalışma hayatındaki katliamlar (Soma), kapitalist ulus-devletlerin sınır rejimi nedeniyle göçmenlerin katledilmeleri, patriyarkal düzenin aralıksız kadın cinayetleri, ve en sonunda en depolitize edici, gittikçe bulanıklaşan ve süreklileşen bombalı katliamlar, ve birbiri ardına gelen sokağa çıkma yasakları ve operasyonlar içinde şehir şehir kol gezen ölüm. Türkiye´nin her siyasi çelişkisi artık kesintisiz şiddet ve ölüm ile ifade buluyor.

    Halkına dönük katliamlarla dolu bir tarihi olan ülkeyi fabrika ayarlarına döndürmeye “istikrar” adını verdiler ve işte bu istikrarı yaşıyoruz. Ölümde, katliamda istikrar. Toplumu gerici otoriter parametrelerle “yönetmek” yani tüm yüzü özgürlüğe ve eşitliğe dönük eğilimleri boğmak için aralıksız ölüm ve terör ortamı tesis etmek, toplumun tüm kesimlerini bu ortam içinde siyasetsizleşmiş pozisyonlara hapsetmek… Acı, korku, “kınama”, ve “sağduyu” döngüsü. Başa sar ve tekrarla.

    Şimdi bir devlet ile bir proto-devletin aşırı unsurları milliyetçi çizgide savaşa tutuştu. Şiddet ve ölümün muhattapları içinde karşılıklı olarak sivil-sivil olmayan ayrımının silikleşmesi, aslında egemen sınıf ve emekçi sınıf, yönetenler ile yönetilenler, muktedirler ile mazlumlar arasındaki ayrıma da tecavüz ediyor. Olan, sınıf bilinci ve halkların kardeşliğinin (enternasyonalizmin) zihinlerden kovulmasıdır. Bu gidişattan katliamlar çıkar, iç savaşlar çıkar, “bölünmeler” çıkar, ama bir tarafın beklentisi huzur, diğer tarafın beklentisi özgürleşme çıkmaz. İstikrarlı yani kararlılıkla içinde durulan bir kaos çıkar, çıkıyor.

    Hangi tarafın hangi aktörle kaç kişiyi ne saikle katlettiğine dair analizler giderek anlamını yitiriyor. Olanları ne rasyonel ne duygusal olarak analiz edip işleyememeye, olanları bir karabasan gibi, bir tiksinti hissi ile algılamaya başlıyoruz.

    Peki ne yapılabilir? “Tepki” verme durumu geçerliliğini çoktan yitirdi çünkü yaşanan durum normal yaşamı ara sıra kesintiye uğratan anomaliler değil, yeni “normal”in ta kendisi. Bu yüzden “terörle yaşamaya alışmalıyız” diyorlar. Bize kalıcı olarak böyle bir yaşamı sunuyorlar. Alışmayacağız, kabullenmeyeceğiz.

    Öyleyse artık “tepki vermek”tense tepki verilecek şeyleri sürekli olarak üreten düzeni “toptan süpürüp kurtulmak” üzerine odaklanmalıyız. Fakat yine de bunun için önce şiddet sarmalının tırmanışı durmalı. Ağrı kesiciler yetmiyor ama esas tedavinin koşullarının oluşması için ağrıyı da kesmek gerekiyor. Kitleler olarak, Gezi, öncesi ve sonrasındaki süreç ve geldiğimiz nokta ile de açıkça görüldüğü gibi sadece “koşulların korkunç olması” ile değil, bu hissiyat ancak “daha iyisinin olabileceğine dair umut ve güven” ile birleştiğinde harekete geçebiliyoruz.

    Karşımızdaki, burjuva demokrasisinin son kırıntılarının da tasfiye edileceği tek adam diktatörlüğü yolunda, tüm muhalefet ve protestonun acımasızca kriminalize edilip bastırıldığı kalıcı ve çok yönlü bir baskı rejimidir. Çok yönden ve aralıksız gelen terör, bu rejim için sadece doğum sancısı değil, kronik bir marazdır. Bu kabul edilemez rejimi uygulanabilir kılan ise, bu rejim altında işlemeye devam eden, bütün liberal, demokratik hatta hukuki ve laik değerlere dair yüzeysel iddialarını”gerektiğinde” faşizm lehine bir çırpıda terk eden ve bu rejimden beslenen ise ulusal ve küresel tüm dinamikleriyle kapitalist sistemdir.

    İç ve dış egemen sınıftan, Koçlar veya Sabancılar´dan, ABD veya AB´den, AKP içindeki veya geçmişindeki “hoşnutsuzlar”dan, bu cendereden kurtuluş yönünde kayda değer bir hamle gelmeyecek. Boş hayaller ile avunmayı bırakalım. Sistemin egemenleri içindeki “hoşnutsuzlar” ancak tabandan gelecek bir dalgadan istifade ederek, hatta bundan korkarak, tamamen tasfiye olmamak için “reform”a yönelmeyi denerler. Bu da ancak daha ileri bir dönüşüm ihtimalinin önünü kesmek güdüsüyle gerçekleşir. Yani “devrim” ile korkutmadan “reform” kazanmak da hayaldir.

    Kurtuluş olacaksa bu, tabandan, işçilerden, kadınlardan, gençlerden, özgürlükçü ve kararlı bir sınıf bilinci ile donanmış tüm birey ve topluluklardan gelecek.Özgürlüklerine, emeğine, yaşamına, doğasına sahip çıkan “aşağıdakiler”den gelecek, yani Bursa´nın metal işçilerinden, İstanbul´daki 8 Mart gece yürüyüşünden, Artvin Cerattepe´deki çevreci halktan gelecek. Önümüzdeki dönemde bu yöndeki en küçük adımları, girişimleri bile titizlik ve kıskançlıkla korumaya ve geliştirmeye ihtiyacımız var. Önümüzdeki iş kolay değil. Fakat bu tek yoldur. Diğer yollar, azınlıkların şiddet eylemlerine, giderek ağırlaşan katliamlara ve kitlelerin suskunluğuna çıkar. Yani faşizme.

  17. Gün abi o zaman, Kürt hareketinin “devlet terörü” tezi havada kalıyor. O zaman PKK-Devlet teröründen de bahsedebiliriz. Bunu hemen milliyetçilik olarak etiketlemeyin. HDP’ye oy vermiş biri olarak ben de PKK’nin ve HDP’nin şu anda karşısındayım. %13 alarak Türkiyelilik söylemiyle müthiş bir ivme yakalamışlardı ama kendi bindikleri dalı kestiler bence. Başta sorduğum şeyin geçerlilik payı nedir? Sivilleri hedef alan bir katliamdan yola çıkarak PKK-Devletin elindeki “devlet terörü” sopasının sol veya ilericiler içerisinde bir anlamı kaldığını düşünmüyorum. Çünkü PKK hem “devlet terörü” argümanıyla destek kazandı bugüne kadar. Şimdi böyle bir argümana sarılamazlar bence. Siz de benim gibi mi düşünüyorsunuz?

  18. GIRKÊ LEGÊ – ANF

    Rojava ve Kuzey Suriye Kurucu Meclisi toplantısı, “Birleşik Suriye ortak yaşam ve halkların kardeşliğinin teminatıdır” sloganıyla, Girkê Legê’ye bağlı Rimêlan kasabasında toplandı.

    İşçi Sendikası’nın Toplantı Salonu’nda düzenlenen geniş katılımlı Kurucu Meclis toplantısına Rojava kantonları ile Kuzey Suriye bölgelerinde yaşayan Kürt, Arap, Süryani, Asuri, Türkmen, Ermeni, `Çeçen` halkalrının temsilcileri, El-Şehba, Minbic ve Halep bölgelerinden 200 temsilci katıldı.

    Rojava ve Kuzey Suriye bölgelerinin geleceğinin belirleneceği toplantıya Cizîr kantonu Eşbaşkanları Şêx Himêdî Deham El-Hadî ve Hediye Yûsif, Demokratik Özerklik yönetimi Cizîr, Kobane ve Efrîn katonları yöneticileri ile Demokratik Suriye Meclisi üyeleri, Girê Spî özyönetimi, Demokratik Suriye Güçleri (QSD) temsilcileri, YPG/YPJ, TEV-DEM, Kadın ve gençlik örgütleri temsilcileri de katılım sağladı.

    Toplantı saygı duruşuyla başlarken, açılış konuşması ise Cizîr Kantonu Eş Başkanı Şêx Himêdî Deham tarafından yapıldı. Girê Spî Özyönetimi Eş Başkanı Mensûr Selûm da katılımcıları selamladı.

    HALEPÇE ANILDI

    Toplantıyı idare edecek divan seçiminin ardından Asuri, Ermeni, Süryani, Türkmen, Arap, Kürt, halk temsilcileri ile Ezidi, Alevi inançlarının temsilcileri Halepçe Katliamı’nı andı.
    (dikkat cekici bir ayrinti rojavada çeçen halklarinin temsilcileri?)

  19. Gün ,1930 model otomobil gibisin,antika müzeye kayıt yapsan

  20. Tabii ki Türk devletinin terörü en başta geliyor, fakat PKK de özellikle son eylemleriyle bu devlet terörüne eklemlenmiş bulunuyor. Dolayısıyla akp-pkk teröründen söz edebiliriz. Yalnız burada dikkatli bir ayrım yapmak gerekir. Kürt bölgelerinde Türk devlet terörüne karşı direnmek esastır. Bir de Suriye’deki ypg’yi pkk terörüyle birleştirme çabalarına (ki bunu en çok akp basını yapıyor) karşı durmak gerekir. ypg bugüne kadar esasen doğru bir çizgi izlemiştir. öte yandan, pkk’nin münasebetsizliklerine karşı mücadelede özgürlük bayrağını daima yüksek tutmak gerekir. Örneğin üç akademisyenin tutuklanmasına ve RTE’nin terör suçunu “silahsız terör” diyerek her türlü düşünceye yayma tutumuna karşı şiddetle mücadele etmeliyiz.

  21. Olur. Nereye başvurmam gerekiyor?

  22. sanirim ypg sam ile ittifaki bozmaya niyetli:)

  23. ilginç. Rusya’yla mı ittifakı sürdürecek.

  24. sayın zileli,

    saatlerce zaman ayırıp, yazılar yazıyorsunuz. yazılarınızı içeriği, niteliği bir tarafa; siz nasıl geçiniyorsunuz? ihtiyaçlarınızı nasıl karşılıyorsunuz? yoksa aileden zenginsiniz de kira gelirleriyle falan mı yaşıyorsunuz? sadece merak ettiğim için soruyorum.

  25. Abi analizleri güzelde benim kafama takılan şu;Bu barış süreci en başından itibaren bir hikayeydi.Çünkü bu barış sürecinde pkk şehirlere yığnak yapıp yollara bomba döşedi ve devlette bütün bunlara göz yumdu.İki tarafında başından samimi olmadığı buradan belli oluyor..PKK diyelim Suriye’de olanları okuyarak bu işi başından planladı peki devlet neden buna göz yumdu??

  26. Devlet de eli boş durmadı. Durmadan kalekol inşa etti mesela. Yani iki taraf da birbirine güvensizdi. Devletin bu duruma göz yumması diye bir şey yok. Fakat eli mahkûmdu. Çünkü büyük bir oyuna girmişti. Oyunu yarıda bozamazdı. Göz yumdu demeyelim de katlandı ve kendisi de savaş durumuna göre hazırlık yaptı.

  27. hiçbir malım mülküm yok. İngiltere’den ayda 650 tl bağlanmış bir gelirim var. Kitap telifleri yılda ortalama 2000 tl’yi ancak bulur. Eşim de işsiz üstelik. Neyse ki arkadaşlarımız var. Onlar yardım ediyorlar. Kısacası, mal beyanım 🙂 bundan ibaret.

  28. Bu kadar güzel bir yazı okumadım son zamanlarda.elinize ve dilinize sağlık..

  29. 650 tl maas Ingiltereden , himmm bende diyordum Zileli kimin ajani. Iste kendi söyluyor:)

  30. HDP’ye ve genel olarak seçimlere ilişkin söylediklerinde hatalı olduğunuzu düşündüğüm nokta bu yazıya da bulaşmış durumda bence. Kürt hareketi için HDP bir stratejinin ürünüydü, Türkiye’de kazanım elde etmek için legal parlamenter yolları zorladılar. Ancak hiçbir zaman tek seçenek yoktu. Barış sürecinde de silahlı güçlerini, hatta arttırdılar. Çünkü devleti tanıyorlardı. Ancak siz dahil Türkiye’deki solcuların ve anarşistlerin büyük bir kısmı için HDP içinde/etrafında siyaset yapmak toplumsal karşılığı olan keyifli bir uğraştı. Devlet savaşı başlatınca PKK buna göre hazırlığını yaptığı için karşılık verdi, devlet bu karşılığa katliamla yanıt verdi, PKK de katliamı katlimla cevapladı. Kürt hareketi ilkesiz ve pragmatik ama kendi amaçları için taktik ve stratejilere sahip, Türkiye solcuları ve anarşistlerinin büyük bir kısmı ise hem ilkeden, hem de strateji ve taktik bir hattan yoksun kanımca. Şu an HDP işlevsizleşince sudan çıkmış balığa dönmüş olmaları bundan. Aşağıdaki yazıyı dikkatinize sunarım.

    Saygılar

    http://www.servetdusmani.org/yerin-dibine-batsin/

  31. “Kısacası, mal beyanım 🙂 bundan ibaret.”

    Bir Karadenizli arakadasim, “Dunya yansa, bir bag otlugum yanmaz” derdi [‘bir bag otluk’ = ‘bir saman balyasi’]..

  32. akp karşısında çaresizlik içinde dediğin kesim %20’lik kemalist orta sınıflar ki onlar da terörle mücadele üzerinden akp’ye yanaşıyorlar ve geleneksel devlet rejimine eklemleniyorlar. eylem yerlerinde canlı bombalar patlarken bu kesim gezi’deki gibi sokağa çıkmaz artık. ülkenin en büyük kesimini oluşturan kent yoksulları ve lümpen proleterler fanatik akp, mhp destekçisi. akp’yi devirecek bir toplumsal kesim yok bu ülkede. bir kaç yüz kişilik marjinal entelektüelin protestosuna bakıp akp gidici diyorsun. kim götürecek akp’yi?

  33. ypg rejimle kopruleri atarmi rusya abd bati ozerklik federasyon. istikrarsiz ittifaklar. guvensizlikler cografyasinda pyd kurt hareketinin ilk firsatta bozacagi ittifak Esad rejimidir, bunu hep haykirdilar biz en anti Esad ciyiz aslinda diye, akillari sira rojava kobane de ortaya cikan sempatiyi, ve abd nezdinde tek guvenilebilir suriye muhalefeti olmayi, federasyona Dogru likidite etmeye calisiyorlar, abd nin turkiyeyi uzmemek icin suriyenin kuzeyinde kurt otonomisini istemiyoruz demesine ragmen. oturmamis taslar, ne koparirim diyor pyd, masada iki oyuncu goruyor, abd ve rusya, Esad rejimi onlar icin zaten gecici ittifakti, son tahlilde abd bati yi tercih ederler rusya da gelecek görmezler. barzani olgusu var, abd turkiyeye kazik atiyor olabilir, taslar oturmamistir, ama oturdugunda pyd mutlak ve mutlak batinin yaninda batidan en fazlasini alarak yeralmak isteyecektir. guclerini abartiyorlar.abd nin karti suriye kurtlerini barzani semsiyesi altina sokmak, zaten pyd nin bazi temsilcileri simdiden kucuk bir ozerk bolgeye razi olabileceklerini ifade ediyorlar, rojava devriminin sonu budur iste.

  34. özgürlükçü

    Sitede çözüm süreci konusunda çok yanlış okumalar var
    çözüm süreci denen olayı akp hükümet devlet başlatmamıştır kürt özgürlük hareketinin stratejik hamlesidir bence pkk kendinden çok dayandığı taban ve kürt halkının barış ve demokratik siyaset talebine pkk olumlu cevap verip newrozda açıklamayla başlatılmıştır devlet-iktidar hem süreç içinde pkk hakkında bilmedikleri istihbari bilgilere ulaşmak hemde siyasi konjoktürde çözüm sürecini kabül eder görünüp gerekli stratejik bilgilere ulaşınca pkk ve kürt siyasi birikimi komple imha konsepti için kullanmış içerde dışarda pkk nin fiziken imhası için alt yapı oluşturmuştur.
    Hesap edemediği içerde bu imha konseptinde polis jandarma özel harekat yeterli olmayıp tsk nın tankı topu helikopteri uçağına ihtiyaç duyup şehirleri lübnana çevirmek suretiyle fransanın cezayirde düştüğü işkalci kolonyal emperyal sömürgeci durumuna düşmüştür.
    Bundan sonra devletin kürdistanda militer gücüyle kontrol sağlayıp kalıcı olması mümkün değildir
    Kürtler halk olarak kendini temsil edecek organizasyonlarla bu saldırılarla baş edebilmesi ezilen ulus olarak kendi olabilmeleri insanlığın 19.yüzyılda başardığını bu gün başarması büyük ihtimaldir.Bu pozisyonun önündeki her türlü engelin bu gün insanlık ve halkların biriktirdiği evrensel değerlerde gericilikten başka bir anlamı varsa kolonyalizmi savunmak olabilir?????

  35. Murat yetkin okumanizi tavsiye ederim Adam turk cia si etki ajani gibi neredeyse yalvariyor gercekler degissin Ankara katliamlarini muhaberat yapmis olsun pkk pyd akp barissin samda namaz kilinsin diye, guvendigi kaynaklara gore bir onceki TAK saldirisini TAK ustlenmden once muhaberatin yaptigini bile yazdi. alcaklikta sinir yok. tavsiye ederim Murat Yetkin okuyunuz arzu edilenin Romantik yazicisini bulurusunuz.

  36. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 20 ülkeden oluşan ve Suudi Arabistan’ın öncülük ettiği İslam Ordusu’nun 3 hafta süren ‘Kuzeyin Gök Gürültüsü/Ra’d üş Şimal’ tatbikatından haberiniz yok galiba Gün Zileli. Bu komutanlar neden AKP’yi devirmek istesinler ki?

    http://ilerihaber.org/icerik/tsk-suudi-komutasinda-laikligin-bekcisi-seriatci-suudilere-parali-asker-oldu-51923.html

  37. Halklarin birlesik devrimci hareketi iddia edildigi gibi akp rejimini yikmak icin degil, Esad rejimini yikmak isteyen kafa kesen adamlara karsi daha desteklenebilir bir ittifak muhalefet ihtiyacindan dogdu , yasam gösterecek. 1980 den beri eylem yapmamis mlspb bile rojavada silah kusandi,

  38. istikrarsiz ittifaklarin boyverdigi siyasi zeminde buyuk guce kendi kullanisliliklarini daha pahaliya satmak isteyen iki guc, amerikan disislerinde ortadogu masasinda olmak istemezdim. 🙂 kaybeden kürt halki olacak.

  39. rusya nin suriyeden guc cekmesi federasyon ilani es zamanli, pis isler bunlar pis rol almamak ama anlamak ihtiyaci, Zileliye katilmadigim noktalar ; selo bastan masum degildi, rolunu abartti, pyd masum degildir.

  40. pyd nin icinde bulundugu kurucu mecliste çeçen halkinin temsilcileri? suriyede çeçen halki?

  41. Putin destekledigi PYD ye kapan kurmus olabilirmi, , ben suriyeden cekiliyorum dedigi gunun ertesinde Esad in adamlarini tutukla, cecen halkinin suriyedeki temsilcilerinden bahset. hersey cok hizli cok.

  42. dunyanin gözünün icine baka baka sirk sergiliyorlar, Triumpf , Hillary Killing-ton un, neo con saldirganlarinin adayi Hilary nin baskan yapilmasinin en garantili biletidir, islam dunyasindaki laik rejimleri ortadan kaldiran american neo con larinin en gozu donmus Hillary si simdiden baskandir.

  43. Erdoğan’ın Darbesi Nasıl Engellenebilir?

    Siyasi mücadelede verili andaki acil görevin; bu göreve uygun güçlerin ve mücadele biçimlerinin doğru olarak tanımlanması hayati önem taşır.
    7 Haziran seçimlerinden beri, artık sorunun “Barış Süreci”, “Kürt Sorunu’nun çözümü”; “Demokratik Anayasa” vs. olmaktan çıktığını; yakalanması gereken ana halkanın; Erdoğan’ın ve darbesinin engellenmesi; Erdoğan’dan kurtulmak için en geniş güçleri bir araya getirmek olduğunu yazıyoruz.
    Örneğin Geçen sene 27 Ekim’de şunları yazıyorduk:
    “Kuran’ın Ali İmran Suresi’nin 185’inci ayetinde ve bazı mezarlıklarda “Her canlı ölümü tadacaktır.” diye yazar.
    Türkiye’de ve hatta Ortadoğu’da yaşayan herkes “Erdoğan’dan nasıl kurtuluruz” sorusuyla karşılaşacaktır. (…)

    Erdoğan bugün baş sorundur, dolayısıyla baş hedef Erdoğan olmalıdır. Çünkü AK Parti, hükümet, başbakan, bakanlar vs. hepsi Erdoğan’ın fiili darbe rejiminin basit avadanlıklarıdır. Onları hedef almak, hem hedef şaşırtmaktır; hem de bir hedefte birleşecekleri dağıtır ve azaltır. Daha fazla hedef, daha sağlam bir birlik ve birleşeceklerin daha büyük bir niceliği anlamına gelmemektedir. En geniş ve sağlam bir birlik Erdoğan’ın #istifa’sı hedefi etrafında sağlanabilir. Sadece Erdoğan’ı hedef almak onu yedek olarak kullandıklarından tecrit edebilir.”
    14 Ekim’de şöyle yazıyorduk:
    “Türkiye’deki tüm sorunların kökü Erdoğan’dır.
    Kürtlerle savaş, onun başkanlık ihtirası için başlamıştır; Suriye’de milyonlarca insanın düştüğü durum onun emperyal hayallerinin bir ürünüdür. Yolsuzluk, katliam… Medya operasyonları, yargıya müdahale, delil karartma ve saymakla bitiremeyeceğimiz icraatlar…
    Erdoğan’ı demokratik yollarla saraydan def etmeden Türkiye’deki hiçbir sorun çözülemez!
    Erdoğan’ı seçimler yoluyla gönderebileceğimizi sananlar sahte hayaller yayarak Erdoğan’a zaman kazandırıyor. Ancak Erdoğan için başkanlık ve hesap verme arasında üçüncü bir seçenek yoktur. Dolayısıyla kendisinden “milli irade”ye saygı duyması beklenemez. Erdoğan orada olduğu müddetçe seçimlerin olacağının veya olsa dahi bunun adil olacağının garantisi yoktur. Seçimde yenilirse, bunu kabul edeceğinin de…”
    Ankara katliamından sonra şöyle yazmıştık 10 Ekim’de:
    “Aylardır defalarca yazdık ve yazıyoruz. Erdoğan için geri dönüş yoktur, en kanlı güçlerle ittifak içindedir ve her şeyi yapacaktır. Seçimler olacakmışçasına seçimlere odaklı politika yanlıştır. Hemen şu an Erdoğan’a karşı kitle direnişleri örgütlenmelidir.
    Maalesef bunlar uzayın sağır boşluklarında kaybolup gidiyor.”
    Ankara katliamından önce, “Erdoğan Nasıl Gitmez, Nasıl Gider, Nasıl Gitmeli?” başlıklı yazıda şunlar deniyordu:
    “Halkın dediği gibi, “bu dünya Sultan Süleyman’a kalmamış, elbet Erdoğan’a da kalmaz”. Elbet bir gün gidecektir.
    Bir Çin atasözü, “bir nehrin kenarında uzun zaman durursanız, bütün düşmanlarınızın cenazelerinin önünüzden birer birer geçtiğini görürsünüz” der. Elbet bir gün Erdoğan’ın cenazesi de yeterince uzun yaşayanların önünden geçecektir.
    Son zamanlarda neredeyse bütün yazarların ve Facebook yorumcularının, korkularını bastırmak için, karanlıkta ıslık çalarca tekrarladıkları gibi sonunda “demokrasi kazanacaktır.”
    Elbet Erdoğan gidecektir ve bu günler de geçecektir.
    Ama yine halkın dediği gibi “elbet geçer ama deler de geçer”.”
    19 Ağustos’ta “Ne Yapacağını Bilen ve Kararlı Erdoğan, CHP ve HDP ile Kedinin Fare ile Oynadığı Gibi Oynuyor” başlıklı yazıda şöyle yazıyorduk:
    “Erdoğan ne yapacağını biliyor: hiçbir şekilde; ne olursa olsun açıkça el koyduğunu söylediği fiili başkanlık mevkiini-mevziini terk etmemek.
    Çünkü bir tek geri adımı; en küçük bir zaaf belirtisi bile, hem uluslararası mahkemelere hem de Türkiye’deki mahkemelere sanık olarak çıkmakla sonuçlanacak bir düşüşün ve gerileyişin yolunu açacaktır.
    Bu akıbeti engellemek için HER ŞEYİ yapmaya hazırdır.
    Bu tespiti yapmayan, bugün Türkiye’de politika yapamaz.
    Bu tespiti yapan da Türkiye’deki en acil sorunun Erdoğan olduğunu; Erdoğan’ın fiili darbesine son vermek olduğunu görür ve acil hedef ve politikalarını buna göre belirler.”
    Bundan bir gün önce 18 Ağustos’ta “HDP ve CHP’ye Çağrı: Erdoğan Nasıl Durdurulabilir?” başlıklı yazıda şunları yazıyorduk:
    “Dünkü yazımızda, İsyanın temel kuralı “hücum, hücum, hücumdur” diye yazmış; isyanla oynamanın tehlikelerinden söz etmiştik.
    Bu devlete ve sisteme isyan etmesi gerekenler savaş ve politika sanatının bu kuralına ve derslerine aldırış etmeden oyun oynuyorlar
    Ama Erdoğan, devletin başında, başında olduğu devletin anayasasına ve yapısına fiilen isyan etmiş olarak, darbe yaptığını açıkça söyleyerek; tam da bu kuralı uyguluyor ve kendi açısından başarıdan başarıya koşuyor.
    Ona başarıyı, karşısındakilerin kararsızlığı ve korkaklığı hediye ediyor.
    Erdoğan son derece dar görüşlü, yeteneksiz ve kifayetsiz bir politikacıdır.
    Tek bir özelliği vardır.
    Karşısındakileri kararsız durumda bırakacak taktik hamleler yapmak ve son derece kararlı olarak sürekli saldırmak.
    Erdoğan bugün hala bulunduğu yerde duruyorsa bunun en büyük suçluları kararlı bir mücadele yürütmeyen HDP ve CHP’dir.”
    Geriye doğru oynayan bir film gibi sunulan bu örnekler bir fikir verir.
    Kimileri buna “Erdoğan değişse ne olur, Erdoğan’ı hedef olarak koymak yanlıştır” diye itirazlar ettiler; kimileri ise hala “Barış Sürecine dönüş” diyerek eski acil görev çizgisinde kaldılar.
    Bugün neredeyse bir yıla yakın zaman geçtikten sonra acil görev, yakalanacak ana halka belirlememizin ne kadar doğru ve hayati olduğu görülmüş olmalıdır.
    (Örneğin Cemil Bayık’ın dün gazetelerde yer alan sözleri sonunda PKK yöneticilerinin bile öz yönetim gibi hayalleri bırakıp bu noktaya gelmek zorunda olduklarını gösteriyordu. Ama mantık sonuçlarıyla ve tüm kapsamıyla değil. Oraya sonra geleceğiz.)
    *
    Ne var ki, Erdoğan’ın darbesini durdurabilmek için olmazsa olmaz olan en büyük iki güç, CHP ve HDP, hala bu görev belirlemesini yapmadığı gibi buna uygun da davranmamaktadırlar.
    Ortada fiili bir darbe rejimi vardır ve bu önerme doğru ise buna uygun davranış gerekir. CHP ve HDP Erdoğan’a karşı amansız ve direk bir mücadeleye girmelidirler.
    Erdoğan’ın darbesi birkaç gündür yeni ve nihai bir aşamaya ulaşmış bulunmaktadır.
    Bu yeni saldırı başarı kazandığı takdirde, Erdoğan’ın diktasını engelleyecek hiç bir direniş mevzii kalmayacaktır.
    Ve durumda bir süre sonra da herkes, denize düşenin yılana sarılması gibi, Mısır’daki gibi bir darbeyi, son kurtarıcı olarak ordudan bekler hale gelecektir.
    Ordu da zaten kendinin sırasını bekliyor ve Erdoğan’ın önünü açarak bir taşta iki kuş vuruyor. Bir yandan Kürt hareketini ve demokratik muhalefeti Erdoğan’a ezdirmeye çalışıyor; Erdoğan’a kestaneleri ateşten çıkartıyor; bir yandan tam da bu nedenle Erdoğan’ın uzun vadede gerçekleşecek tecridinin meyvelerini toplamaya; bir kurtarıcı gibi gelmeye hazırlanıyor.
    Şu an Ülke Erdoğan’ın; Erdoğan Ergenekon’un, Ergenekon Ordu’nun elinde rehindir.
    *
    Erdoğan fiilen tüm fikir hürriyetini ayaklar altına alan “terörün tanımını yeniden yapalım” sözlerinin daha mürekkebi kurumadan ve daha ortada yasa bile yokken gerçekleşen şu üç gelişmeye bakalım.
    · Akademisyenler bildirisinin ve barış isteminin arkasında durduklarını söyleyen üç akademisyen tutuklandı.
    · Bir yabancı akademisyen HDP’nin Newroz davetiyesi çantasında bulunduğu için Polis tarafından gözaltına alınarak, emniyette gecelemeye zorlandı. (Şu an gelen bir habere göre sınır dışı edilecekmiş)
    · Bu sabah, Özgür Hukukçular Derneğinden sekiz avukat evlerine baskın yapılarak gözaltına alındı.
    Bütün bunlar Erdoğan’ın zamana yayılmış darbesinde bir yeni evreye girildiğinin; bir nitelik değişikliğinin ifadesidir.
    *
    Eğer Erdoğan’ın bu saldırısı bu noktada durdurulamaz ve püskürtülemez ise, bundan sonra Erdoğan’a karşı olan herkes artık tehdit altında olacaktır. Tüm muhalifler tutuklanabilecek ve tüm toplum sindirilebilecektir.
    Bu notada yapılacak tek bir şey vardır. Erdoğan’ın darbesini durdurabilmek için en geniş güçleri bir araya getirmek. Yok Kemalist’miş, yok Cemaatçiymiş, yok Bölücüymüş gibi hiçbir ayrım yapmadan. Kim gelirse gelsin en geniş cepheyi kurmak gerekiyor.
    Unutmayalım Erdoğan’ın bu darbesi, mutatis mutandis, Hitler’in 1933’de hükümeti kurduktan sonra yaptıklarının birebir benzeridir.
    Hitlerin muadili Erdoğan’dır.
    O zamanın intihar politikası izleyen Üçüncü Enternasyonal ve Alman komünist Partisi’nin yerini bugün PKK ve HDP almış.
    O zamanın Alman Sosyal Demokratlarının yerinde CHP var.
    Hitler’e başbakanlığı bahşeden Prusya ordusunun dengesi Hindenburg’un muadilleri ise, Ordu’nun sivil temsilcileri Bahçeli ve Baykal’lar.
    *
    Şu an bu darbeyi göğüsleyebilmek ve püskürtebilmek için hala mümkündür.
    Dün tutuklanan üç akademisyenin haklarını ve özgürlüklerini savunmak gerekiyor
    Bunu genel bir programatik çizgi olarak şöyle tanımlayabiliriz.
    Fikrin hiçbir şekilde suç olmaması; fikre karşı fikirden başka bir mücadele yöntemini kesinlikle reddedilmesi; fikirlere karşı idari ve hukuki baskılarla mücadele edilmemesi; devletin görevinin fikri fikirle değil idari ve hukuki baskılarla engellemeyi engellemek olması.
    Böyle bir çizgi, en geniş güçleri bir araya getirebilecek, bir toparlanma sağlayabilecek; Erdoğan’ın saldırısını durdurabilecek iyi ve sağlam bir mevzi sunar.
    Bu mevzie yerleşip, burada tüm güçleri toparlayarak; hiçbir geri adım atmadan ölümüne bir mücadeleye girmek gerekmektedir.
    Bu noktada gerekli kararlılık gösterilemez ve gerekeli güçler toparlanamazsa, bundan sonra çok uzun bir yenilgi ve ricat dönemi; hatta tam bir bozgun dönemi gelecektir.
    O halde, şu an bu üç akademisyeni bayrak yaparak, onların işlediği suçu işleyerek ve Erdoğan’ı ya binlerce kişiyi de tutuklamak; ya da bu akademisyenleri de serbest bırakmak zorunda bırakarak Erdoğan’ın saldırışına karşı siperlere geçmek gerekmektedir.
    Tüm akademisyenler, aydınlar, yazarlar bu bildiriyi aynen benimseme suçunu işleyerek bir sivil itaatsizlik hareketi başlatmalıdırlar.
    Bildirinin içeriğine katılıp katılama sorunu değildir bu. Bu bir fikir özgürlüğünü savunma sorunudur. Bir sivil itaatsizlik eylemidir. Bildirinin içeriğine katılmasa da insan bunu yapabilir ve yapmalıdır.
    Bunun yanı sıra sosyal medya aracılığıyla herkese de binlerce ve milyonlarca insana da aynı suçu işleme ve kendini ihbar etme eylemi çağrısı yapılmalıdır.
    Sedat Peker’ler oluk oluk kanımızı akıtmadan, Türkiye’nin her yanında insanlar oluk oluk aynı “suçu” işlemeye akmalıdırlar.
    Bunların yanı sıra CHP ve HDP şu andan itibaren Erdoğan’ın başında bulunduğu bu günkü rejimi yasa dışı ilen edip, hükümeti Erdoğan’a karşı tavır almaya; Erdoğan’ı oradan çıkartıp, Çankaya köşküne taşınmaya zorlamaya çağırmalıdırlar. Böyle kararlı bir tavır Ak Parti’de de muhalefete cesaret verir.
    Çünkü Kaç-ak saray bir bina değil; başkalık sistemine uygun bir örgüt ve yapıdır. Yasa dışı ve fiili bir darbe merkezidir.
    HDP dokunulmazlıklar kalksa da Mecliste kalacağız gibi kararsız ve anlamsız politikaları bırakıp; derhal, bir temkinin bile dokunulmazlığının kaldırılması halinde hepsinin meclisten çekileceklerini ilan etmelidir. CHP’yi de böyle davranmaya çağırmalıdır.
    CHP ve HDP Erdoğan’a ve darbesine karşı açık bir mücadeleye girmelidirler. Darbecilere karşı kararlı ve uzlaşmaz olmak çok önemlidir.
    *
    Ve nihayet PKK’ya da birkaç söz.
    Cemil Bayık, aylar sonra aşırı “sol”dan aşırı sağa sıçramış bulunuyor.
    Önce adı konulmamış bir isyan çizgisinden, Gül ve Arınç’ın muhalefetlerine bel bağlar duruma gelmişti.
    Şimdi de Haziran’dan beri yazdığımız ve yazının başında aktardığımız tespite gelmiş, temel hedeflerinin Erdoğan’ı devirmek olduğunu söylemiş.
    “Zararın neresinden dönülse kardır” diyemiyoruz.
    Önceki “Sol” çizgi bile nasıl saçmalıklarla ve tutarsızlıklarla doluyduysa; bu “sağ” çizgi de aynı zaaflarla malul.
    Erdoğan’ı devirmek esas hedefse bunun için dağlarda veya şehirlerde gerilla savaşı gerekmez.
    Erdoğan’ı devirmek askeri yöntemlerle olmaz. “Bundan sonra her yer savaş alanıdır” demekle ve fiilen öyle yapmakla, Erdoğan devrilmez.
    Erdoğan ancak en geniş toplumsal güçler bir araya getirilerek bulunduğu noktadan uzaklaştırılabilir.
    Ve bu güçlerin her birinin ayrı bir yoğurt yiyişi vardır.
    Bütün bunları birleştirecek örgüt ve mücadele biçimleri gerekir.
    Erdoğan ancak kitlesel sivil direnişle durdurulabilir.
    Sorun askeri değil, toplumsal güçlerin konumlanışı sorunudur.
    O halde PKK gerçekten Erdoğan’ı devirmek istiyorsa, derhal tek taraflı ateşkes ilan etmeli; çatışmadan kaçınmalı; TAK ve benzerlerinin yaptığı eylemleri ret ve mahkûm etmelidir.
    Ancak böyle bir politik hamle, demokratik muhalefetin tekrar toparlanabilmesi ve Erdoğan’ın tecrit edilebilmesi için gerekli koşulları sağlayabilir
    Ayrıca bunun olabileceğini de daha önce gördük.
    Ortada harika iki deney ve örnek de var: Gezi ve 7 Haziran.
    Öcalan’ın 2013’deki Newroz mesajı ve ateşkesten birkaç ay sonra Haziran başında Gezi direnişi başlamıştı.
    PKK da çatışmadan kaçarak 7 Haziran zaferine zemin hazırlamıştı.
    PKK bu çizgiyi bıraktığından beri, Erdoğan mevzi üstüne mevzi kazanıyor.
    Evet, Erdoğan’ı durdurmak mümkündür.
    PKK eğer Erdoğan’a karşı mücadele etmek, onu durdurmak hedefinde gerçekten samimiyse, bunun askeri araçlarla olamayacağını anlamalıdır.
    PKK’nın yapacağı tek şey hiçbir şey yapmamak olabilir.
    Tek taraflı ateşkes, çatışmadan kaçma ve şehirlerdeki bombalamaları mahkûm edip reddetme.
    Sinoplu “kelbiyun” Diyojen’in Atatürk’ün hemşehrisi Makedonyalı, Kuran’ın “Zulgarneyn” (Çift boynuzlu)dediği İskender’e söylediği gibi, eğer Erdoğan’a karşı mücadeleye destek olmak istiyorsan, “güneşime engel olma aşka ihsan istemez!”.
    Demir Küçükaydın
    http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2016/03/erdogann-darbesi-nasl-engellenebilir.html

  44. Özgürlükçü’ye kısmen katılıyorum. PKK’nin yaptıklarına karşı çıkarken dikkatli olunmalı, devlet ve devletçilerin eline koz verecek “terör” ifadesini kullanmaktan kaçınılmalı. Faşist devletin sesi Doğan holding medyasının yaptığı gibi mesela. PKK’ye terörist demekle kalmayıp HDP’li milletvekillerine terör destekçisi diyerek RTE’nin terörle mücadele terörüne ortak oluyor. Şu ifadeler Hürriyet varakparesinin bir haberinden;

    ‘İzinde’ymiş!

    Diyarbakır’ın sokağa çıkma yasağının devam eden Sur ilçesinde güvenlik güçleri ile girdiği çatışmada öldürülen terör örgütü PKK’nın sözde Sur sorumlusu ‘Çiyager’ kod adlı Cihat Türkan’ın cenaze törenine HDP Batman Milletvekili Mehmet Ali Aslan ile HDP Siirt Milletvekili Besime Konca da katıldı.

    Türkan’ın cenazesi, dün Batman’a getirildi. Batman Belediyesi Asri Mezarlığı’ndaki cenaze töreninde tabuta, terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’ın fotoğrafları asıldı. Törende bir konuşma yapan Aslan, teröristleri överek şunları söyledi:

    “Şu anda konuşmakta zorluk çekiyoruz, çünkü maalesef çocuklarımızı yakıyorlar, infaz ediyorlar. Dün iki kadın arkadaşımızı katlettiler, her türlü ahlaksızlığı, vicdansızlığı halka yapıyorlar. Buna rağmen şehitlerin annesi, babası yine de ‘son şehitler olsun’ diyor, ‘son ölenler olsun’ diyor. Öldürüldükçe barış diyoruz ama bunlar daha çok üstümüze geliyor, daha çok katlediyorlar. Yaptıkları dinle, vicdanla, ahlakla ve kanunla hiçbir alakası yoktur. Biz bu direnişi gösteren gençlerimizle, halkımızla gurur duyuyoruz.” Daha sonra Kürtçe konuşan Konca da “Biz şehidimizi yaşatacağız. Onun yolunda yürüyeceğiz” diye konuştu.

    Türkan’ın güvenlik güçlerine pusu, silahlı ve bombalı saldırı düzenleme ve adam kaçırma eylemlerine katıldığı belirtiliyor.

    http://www.hurriyet.com.tr/izindeymis-40070715

  45. yurt dışında yaşayan ve herhangi bir geliri olmayan vatandaşlarına böyle cüzi bir şey bağlıyorlarmış. Onu da iki yıl önce bir arkadaşımdan öğrendim de başvurdum. İsviçre ajanı olduğum da rivayet olunur 🙂

  46. Elbette bir sosyal hareketliliğin ardından. Nisan veya Mayıs’ta çıkacak Çanlar adlı romanım bunu konu alıyor. Bu reklamı da bu arada yapmış olayım 🙂

  47. ben öyle bir şey mi dedim. O ordu Batı ile de çatışma halinde.

  48. Tetikçi Hürriyet paçavrasının diline başka bir örnek;
    http://www.hurriyet.com.tr/belcika-zirve-oncesi-teror-orgutu-pkkya-cadir-kurma-izni-verdi-40070905
    Bu haberin anasayfadaki manşeti;
    Avrupa’nın kalbinde PKK çadırı
    HAİNLERE İZİN VERDİLER

  49. Gün Zileli’nin yazısı idealist kurgular ve burjuva önyargılarla dolu. Öncelikle savaş tam da budur işte. Taraflar birbirlerinin askeri ve sivil hedeflerini vurarak karşıdakini yıldırmaya çalışır. Nükleer, kimyasal kullanmama, sivilleri hedef almama gibi burjuva dünyanın koyduğu kurallara şimdiye kadar hangi savaşta uyulmuş bana bir örnek gösterin! Savaşlarda filler tepişir çimenler ezilir. Bundan ötürü Kürt Sorununa son verecek bir barışı savunmuyor muyuz?
    Silahlı bir güç egemenlik sahasını oluşturmadan, orada ekonomiyi ve sosyal yaşamı örgütleyen bir aygıt haline gelmeden nasıl devlet olarak adlandırılır? Tümden saçmalık!
    Ulusal hareketler özünde burjuva hareketlerdir. Kendi kaderini tayin hakkı demokratik bir hak olduğu için desteklenir. Başını çeken silahlı örgütü desteklemek kapitalizme karşı olanların zaten işi değildir. Acil görev açıktır. Sur ve Cizreyi yıkanların, halkları savaş felaketine sürükleyen Erdoğan kliğinin teşhir edilmesi. Bunun ötesi karşılığı olmayan tavsiyecilik alanına girer. Siyaseten faydasızdır

  50. Gün Zileli’nin bu yazisini Facebook ‘ta paylastim. Yillarca Pkk’ye, Öcalana’ sempatiyle bakan bir Dersimli olarak sunu diyebilirim; Gün Zilel’nin Kürt hareketine elestirisi fazla degil, eksik bile… Düsününki Öcalan bu devletin tutsagiyken, icerden KCK yi kuruyor, savas ve barisa karar veriyor, hala bir tutsak iken devletin elinde bunlari yapabiliyor.. Bu nasil mümkün oluyor? Pkk bizum bildigimiz o eski Pkk mi? Komik olmayin, girin Öcalanin videolarina bakin, savunmalarini okuyun… Kürtlerin destekledigi lideri görün…Kimin eli kimin cebinde belli degil. Pkk coktan miadini doldurmus. Lagvedilmeli…

  51. Bombalar patlarken nasıl bir sosyal hareketlilik olabilir ki? Siz bile kızınız ve torununuz için endişe ediyorsunuzdur.
    Ankara garında canlı bomba patladı 100 kişi hayatını kaybetti, HDP bile can güvenliği olmadığı için kitlesel eylem yapmamaya başladı. Gezi ile alakası olmayan bu yeni konjonktürde neyin sosyal hareketliliğini bekliyorsunuz, anlamak mümkün değil.
    Devletin ve yabancı istihbarat servislerinin elinde ışid ve pkk gibi iki kullanışlı terör örgütü olduğu sürece sosyal hareketlilikler üzerinde her türlü provokasyon denenir. Bu durumda da cılız bir iki romantik çıkış dışında kitlesel bir kalkışma olmaz.
    Gezi’deki ve 7 haziran seçimleri öncesindeki konjonktür ile bugünkü politik toplumsal koşulları bir tutuyorsunuz. Sizin gibi kurt bir siyasetçi nasıl böyle bir hataya düşebiliyor?

  52. türkiye sosyalist ve sol hareket pkk ve hdp nin bundan sonra bir kendilerine göre hareket oldunu kabul edip yani kürt ulusun cikarlarici
    hareket edikleri ve türkiye halkina pek düsünmeyeceni anlayip kendi iradesini koymazi zorunda.
    bizler kürt halkin kendi kaderi tayin edmesini savunmaliyiz ve yapiyoruz ama artik kendi cizgimizi ortaya koymaliyiz,hdp
    bizim arzu ve isteklerimize karslik vermeyecektir.
    buna kabul edmek zorundayiz ,türkiye halkarina ancak bizler barisi ve özgürlükleri getirebiliriz baskalarindan medet unmayi birakmamiz gerek !
    ne pkk ve ne hdp artik dönmez bu savastan dönmeceklerine göre bizim artik baristan ve kardeslikten yana politiklar üretmeliyiz,levent tüzel in durumunu görün hdpde…..tek bakanlik kabul edmeti icin yok oldu.

  53. bugün için dedikleriniz doğru. Fakat toplumların neye gebe olduğu hiç belli olmaz. Aniden atmosfer tamamen değişebilir. Hatta genellikle böyle olur.

  54. 13 Mart katliamını lanetliyoruz!

    13 Mart günü Ankara Kızılay’da bomba yüklü bir araçla düzenlenen intihar saldırısında 37/40 kişi hayatını yitirirken, 100’ü aşkın insan da yaralanmıştı.
    Şu ana kadarki bulgular ve açıklamalar bu saldırının PKK ile bağlantısını ortaya koyuyor.
    Onlarca sivilin ölümüne, onlarcasının yaralanmasına yolaçan bu eylemin bir “terör” eylemi olduğu ve kınanması gerektiği tartışma götürmez.
    PKK; “canlı bomba” eylemleri düzenleyen, kendisinin “suikast” ve “intikam” timlerinden ve “ölümsüzler taburu”ndan söz eden bir örgüt.
    Ülkesini işgalden arındırmak için mücadele eden ve meşruiyeti önemseyen bir örgütün değil, “terörizm”in dili ve yöntemleridir bunlar.
    Bu dili ve yöntemleri onaylayan, hatta destekleyen türden “Marksist”lerin varlığına tanıklık etmek sosyalizm adına bir talihsizliktir.
    Marksizmin kurucuları daha Komünist Manifesto’dan itibaren zorun neden, nerede ve ne zaman “kaçınılmaz” olduğunu ifade etmiş; ancak bunu yaparken zorun/şiddetin övgüsünü yapmaktan kaçınmışlardır.
    Zorun tarihte belirleyici faktör olduğu görüşü Marksizme değil, Marksizmin hasımlarına aittir.
    Marksist tarih felsefesine aykırı bir görüştür bu.
    Engels’in bu görüşü savunan Dühring’e yönelik eleştirisi ünlüdür.
    “Ne Yapmalı?” adlı kitabında Lenin, terörizmi, yani terör yöntemleriyle siyasal mücadele yürütme anlayışını, öfkeye boyun eğmek, bireylerden olağanüstü kahramanlıklar/fedekarlıklar talep etmek, ”kitlelerin devrimci eylemini” küçümsek olarak tanımlıyor; tıpkı sendikalizm (Ekonomizm) gibi terörizmin de Marksist tarih felsefesi ve siyaset (politik mücadele) anlayışıyla bağdaşmazlığını sergiliyordu.
    Desmala Sure&Tekoşin
    https://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/13-mart-katliam%C4%B1n%C4%B1-lanetliyoruz/1094476823936679

  55. “Çanlar”, Türkiye’de yazılan politik bir roman için uygun bir isim mi sizce? Zira bu ülkenin toplumsal hayatında çanın simgelediği şeyin karşılığı yok veya çok az. Okur, bu metaforu garipseyebilir.

  56. kahraman’ın yazdıklarına katılıyorum… Türkiye’li demokrat, aydın, sosyalist, anarşist, laik, seküler…. insanların Kürt meselesi dışında bir bütünlüğü olmalı; Sanki Kürdistan kurulmuş da biz “Batıda” ne yapacağız..?
    sorusuna yanıt arayan bir bütünlük…

  57. Çanlar evrensel bir simgedir.

  58. Ayrıca romanın üçte ikisi başka ülkelerde geçiyor.

  59. solcularımız pkk ve onun mücadelesi konusunda uyanmaya başlamış. gözleri mahmur… 🙂

    uyandıysanız balığa gidelim.

    aydemir güler “güven parkı’nda bizimkileri öldürdünüz” demiş. yani öncekiler aydemir’inkiler değil!..

    bir önceki ankara tak katliamında ölenler…

    çınar’da öldürülenler…

    daha öncekiler… tak’ın ve pkk’nin öldürdükleri…

    onlar kiminkiler acaba? peki böyle bir soldan devrim mevrim çıkmamasından doğal ne olabilir acaba?

  60. Birçok insanın ama şu ama bu hesapla bu yazıdaki gibi düşündüğünü ama eleştirilerini kendine sakladığını düşünüyorum. Katile katil diyebilecek devrimci aydın bulmanın bile zor olduğu zamanlardayız, bana kalırsa.

  61. Kürt seviciliği mi mi Kürt düşmanlığı mı?

    Garbis Altınoğlu

    17 Mart 2016

    14 Mart’ta, izleyicileri Ermeni olan bir forumda Garabet Orunöz’ün, “Kürt seviciliği” gibi antipatik bir başlık taşıyan ve ele aldığı konuya göre fazlasıyla kısa olmanın ötesinde ağır sav ve suçlamalar içeren bir mesajı yayınlandı. (Onun mesajını bu yazının sonunda bulacaksınız.) 1 Nisan 1960 doğumlu olduğuna göre Garabet kardeşimi, görüşlerini sadece 3-5 sözcükle açıklama kusuruyla sakatlanmış genç nesilden biri sayamayız. Ama çağımızın, kendini 3-5 sözcüklük tweet’lerle anlatma alışkanlığı onu da etkilemiş gibi.O halde öncelikle bir metot hatasından söz edebiliriz.
    Eğer ortaya böyle “iri” savlar atıyorsak, bunları temellendirmemiz/ gerekçelendirmemiz gerekir. Orunöz’ün savlarını özetleyeyim:
    1) Soykırımımıza alet olan, bizzat yapan Kürtler’dir.
    2) Genç kızlarımızı ikinci, üçüncü eş olarak alan Kürtler’dir.
    3) Günümüzde doğudaki duvarlara yazılan Ermeni piçleri lafının sorumlusu Kürtler’dir.
    4) Yok ettikleri soyumuzun mülklerinin üstünde oturanlar Kürtler’dir.
    5) İşlerine gelen meydanlarda soykırımdan bahsedenler yapmacık özür dileyenler Kürtler’dir.
    6) Kamp Armen’de “Ne Ermeni kampı ya !!! Burayı da Kürt kampı yaparız” diyen kişi Kürt’dü.
    7) Kürt seviciliği mitomani’mizdir.
    8) 100 yıldır bizi oyalayan; Fransiz’a Amerika’ya soykırımı kabul eden ülkeler samimi değildirler.
    Orunöz’ün son savına tümüyle katıldığımı belirterek başlayayım sözlerime. Ama zaten başka türlü olması ihtimalinin olmadığı açık değil mi? Bu, nesnelerin doğası gereği böyledir. Gerek “büyük”, emperyalist devletler ve gerekse Türkiye gibi orta boy devletler hemen hemen HER konuda, temsil ettikleri sınıfların çıkarlarına göre davranırlar. O halde onlardan samimiyet bekleyemeyiz. Britanya’nın 19. yüzyıldaki dışişleri bakanlarından Palmerstone’un şu sözleri evrensel bir geçerliliğe sahiptir: “Britanya’nın dostları ve düşmanları yoktur; çıkarları vardır.” (Geçerken bu sözün aslının şöyle olduğunu belirteyim: “Bizim ebedi bağlaşıklarımız ve kalıcı düşmanlarımız yoktur. Ölümsüz ve kalıcı olan bizim çıkarlarımızdır ve bizim görevimiz işte bu çıkarları gözetmektir.”)
    Orunöz’ün bir diğer savı da şu: “Kürt seviciliği mitomani’mizdir.” (7. sav) Türkiye’deki ve hatta yurtdışındaki Ermeniler’in ruh halini ve tutumunu çok yakından ve ayrıntılı bir biçimde bilmediğim için bu konuda net bir değerlendirme yapabilecek durumda değilim. Şimdi artık Orunöz’ün asıl ve daha önemli savlarını ele alabiliriz.
    Önce şunu belirteyim: Konuya toptancı ve dolayısıyla hatalı bir mantıkla yaklaşması Orunöz’ün yer yer önemli doğruluk payı taşıyan bazı savlarını da anlamsız kılıyor. Bütün Türkler’in, bütün Ermeniler’in, bütün Kürtler’in vb. şöyle ya da böyle olduğu ileri sürülemez. Bunun geri ve ilkel bir yaklaşım olduğunu söylememe izin verilsin. Dahası, farklı sınıflardan oluştukların göre bir ulusun, etnik grubun, dinin, mezhebin BÜTÜN mensuplarının siyasal, felsefi vb. tutumu ve konumu hiçbir zaman aynı olmaz ve olamaz. Dolayısıyla BAZI Kürtler’in, Ermeniler’in, Meksikalı’ların, Vietnamlı’ların şu ya da bu kötülüğü yapmış ve yapmakta olması o toplulukların tümünü bağlamaz ve sorumlu kılmaz.
    Evet, tarihte bazı etnik ya da dinsel toplulukların yer yer önemli sayılacak bir bölümü ezilen ya da azınlık konumundaki grupları hedef alan baskı ve zulüm eylemlerine katılabilirler ve katılmışlardır da. Ve böylesi suçortaklıkları, o baskı ve zulüm eylemlerine katılan bireyleri ve hatta halkları alçaltır, zehirler ve daha geri bir konuma sürükler elbet. 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın ilk onyıllarında ABD’nin Güney eyaletlerinde Amerikalı Zenciler’i hedef alan linç eylemlerine çok sayıda Beyaz Amerikalı’nın katılması, 1894-96 kıyımı ve 1915-16 jenosidi sırasında çok sayıda Türk’ün ve Kürt’ün Ermeniler’i hedef alan saldırılara katılması, Hindistan’da zaman zaman patlak veren pogromlarda pek çok Hindu’nun Müslümanlar’a saldırması, 1966’da çok sayıda Müslüman’ın, ABD destekli Endonezya cuntasının başlattığı kıyımda yüzbinlerce komünist ve devrimcinin vahşi bir biçimde öldürülmesinde yer alması, 1993’te Ruanda’da yaşanan jenosit sırasında çok sayıda Hutu’nun Tutsiler’i hedef alan saldırılara katılması hemen akla gelen örnekler. Şimdi bu bakışaçısının ışığında Orunöz’ün suçlamalarına daha yakından bakabiliriz.
    Orunöz’ün; Kürtler’in Ermeni jenosidine alet olduğu ve bunu yaptıkları (1. sav), genç kızlarımızı ikinci, üçüncü eş olarak aldıkları (2. sav), yok ettikleri soyumuzun mülklerinin üstünde oturdukları (4. sav) yolundaki görüşleri, ancak yarım doğrulardır. Ve yarım doğrular üzerine oturtulan savlar, çoğu kez apaçık yanlış olan savlardan daha tehlikelidirler; çünkü onlar bu ikincilere göre az da olsa bir inandırıcılık taşırlar. Evet, 19. yüzyılın ortalarından ve özellikle de 1870’lerden itibaren Kürt feodal ağalarının ve Kürt halkının onlar tarafından yönlendirilen bir bölümü -Osmanlı devletinin de yüreklendirmesiyle- Doğu illerinde Ermeni köylülerine karşı sürdürülen talan, yağma ve saldırı siyasetine alet olmuş, 1894-96 kıyımı ve 1915-16 jenosidine katılmışlardır. Dahası, Kürt feodal ağalarının Ermeni jenosidiyle aşağı yukarı aynı yıllara denk gelen Süryani kıyımında oynadığı rol daha da belirgindir. Kürt halkının siyasal bakımdan ileri katmanları ve siyasal önderleri bu ağır insanlık suçlarıyla açıkça yüzleşmeli ve Ermeni ve Süryani halklarından özür dilemelidir. Bu sadece Ermeni ve Süryani halklarıyla Kürt halkı arasındaki kardeşlik bağlarının gelişmesi açısından gerekli olmakla kalmaz; Kürt halkının -Türk gericiliğinin ideolojik-siyasal boyunduruğundan- kurtuluşu için, yani kendi kurtuluş davasının doğru bir rotada ilerlemesi için de OLMAZSA OLMAZ bir önem taşır.
    Kürt ulusal hareketinin kendi içinde böyle bir hesaplaşmayı yaşamamış olmasının sonucu ortada. PKK/ KCK lideri Abdullah Öcalan ve örgütün diğer önder kadroları yıllardır, Türk egemen sınıfı ve onun devletiyle stratejik bağlaşma çağrıları yapmakta, muhataplarını buna ikna etmek için Alparslan, Yavuz Sultan Selim, Çanakkale, “Kurtuluş” Savaşı dönemlerinde Türk-Kürt bağlaşmasını örnek vermekte ve böyle bir bağlaşmanın Türkiye’yi, yani Türk egemen sınıfı ve devletini güçlendireceğini söylemektedirler. PKK/ KCK önderleri bu tarihsel örnekleri vermekle Osmanlı-İttihat ve Terakki-Kemalist rejimlerinin YANINDA ve bu rejimlerin düşmanlarının/ kurbanlarının KARŞISINDA olduklarını ilan etmiş olmaktadırlar. Bu sözlerin anlamı şudur: “Biz, tarih boyunca olduğu gibi bugün de Rumlar’a, Ermeniler’e, Süryaniler’e, Aleviler’e karşı sizin, yani Türk burjuva devletinin yanında olmak istiyoruz. Ama bunu sağlamak için sizin Kürtler’in bazı haklarını tanımanız ve böylelikle ‘1000 yıllık Türk-Kürt kardeşliğini’ yeniden canlandırmanız gerekir.” Bu gerici çağrılara yer yer açık bir Ermeni ve Rum düşmanlığı ile üstü örtülü bir Alevi ve Süryani düşmanlığı eşlik etmektedir.
    KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Bese Hozat’ın 8 Ocak 2014’te yaptığı ve diğer PKK/ KCK liderlerinin de sahip çıktığı saçma sav, yani Türkiye’de resmi devletten daha güçlü ve paralel devlet konumuna sahip Ermeni, Rum ve Yahudi lobileri bulunduğu yolundaki açıklama, bu gerici tutumun en son örneklerinden biridir. Hozat’ın dediklerini anımsayalım:
    “İsrail lobisi, yine milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri paralel birer devlettir. Paralel devletlerin birbiriyle ortaklaştığı ciddi bir çıkar ilişkisi vardır. Paralel devletlerin resmi bir hukukları, anayasaları yoktur. Görünürde resmiyete kavuşmuş bir orduları da yoktur ama resmi olandan daha güçlü ve örgütlü bir güce sahiptirler. Özel harp dairesi ve JİTEM gibi güçler paralel devletin vurucu güçleridir, şimdi buna resmi kimlikli emniyet, polis ve yargı güçleri de eklenmiştir. Bunların bağlı kaldıkları hiçbir hukuk ve kural yoktur. Tüm savaş kurallarını kendileri belirleyip uyguluyorlar, kimseye de bir hesap vermiyorlar. Paralel devletin korkunçluğu esas burada ortaya çıkıyor. Paralel devlet Gladyo devletidir, NATO destekli cemaatin ve lobilerin illegal devlet örgütlenmesidir.” (“Paralel devlet 9 Ocak komplosunun içindedir”, Firatnews.com, 8 Ocak 2014)
    ANCAK Kürt ulusal hareketinin, benim de yıllardır eleştirmekte olduğum bu ağır kusur ve günahları Orunöz’ün yukarda değindiğim 1., 2.ve 4. savlarını haklı kılmaz. Herşeyden önce, atalarının bir bölümünün onyıllar önce işledikleri suçlardan ötürü bugün yaşamakta olan Kürt halkını suçlamak ve sorumlu tutmak kabul edilemez. Bunun, Hitler rejiminin Yahudi halkına karşı işlediği insanlık suçlarından ötürü bugün yaşamakta olan Alman halkını suçlamak ve sorumlu tutmaktan farkı yoktur. Günümüzün Kürt halkının; Ermeni, Rum, Süryani, Alevi halklarına karşı düşmanca bir tutum ve ruh hali içinde olduğu ileri sürülemez.
    İkincisi ve daha da önemlisi, Ermeni halkına karşı gerçekleştirilmiş olan jenosidin esas sorumlusunun, bu insanlık suçunu yıllar öncesinden başlayarak planlayan, Birinci Dünya Savaşı’nın bu suçu işlemek için uygun bir fırsat yarattığı kanısına varan ve Alman emperyalizminin pasif desteğiyle bu alçakça planı yaşama geçiren İttihat ve Terakki çetesi olmasıdır. Orunöz’ün, İttihat ve Terakki’yi ağzına almaksızın jenosidden söz etmesi zaten başlıbaşına bir tuhaflıktır. Oysa bu çete Anadolu’yu Hristiyan halklardan arındırma planlarını yapmaya yıllar öncesinden başlamıştı. O sırada içişleri bakanı olan Talat Paşa 29 Ağustos 1910’da, Selanik’te yapılacak olan İttihat ve Terakki Fırkası kongresi öncesinde partinin öndegelen yöneticileriyle özel bir toplantı yapmıştı. O bu toplantıda yaptığı konuşmada “gavurlar”ı sadık yurttaşlar ol(a)mamakla, yani en azından potansiyel vatan hainleri olmakla suçlamıştı. Talat Paşa’nın bu konuşmasında söylediği şu sözler, gelecekte olacakların işaretini verir gibiydi:
    “Hepinizin, Anayasanın Müslüman ve gavurlar arasında eşitliği maddelerinden haberiniz vardır. Son olaylar hepinize göstermiştir ki bu eşitlik gerçekçi olmayan bir idealdir. Şeriat, bütün geçmişimiz, yüzbinlerce Müslümanın duyguları, hatta gavurların Osmanlı olmamaktaki dirençle belirlenen eylemleri, gerçek eşitliğin kurulmasını önleyen engellerdir. Bu yönde bir çok başarısız teşebbüsümüz oldu. Gavuru sadık bir Osmanlı’ya dönüştürmek için yapılan bütün gayretler sonuçsuz kaldı.” (Tevfik Çavdar, Milli Mücadelenin Ekonomik Kökenleri, s. 144.)
    Garabet kardeşimin bir başka hatası onun, İttihat ve Terakki çetesinin, jenoside eşlik eden bu çok kapsamlı soygun ve mülksüzleştirme eyleminin kaymağını, Osmanlı’nın vassalları konumunda olan Kürt ağalarına yedirmeyeceğini anlamamış ya da anlayamamış olmasıdır. Yapılan araştırmalar şunu oldukça net bir biçimde ortaya koymuştur: Özellikle Doğu illerinde bir bölümü işbirlikçi Kürt ağalarının eline geçmesine rağmen zorla göçertme ve jenosit kurbanlarının “emval-i metruke” (=terk edilmiş/ geride bırakılmış mallar) olarak adlandırılan mal varlıklarının büyük çoğunluğu devletin titiz denetimi altında kayda geçirilmiş, kullanılmış ve dağıtılmıştır.
    “Emval-i metruke”nin nasıl dağıtıldığı ve bu dağıtımdan kimlerin en çok yararlandığı sorusuna çok net bir yanıt vermek kolay değil elbet. Ancak yerli ve yabancı arşivlerde yapılan araştırmalar, bu geride bırakılan arazi, bina, ev, dükkan, işyeri, atelye, bahçe, tarla, depo, giysi, alet gibi taşınmaz malların şu amaçlar için kullanıldığını göstermiştir:
    a) Balkanlar ve Kafkaslar’dan gelen Müslüman göçmenleri yerleştirmek,
    b) Teşvik edilen Müslüman-Türk burjuvazisine/ onun şirketlerine vermek,
    c) Ordunun ve diğer devlet kurumlarının gereksinimlerini karşılamak,
    d) Ermeniler’in zorla göçertilmesi harcamalarını karşılamak vb. Tabii özellikle Kürdistan’da pek çok ev, değirmen, tarla, çiftlik, bağ, bahçenin vb. Kürt ağalarının ve milis komutanlarının eline geçtiği tahmin edilebilir. Aynı husus, çok sayıda Ermeni kız ve kadının Kürtler tarafından ikinci, üçüncü eş olarak alınması ya da hizmetçi olarak istihdam edilmesi için de geçerlidir.
    Orunöz şunu da söylüyor: “Günümüzde doğudaki duvarlara yazılan Ermeni piçleri lafının müsebbibi Kürtler’dir.” (3. sav) Herşeyden önce Orunöz’ün, özellikle Kürt halkının bir bölümünün Türk devleti ve Kontrgerillası’nın azgın terörü altında korkunç acılar çektiği bugünkü koşullarda böylesi bir söz söylemesini inanılmaz bir duyarsızlık ve hatta taşyüreklilik olarak değerlendiriyorum. Kendisine ilerici, demokrat diyen herkes, hatta Türk gericiliği ve faşizminin savunucuları dışında herkes; Sur’da, Cizre’de ve diğer Kürdistan il ve ilçelerinde işlenmekte olan korkunç suçlara açıkça tepki göstermek ve kayıtsız koşulsuz bir biçimde Kürt halkının yanında durmak zorundadır.
    Kürt ulusal hareketinin taktiklerini, hatta stratejik yönelimini hatalı bulabilir ve eleştirebilirsiniz; herhalde ben kişi olarak bu eleştirileri en fazla yapanlar arasında yer alıyorum. Ama bunu yapmak hiç kimseye, Kürt halkının ezilen bir halk olduğunu ve kendi yazgısını özgürce belirleme hakkına, yani isterse ayrılma ve ayrı devlet kurma HAKKINA sahip bulunduğunu unutturamaz. Tabii, tüm kusurlarına rağmen Kürt ulusal hareketinin gerek Türkiye’de ve gerekse Suriye’de objektif olarak ilerici bir rol oynadığı gerçeğini de unutturamaz. Peki Orunöz’ün yukardaki sözleri ne anlama geliyor? Kürtler neden Kontrgerilla çetelerinin duvarlara “Ermeni piçleri” yazmasının nedeni ya da sorumlusu olsunlar? Orunöz belki de şunu söylemek istiyor: “Kürtler ‘hendek siyaseti’ denen taktiğe başvurmasaydı, Türk devleti bu çapta askeri saldırılara başvurmak ve bu arada duvarlara böylesi sloganlar yazmak zorunda kalmazdı.” Kişi olarak ben de ‘hendek siyaseti’ denen taktiği doğru bulmadığımı yazdım. (Hatta, operasyonlara hedef olan bölgedeki Kürt halkının önemli bir bölümünün ya da çoğunluğunun da bu taktiği doğru bulmadığını tahmin ettiğimi söyleyebilirim.) Ne var ki PKK/ KCK’nın hatalı bir taktik uygulamış ve böylelikle Türk ordusu ve Kontrgerillasının saldırısına zemin hazırlamış olması, Orunöz’ü haklı çıkarmaz ve bizi Türk gericiliğinin iğrenç ve barbarca eylemlerine karşı çıkma görevimizden azat etmez.
    Dahası Orunöz böylesi bir potansiyel eleştirinin çok ötesine geçiyor ve bu nefret sözlerinin (“Ermeni piçleri”) sorumluluğunu Kürt savaşçıları ve halkının sırtına yıkıyor. Böyle konuşmak; bir yandan yaşanan korkunç vahşetin esas sorumlularını gözlerden saklamak ve bir yandan da Kürt halkının zulme karşı direnme hakkını yadsımak anlamına gelir. Türk burjuva devleti 1990’lardan bu yana ölü olarak ele geçirilen gerillalar arasında sünnetsiz olanların bulunduğu, PKK liderlerinin çoğunun, hatta Öcalan’ın kendisinin Ermeni olduğu yolundaki yalanları yinelemekte ve Türk halkının siyasal bakımdan geri katmanları üzerinde hala etkili olan Ermeni düşmanlığını Kürt ulusal hareketine karşı bir ideolojik silah olarak kullanmaktadır. Sur ve Cizre gibi yerlerde duvarlara “Ermeni piçleri” yazılmasının, bu gerici ve çirkin geleneğin, bu psikolojik savaş metodunun en son uygulamalarından biri olduğunu anlamak çok mu zor?
    Orunöz şunu da söylüyor:“İşlerine gelen meydanlarda soykırımdan bahsedenler yapmacık özür dileyenler Kürtler’dir.” (5. sav) Burada onun bir kez daha toptancı mantığın tuzağına düştüğünü görüyoruz. Evet, başını PKK/ KCK’nın çektiği Kürt ulusal hareketi, jenosit konusunda açık bir özeleştiri yapmamış, hatta tersine yer yer Türk gericiliğinin çizgisini onayan açıklamalar yapmıştır. Ama bu, tablonun bütününü görmemizi ve giderek artan sayıda Kürt aydını ve insanının bu konuda olumlu bir tavır içine girmekte olduğunu görmeyi engellememelidir. Bu açıklamaların ne denli içtenlikli ya da ne denli yapmacık olduğunu ölçemeyiz elbet. Ama bu alandaki gelişmenin seyrinin olumlu olduğu da yadsınamaz. Bazılarının eskiden yapmayı gerekli görmedikleri yapmacıklı açıklamalar bugünlerde yapmaları ve yapmak zorunda kalmaları da rüzgarın doğrultusunun değişmekte olduğunu gösteriyor.
    Orunöz’ün dayanışma amacıyla Kamp Armen’e gelmiş olan bazı Kürtler’in tutumundan da yakındığını görüyoruz:“Kamp Armen’de ‘Ne Ermeni kampı ya !!! Burayı da Kürt kampı yaparız’ diyen kişi Kürt’dü.” (6. sav) Orunöz’ün Kamp Armen için verilen kavgada aktif olarak yer aldığını gözönüne aldığımızda bu söylediğinin doğru olduğunu kabul etmemek için bir neden yok. Ben orada yaşananları bilmiyorum. Net bir suçlama yapmak için, yakınma konusu olanın bir kişinin mi, yoksa oraya dayanışma için gelen Kürt arkadaşların genelinin mi tutumu olduğunu, eğer böyle konuşan bir kişiyse bile onun sorumlu bir kişi mi yoksa sıradan bir dayanışmacı mı olduğunu bilmek gerek. Ancak, en azından Avrupa’daki bazı protesto eylemlerinde gördüğüm ve işittiğim kadarıyla PKK/ KCK çizgisindeki Kürtler’in bu konuda tekelci, fırsatçı, pragmatist ve hatta saygısızca bir tutum içinde olduğunu söyleyebilirim. Bunu, özellikle jenosidin 100. yıldönümü vesilesiyle yapılan yürüyüşlerde gördük; bu eylemlere Öcalan posterleriyle gelen ve yürüyüşlerin en önüne geçmeye çalışan Kürt göstericilerinin bu davranışının hiç te hoş ve doğru olmadığı ve en azından yurtdışındaki Kürt hareketinin yöneticilerinin onayı olmaksızın sergilenemeyeceği tartışma götürmez. Böylesi davranışların eleştirilmesi ve mahkum edilmesi gerektiği açıktır.
    Sonuç olarak, bazı doğrulara haklı olarak işaret etmekle birlikte Garabet Orunöz’ün bu mesajının özü itibariyle haksız olduğunu ve halklar arasındaki kardeşliğin gelişmesine hizmet etmeyeceğini söyleyebilirim.
    * * * * *
    Garabet Orunöz’ün kısa yazısı aynen şöyle:

    KÜRT SEVICILIĞI…

    14 Mart 2016

    Şimdi tarih konusuna girmeden kısaca ; Soykırımımıza alet olan, bizzat yapan KÜRTLER değil mi?
    Genç Kızlarımızı ikinci, üçüncü eş olarak alan, Kürtler değil mi?
    Günümüzde doğudaki duvarlara yazılan ERMENİ PIÇLERI lafının müsebbibi KÜRTLER değil mi?
    Yok ettikleri soyumuzun mülklerinin üstünde oturanlar KÜRTLER degil mi?
    Tüzüklerine dahi yazmadiklari, ama meydanlarda, o da işlerine gelen meydanlarda soykırımdan bahsedenler YAPMACIK ÖZÜR dileyenler KÜRTLER değil mi?
    Kamp Armen’de GERÇEK YÜZLERINI gördüm. . NE ERMENI KAMPI YA!!! BURAYI DA KÜRT KAMPI YAPARIZ, diyen kişi Kürt’dü ve belli ki ATALARININ zihniyetini devam ettirmek niyetinde…
    MİTOMANİ’den kurtulacak miyiz?
    Ne demek istediğini Anlamadiğimiz, anlamaya çalişmadiğimiz kisiye DELİ deriz. S abim iki huni alıyorum kafa ölçünü yollar mısın? ….
    M’im Ç’im Kürt seviciliği MİTOMANİ’mizdir….
    ՃերմակՋարդ= Beyaz Soykırım
    Ben soyumu da soydaşimi da seviyorum.
    100 yıldır bizi oyalayan; Fransiz’a Amerika’ya soykırımı kabul eden bütün ülkelerin samimiyetlerine İNANMIYORUM….

    Garabet Orunöz…

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/garbis-altinoglu/2420-kurt-seviciligi-mi-mi-kurt-dusmanligi-mi

  62. Kürdistan’ın Kuzeyinde Milli Bir Hareket Var mı?

    İbrahim Güçlü

    Özellikle Kürdistan’ın Kuzeyinde milli bir hareketin var olup olmadığı konusunun yeniden tartışılması gerekir.

    ( I )

    Kürt milleti dışında, dünyada, bağımsızlığına kavuşmamış bir millet yoktur. Kürt milleti ve Kürdistan olarak, yüzyılın en büyük ve çözülmemiş derdine, sahibiz.
    Kürt ve Kürdistan meselesi tam anlamıyla milli bir meseledir. Ama milli meselemiz aynı zaman da çağımız gereği demokrasiyle de içi içe olan bir meseledir. Ama milli meseleyi merkeze koyarak, oluşturacağımız yeni sosyal ve siyasal sistemi, rrejimi kurgulamamız olanaklı olur.
    Devleti olmayan bir milletin, nasıl bir rejimde yaşayacakları çok anlamlı değildir. Ama kurguladığımız sosyal ve siyasal sistem, rejim: Milli hareketimiz şekillendirmede sadece yardımcı bir enstrüman olur.
    Halk deyimiyle, evlilik olmadan çocuğun kız ya da oğlan olduğunu düşünmek abesle iştigaldir. Ya da eviniz olmadan, evin içinde hangi renk badana yapacağınız, hangi mobilyaları alacağınız z da çok anlamlı değildir.
    Sadece olsa-olsa bir hayal olur. Ama hayallerin de gerçeklerle bir bağı vardır. Evin yapılışında destekleyici bir enstrümandır. Demek ki hayalsizde gerçek dünya kurulamaz. Ama ikisi arasında iyi bağ kurmak lazımdır.

    ( II )

    Kürt millet meselesi, milli bir mesele, Kürtlerin kendi kendilerini kendi iradeleriyle yönetme, sömürgecilikten ve işgalden kurtulma, bağımsız olma ve devlet kurma meselesidir.
    Kürt mili meselesi, tüm toplumsal kesimlerin sorunudur. Belli bir toplumsal kesime dayanarak, diğer toplumsal kesimleri dışlamak ve özellikle de düşman ilan etmek, başarısızlığı önceden bilerek veya bilmeyerek kabul etmek demektir
    Kürt millet meselesinde, bütün toplumsal kesimleri örgütleyecek ve kucaklayacak, Kürt milletini harekete geçirecek, adaletli, eşitlikçi, demokratik, çoğulcu milli bir harekete ihtiyaç var.
    Bir harekete de, Kürt milli harekete diye bilmek için, o hareketin: Kürt milletinin kendi kendisini kendi iradesiyle yönetmesini, Kürtlerin bağımsızlığını ve devlet olmasını, Kürtlerin egemenlik ve iktidar hakkının sağlanmasını amaçlaması gerekir.
    Milli Hareket, milletin bağımsızlığı ve kendi kendisini yönetmesi için mücadele etmektir. Milletin devlet olması için çaba sarf etmektir.
    Bu nedenle Kürt milli hareketi, Kürt milletinin bağımsızlığına, devlet olmasına karşı çıkamaz.
    Milli hareketin, Kürt milletinin mensubu tüm insanlarının değerini bilmesi, kendi insanını sevmesi ve ona değer vermesi, hak ve hukukuna saygı duyması ve savunması, insanının bir tırnağının kanamaması için olağanüstü çaba ve fedakârlık göstermesi, bir toplumsal kesime dayanarak bir toplumsal kesime, bir bütün olarak insanına düşmanlılık etmemesi gerekir.
    Milli Hareketin, kurtuluşu ve özgürlüğü için mücadele ettiği Kürt milletinin, diline, kültürüne, tarihine, milleti millet yapan tüm değerlerine Ortodoks tarzda sahip çıkması gerekir.
    Kürt Milli Hareketi, mazlum ve Kürt milletinin haklı ve meşru mücadelesidir. Bu nedenle de, mücadelede, meşruiyete, dürüstlüğe önem vermek zorundadır. Meşru mücadele yöntemlerine göre hareket etmelidir. Değer kullanımı yoluna gidemez. Riyakârlık yapmamalıdır.
    Kürt Milli Hareketi, Kürt milletin çıkarlarına uygun dış ilişkiler geliştirmektir. Milletin ve milli kurtuluşun aleyhine olan ve milli çıkarlara zarar veren ilişkilerden kaçınmaktır.
    Kürdistan, dört parçalı uluslararası sömürge bir ülkedir. Kürt milleti de dörde bölünmüş bir milletir. Bu nedenle, her Kürdistan parçasında ayrı sosyal ve siyasal yaşam, ayrı milli hareketlerin olması kaçınılmaz bir durumdur.
    Durum böyle olunca, her parçanın milli hareketinin, diğer parçanın milli hareketinin hukukuna saygı duymak zorundadır. Bir parçadaki mili hareket ve örgütler, diğer parçadaki milli hareketlere ve örgütlere müdahale etmemelidir. Onlarla dayanışma içinde olmalıdır.

    ( III )

    Bu bağlamlarda PKK/HDP, karşığı olan ve sosyolojik tabanı olan bir örgüttür. Bu örgütün, Kürt Milli örgütü olup olmadıklarına bakalım.
    PKK/HDP, Kürt milletinin devlet olmasına karşıdır. Bu nedenle Kürdistan’ın Güneyindeki bağımsızlık referandumuna ve bağımsız devlet olmasına da karşı çıkıyor.
    PKK/HDP, Kürt diline önem vermemektedir. Çok eskilerden beri yani Bağımsız ve Birleşik Kürdistan’ı savunduğu zamanlar bile, Türk dili ile Kürdistan Devletini yönetebileceğini savundu. Kürt dili alanında yapılan çalışmaları küçümsedi.
    Kürt tarihini savunmamaktadır. Tarihi, kendisi ile başlatmaktadır. Bundan dolayı da, Kürt tarihinin önemli vakıalarını ve oluşumlarını, kaba bir şekilde karşı alıyor ve düşmanlık ediyor. Kürdistan’daki milli direnme hareketlerini küçümsüyor, gerici ilan ediyor..
    PKK/HDP, belli bir kesimin ve elitin çıkarlarını savunan bir örgüttür. Bu nedenle, kendisinden yana olmayan, kendisini desteklemeyen bütün insanlar düşman kabul görmektedir. Kürt insanını sevmemektedir. Son Hendek/Çukur Savaşı da Kürt insanını, ne kadar kolay heba ettiğini, Kürt insanını öldürdüğünü ve öldürttüğünü bir kez daha belirgin olarak ortaya koymuştur.
    PKK/HDP, Kürt insanının iradesine ve hukukuna önem vermediğini de bir kez daha ortaya koydu. Kürtlerin kendilerine yüzde yetmişin üstünde oy verdikleri il ve ilçelerde halka rağmen Hendek Savaşını başlattı. Seçilen belediye başkanlarını ve Belediye Meclislerini hiçe saydı.
    PKK/HDP, ilk oluşum döneminde, olumsuz, tasfiyeci, Kürt ulusunun bağımsızlık hareketini engelleyici misyonunu yerine getirmek için, Kürdistan’ın bağımsızlığını, Bağımsız Birleşik Kürdistan’ı savundu.
    Ama 1999 yılından sonra, Kürdistan’ın bağımsızlığına karşı çıktı. Kürdistan’ın bütün parçalarında devlet, federalizm, otonominin savunulmasının bir hak olmadığını açıkça savundu. Bu günde bu görüşlerini savunmaya devam ediyor. Bu değerleri savunanları da düşman ilan ediyor. Şimdilerde Kürdistan’ın Güneyindeki oluşumu 2. İsrail olarak ilan ederek şeytanlaştırıyor. Kürt ulus devletini çöpe attığını açıkça savunuyor.. Buna bağlı olarak Kürdistan’daki referanduma karşı çıkmaktadır. Yetkililerinin açıklamalarıyla, bu konuda Kürt milletini horlayan ve küçümseyen konuma gelmiştir.
    PKK/HDP, Kürt milletinin çıkarları için değil, kendi elitik çıkarları, misyonu gereği sömürgeci devletlerle tehlikeli ilişkileri geliştirmektedir. Kemalistler tarafından projelendirildikleri günden sonra, İran, Irak, Suriye sömürgeci devletleriyle de bu kapsamda ve çerçevede ilişki kurmuştur. Kürtleri zamansız bir savaşa sokmuştur. Kürtleri, kendi güçlerinin üstünde davranmasına zorlayarak, milli kurtuluş hareketinin tasfiyesini sağlamıştır. Son Hendek Savaşı da bu nedenle tam bir vekâlet savaşıdır.
    PKK/HDP, meşru mücadele yöntemlerini kullanmamaktadır. Bütün değerleri riyakârca kullanmaktadır. Bu nedenle, kendisinin dinle alakası olmadığı halde, “Demokratik İslam Kongresini” yapması, dini ibadeti kullanarak, halkı sokağa dökme çabası bunun en somut örneğidir.
    Bu mücadele metodu ve yaklaşımı, Kemalistlerden, otoriter ve totaliter rejimlerden ikame edilen bir yaklaşım ve mücadele yöntemidir.
    PKK, Kürdistan’ın diğer parçalarında iç hukuka saygı göstermemekte. O parçalarda halkımızın iradesine doğrudan müdahale etmektedir. O parçalardaki hukuku ve halkın iradesine açıkça çiğnemekte ve hiçe saymaktadır.
    Bütün bu analizlerim, PKK/HDP’nin, bir Kürt ve Kürdistan örgütü, Kürt milli kurtuluş hareketi olmadığını açıkça sergilemektedir.

    ( IV )

    Kürdistan’ın Kuzeyindeki diğer parti ve örgütlere bakarak da, milli bir hareketin olup olmadığına cevap aramamız gerekir.
    Kürdistan’ın Kuzeyinde, birçok Kürdistan ismiyle ya da Kürdistan ismi taşımayan örgüt ve partiler var. Bu partiler, Kürdistan’ın bağımsızlığını, Kürtlerin kendi kendilerini kendi iradeleriyle yönetmesini ikirciksiz savunuyorlar. Kürt ulus devletine karşı çıkmıyorlar. Kürdistan ve Kürt millet değerlerine sahip çıkıyorlar.
    Bu bağlamlarda, Kürt ve Kürdistan örgütleri oldukları tartışmasız söylenebilir.
    Ama bu örgütler, yeni döneme uygun zihniyete, mücadele azim ve biçimine sahip, toplumsal karşılıklarının olmamaları, kitlesel karakter taşımamaları, hiçbir toplumsal kesimi temsil edememeleri nedeniyle Kürdistan Milli Hareketi niteliğini oluşturmuyorlar.
    Oysa 12 Eylül 1980 yılı öncesine bakıldığı zaman, Kürdistan’ın Kuzeyinde çoğulcu niteliğiyle, sağı ve soluyla bir Kürdistan Milli Hareketi vardı. Bu hareket tasfiye edildi.
    Kürdistan’ın Kuzeyinin temel iki sorunu vardır. Birinci sorunu PKK sorunudur. İkinci sorunu, milli bir harekete sahip olmamasıdır.
    Bu sorunları çözmek acil olarak gündemdedir.

    Diyar-i Bekir, 16 Mart 2016

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/ibrahim-guclu/2418-kurdistan-in-kuzeyinde-milli-bir-hareket-var-mi

  63. STALİN'İN TORUNU (ŞAKA DEĞİL!)

    Adı: “Chrese Evans”.

    44 yaşında. ABD/Oregon’da yaşıyor. Budizm’e inanıyor ve antika eşyalar satan bir mağaza işleterek geçimini sağlıyor.

    Annesi, Stalin’in tek kızı “Svetlana Alliluyeva”.

    Svetlana 1966’da SSCB’den sınırdışı edildiğinde ABD’ye yerleşiyor ve orada mimar “William Wesley Peters”la evleniyor. Çocukları: Chrese Evans.

    “Stalin benim için II. Dünya Savaşı’nın 3 liderinden biriydi: Churchill, Roosevelt ve O…”

    “Daha sonra annem bana Stalin’in kim olduğunu anlattı ve böylece işlediği bütün suçları öğrenmiş oldum…”

    1. https://thenypost.files.wordpress.com/2016/03/stalin_s_granddaughter_s_bohemian_life_shocks_russia.jpg

    2. https://thenypost.files.wordpress.com/2016/03/stalin_s_granddaughter_s_bohemian_life_shocks_russia-2.jpg

    3. https://thenypost.files.wordpress.com/2016/03/stalin_s_granddaughter_s_bohemian_life_shocks_russia-1.jpg

    Haberin tamamı için adres:
    http://nypost.com/2016/03/17/stalin-granddaughter-is-an-all-american-badass/

  64. hiçbir malım mülküm yok. İngiltere’den ayda 650 tl bağlanmış bir gelirim var. Kitap telifleri yılda ortalama 2000 tl’yi ancak bulur. Eşim de işsiz üstelik. Neyse ki arkadaşlarımız var. Onlar yardım ediyorlar. Kısacası, mal beyanım 🙂 bundan ibaret.

    Bu ne demek şimdi?

    Irmak hanım size hiç mi bakmıyor? Kitaplarından ve söyleşilerinden gördüğümüz kadarıyla hayırsız evlat rolüyle pek ilgisi de yok ama?

  65. Irmak kendini zor bela geçindiriyor.

  66. her cumlesinin altina imza atarim.
    ben gun zilelinin bu yazisini facebookta paylasmadim, (cok isterdim)herifi linc ederler bir damla katkim olmasin(korkuyu goruyosunuz, ozgurlukcu hdp den ciddi ciddi korkuyoruz)bide zileli de selahattin demirtasi anlayamama yanilgisi, hic guven olmaz,yarin Döner. perincekcilik bana kalir, .. durumu görüyorsunuz.

  67. Zileli yalan soyluyor, acayip iyi gelirleri var ve adalarda yasiyor, bir omur calismasa yedi sulalasini gecindirir.

  68. Zileli ödp nin aciklamasini okudum ,bu Kadar Diplomatik, bu Kadar ne yardan ne serden, tiksindim, hdp elestirilmeli ama soylede oyle ama oda Boyle oda Boyle ilkesiszlik, olasi Pragmatik politikalara tesne, sonra deniyorki odp neden Adam olamiyor, ol meshur hikayeden dolayi olamiyor, sol pragmatizm, ….du bakali noolcak…ilkesizlik:ne oldu belli olmamazlik, kp tkp htkp tkp nin ne soyledigini anliyorsun, emep ve ödp nin ne dedigini anlayamiyorsun cunki, kadro tekkeliridir, dhkpc nin ne dedigini anliyorum bir seyleri var bunlari anlayamiyorum,sol pragmatizm odp emep, biri anlatsin

  69. ben gun zileli nin ingiltere deki mallarini idare eden mali avukatiyim, Burda bi ton mali var gelirlerini duzenli olarak gonderiyoruz, fantazi olsun diye yoksulu oynuyo.

  70. ooozhan abinin odp si ne demis bi ton sey soylemis ama bi ton sey arasinda hic bisey soylememis, korkudan olabilirmi, sanmiyorum

  71. her silahli orgut bir Devlet adayidir, evet oyledir, bunu durustce soyleyen dhkpc ye etmedigin kufur kalmadi,dhkpc ye karsi yapilan saldirilari hdp ozgurlukculerinin stalinistlere saldirisi olarak gordun kutadin kutladin dalgani bile gectin ozerkcilik bilmem necilik oynayan pkk hdp ye aninda angaje oldun , neden kimden sikayet ediyorsunki, senin yerin hdp dir nazlanma döne dolasa oraya tekrar gideceksin, ideolojik genlerinde var:) agir konusma bence hdp ve pkk at sinegi solcularina karsi, cunki sende bir at sinegisin:)

  72. Bakıyorum yine kafayı bulmuşsun. Bir süredir iyi gidiyordun. Bence bu saatlerde yazma.

  73. Evet 750 lira kira ödeyerek.

  74. SELAHATTİN DEMİRTAŞ'IN VASİYETİ

    HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, kendisinin de tutuklanabileceğini belirterek, “Bizi cezaeviyle tehdit etmeye, terbiye etmeye çalışıyorlar. Ama olur da, bu çılgınlığı da yaparlarsa, sizlere sadece bir vasiyetimiz olabilir. Siz nasıl korkmadan, dimdik direndiniz ya, biz de cezaevine girerken öyle gireriz. Başımız dimdik, onurla, gururla gireriz. Biz içerde olursak, dışarıyı cezaevi haline getirtmelerine izin vermeyin. Direnişten, dik duruştan taviz vermeyin” dedi.

    HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, valiliğin bugün yapılmak istenen nevruz kutlamalarına izin vermediği Tunceli’de, Seyit Rıza Meydanı’nda açık hava toplantısına katıldı. Meydanda ateş yakılırken, sıkı güvenlik önlemleri alınıp, alana girenler tek tek arandı. Etkinliğe katılan Demirtaş’ı taşıyan aracın geçiş yapacağı bütün güzergahlarda, araçların park yapılmasına polis izin vermedi. Ara sokak ve caddelere park eden araçlar ise tek tek kaldırılırken, belediye binası önünde park eden bazı araçları, polis detektör köpekleriyle bomba aramasından geçirdi.

    “PARTİ BAŞKANI OLARAK DEĞİL, YOLDAŞ OLARAK BURDAYIM”

    HDP Tunceli Milletvekili Alican Önlü ve Belediye Eş Başkanları Mehmet Ali Bul ile Nurhayat Altun’un Nevruz ateşini yakmasının ardından mahalli müzikler eşliğinde coşkulu halaylar çekildi. Alanda kurulan platformdan konuşan Demirtaş, bu nevruzla birlikte ezilenlerin direnişiyle tarihin yeniden yazılacağını ifade ederek, “Ne kadar tarihi, ne kadar önemli bir süreçten ve atmosferden geçtiğimizi en fazla Dersimliler hissediyordur. Sıradan bir siyasi rekabet, siyasi çalışma, partilerarası siyasi bir gerilim yaşamıyor bölgemiz. Ülkemizde de durum böyle değil. Ve bu nevruzu, tarihin yeniden yazıldığı, yeniden yazılacağı ve bizlerin direnişiyle, ezilenlerin kendi tarihini yazacağı bir süreçle karşılıyoruz. Sadece bir siyasi parti temsilcisi, eş genel başkanı olarak burada değilim. Bütün direnen halkların zulme karşı, AKP şahsında ittifaklaşan savaş bloğuna karşı ve ülkemizi, haklarımızı teslim almaya çalışan faşizan anlayışa karşı direnen herkesi nevruz sıcaklığıyla bir yoldaş olarak selamlamak için bugün buradayım” dedi.

    “2014’TEKİ NEVRUZU ONLARCA TELEVİZYON CANLI VERDİ, NE DEĞİŞTİ”

    Önceki sene ve geçen yıl Diyarbakır’da kutlanan nevruzuu, onlarca televizyonun canlı verdiğini, bugün ise yasaklandığını söyleyen tan Demirtaş, “2014 ve 15 nevruzları büyük coşkuyla kutlandı. Diyarbakır nevruzunu onlarca televizyon canlı verdi. Ne oldu, ne değişti? Bugün her yerde yasaklıyorsunuz. Değişen ne? O gün kutlanan nevruz bugün de kutlanacak, hiçbir güç nevruzu yasaklayamaz. Bakın halk Dersim’de yasağa rağmen coşkuyla kutluyor. Eğer geçen yıl 2015 nevruzunda, Diyarbakır nevruz meydanında verilen mesajlar doğru anlaşılsaydı, gereği yerine getirilseydi, ona sadık kalınsaydı, bu yıl artık yeni, özgür, sivil anayasanın yapımına doğru gidiyor olacaktık. Bu yıl artık daha güçlü demokrasisi olan, kendi içinde daha güçlü bir barış inşa etmiş ve Ortadoğu’daki bütün ezilen halklara destek olan bir Türkiye için mesafe kat etmiş olacaktık. Geçen yıl nevruz bir yol ayrımıydı. AKP artık bir karar vermek zorundaydı. İmralı’da yürütülen müzakereler tabiri caizse zurnanın son deliğine gelmişti. Ya Türkiye demokrasi yoluna gidecek, ya da tek adamlıkta ısrar edecekti” diye konuştu.

    “EN BÜYÜK TERÖR DESTEKÇİSİ AKP’DİR”

    Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı da eleştiren Demirtaş, Erdoğan’ın Türk halkına, ‘ya bendensiniz ya düşmansınız’ ayrımını yaptığını savundu. Demirtaş, “Ya bizden yanasınız, ya da düşmansınız diyorlar. Bush döneminde Amerika Başkanı da aynen bu şekilde konuşuyordu. Türkiye’de ilk defa bir Cumhurbaşkanı, bunu bu kadar açıklıkla ifade ediyor. Düşman kavramını ilk defa bir Cumhurbaşkanı kendi yurttaşları için kullanıyor. Ülkede terörü destekleyenler var ama hükümette, iktidardalar. Tehlikenin büyüklüğü burada zaten. IŞİD terörünü, El Nusra’yı bu terör örgütleri besleyip, büyüten AKP hükümetidir. En büyük terör destekçisi AKP’dir. Ankara’da bu örgütler toplantı halindedir. Urfa’da Arap aşiret liderleri PYD’ye karşı, Nusra ve Ahra Ruş’un yanında olmak üzere silahlı ordu kurduklarını ilan ediyorlar. AKP’nin denetiminde oluyor bunlar” diye konuştu.

    “AKP’YE BAĞLI SİLAHLI ÖRGÜTLER VAR”

    Demirtaş, HDP’nin hiçbir silahlı örgütü desteklemediğini ve kendi yönetimlerinde ve kudretlerinde hiçbir silahlı örgütün olmadığını anlatarak, şöyle konuştu;

    “Bizim emrimizde, bizim yönetimimizde, bizim kudretimizde hiçbir silahlı örgüt yok. Biz hiçbir silahlı örgüte, şahsiyete ya da kişiye bugüne kadar asla ne talimat verme, ne yönetme, ne de yönetme konumunda olmadık. Bizim demokratik bir kuruluş yapımız var, bunu herkes çok iyi biliyor, biz bir siyasi partiyiz. Bizde emir alan, ya da talimat alan başka yapılar yok. Hiçbir siyasi partiyle bağı olmayan, halk içinde örgütlenmiş, halktan destek alarak kurulmuş bütün silahlı örgütlerin, dikkat edin tek siyasi faturasını HDP’ye çıkarıyorlar. Bu silahlı örgütlerin hiçbirini neredeyse eleştirmiyorlar, isimlerini bile ağızlarına almıyorlar. HDP diyorlar, neden? Çünkü demokratik siyaset alanında HDP onları neredeyse aşağı doğru götüren, bitiren bir siyasi noktaya gelmiştir. Saldırmalarının nedeni budur. Bizim silahlı örgütlerimiz yok. HDP’ye bağlı silahlı güçler yok. Bunu çok net olarak söylüyorum, bir şeyi gizlemek, saklamak için değil. Ama AKP’ye bağlı silahlı örgütler var, illegal silahlı örgütler var. Doğrudan kendilerinden emir alan, devlet dışı yapılanmalar var Esadullah timi gibi sahada, emniyetin hiyerarşik birimine tabi olmayan, hata ordunun yapılanmasına bağlı olmayan, yani doğrudan kendilerine bağlı illegal silahlı yapıları var bunların.”

    DEMİRTAŞ’TAN CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’A ÖNERİ

    Demirtaş, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın muhtarlar dışında, Çiller ve diğer kesimleri de çağırması önerisinde bulunan Demirtaş, “Sana naçizane tavsiyem; O kadar muhtarı toplayacağına, mesela Çiller’i çağır. Onun şürekasını çağır. Kenan Evren yok ama sağ kalanları çağır. O kadar muhatara her hafta o eziyeti yapacağına, Diyarbakır zindanındaki işkencecileri çağır. Esad Oktay yok ama onun o dönemki işkenceci arkadaşları var. Mamak’taki cezaevi müdürünü çağır. İbo’ya işkence yapanları çağır bakalım. Belki onlar da o karanlık dönemlerde yaptıkları işkencelerin dışında kullanmadıkları yöntemler vardır, onları öğrenirsiniz” dedi.

    DEMİRTAŞ, VASİYETİNİ AÇIKLADI

    Konuşmasının son bölümünde, TBMM’deki dokunulmazlık tartışmalarına da değinen Demirtaş, HDP milletvekilleriyle birlikte kendisinin de tutuklanabileceğini belirterek, vasiyetini açıkladı. Demirtaş, “Dersim’deki ve sesimizin ulaştığı bütün halkımız, yoldaşlarımız bilsinler; Bizi cezaeviyle tehdit etmeye, terbiye etmeye çalışıyorlar. Yaparlar mı yapmazlar mı? Bilemeyiz. Bu kadar vahşeti yapan, bizleri cezaevine atmış şaşırmayız. Ama olur da, bu çılgınlığı da yaparlarsa, sizlere sadece bir vasiyetimiz olabilir. Siz nasıl korkmadan, dimdik direndiniz ya, biz de cezaevine girerken öyle gireriz. Başımız dimdik, onurla, gururla gireriz. Biz içeride olursak, dışarıyı cezaevi haline getirtmelerine izin vermeyin. Direnişten, dik duruştan taviz vermeyin. Zindanla, dışarıyı özgürleştirene kadar, nerede olursak olalım, bu can, bu tende oldukça bütün yoldaşlarımızla sonuna kafadar direneceğiz” dedi.

    18 Mart 2016
    http://odatv.com/demirtas-vasiyetini-acikladi-1803161200.html

  75. Abi ne iyi yürekli bir insansın sen ya.
    Özel hayatınla ilgili destursuz soru soruyorlar, sen kimseyi kırmadan cevap veriyorsun.
    Hep böyle genç kal, bizim kal.

  76. sol haber sitesinde dün Aydemir Güler imzasıyla çıkan yazı Türkiye solunda epey fırtına kopardı. Okuma fırsatınız oldu mu? Siz ne düşünüyorsunuz?

    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/iki-park-149500

  77. Demir Küçükaydın’a Açık Mektup

    Son birkaç yıldır Kürt hareketine ilişkin yazdığın yazıları büyük bir esefle okuyoruz ve sayende, insanın ne kadar büyük bir hızla değişebileceğine bir kez daha tanık oluyoruz. Ve yine sayende, sonradan din değiştirenlerin, ya da dinsizken dine dönenlerin, herkesten daha bağnaz, daha fütursuz olduklarına bir kez daha şahit oluyoruz. ‘Zavallı” Taner Akçam, kim bilir nasıl da haksızlığa uğradığını düşünüyordur şimdi? Öyle ya, bir zamanlar az mı saldırmıştın garibe?

    Sahi Demir, nedir bu ‘Demokratik Cumhuriyet” hikayesi? Bunca insan büyüsüne kapılıverdi aniden. Nedir sahi bu kavramın kerameti? Yoksa, keramet kavramda değil de, bunu telaffuz edende midir?

    Sana, burada ‘demokratik cumhuriyetin” ne olduğunu anlatacak değiliz, çünkü bunu sen birçoklarından iyi bilirsin. Ama biz yine de, öncelikle birkaç şeyi hatırlatmak, sonra da cevabını aradığımız o sihirli soruyu, herkesin huzurunda sana yöneltmek istiyoruz. Söze, sana bu mektubu yazmayı bizim açımızdan artık bir zorunluluk haline getiren 11 Haziran 2001 tarihli yazından bir alıntı yaparak başlıyoruz: ‘Politik olarak demokratikleşmiş; ideolojik olarak kendi tarihi ve komşularıyla barışmış bir halkı ezmenin ve sömürgeyi elde tutmanın masraflarından ve çürütücü ilişkilerinden kurtulmuş bir Türkiye, hızla çok güçlü bir ekonomiye sahip olurdu. Bu ise onun Avrupa ve Amerika karşısında, çok daha bağımsız politikalar izlemesini sağlardı. Böylece Ortadoğu, Amerika ve Avrupa’nın çıkarlarının kurbanı ,kanayan bir yara olmaktan çıkabilirdi.”

    Sayın Demir Küçükaydın, gerçekten böyle mi düşünüyorsun? ‘Demokratik cumhuriyet” diye adlandırdığın bu büyülü kavramın ardında mı gizli bütün bu kerametler? Yanılmıyorsak senin de, A. Öcalan’ın da ‘demokratik cumhuriyet”ten kastettiğiniz, bir işçi demokrasisi, cumhuriyeti değil, Batı türü bir burjuva demokratik cumhuriyetidir. Peki, Batı türü bir demokratik cumhuriyeti kurmak başkalarının bağımsızlığının ortadan kalkmasının ön koşulu değil midir? Sen de bilirsin ki, eğer Batı, bugün Helsinki İnsan Hakları Beyannamesi’ne dayanan rejimler kurabilmişse; bunu ancak dünyanın geri kalan kısmına Apartheid rejimini dayatarak başarabilmiştir. Yine çok iyi bilirsin ki, kapitalizm altında bağımsızlık olmaz; kapitalizm tam da bir bağımlılıklar sistemidir. Dolayısı ile bir ülke bağımsız olamaz, bir ülke, bu bağımlılıklar ilişkisinin ya belirleyen, yani ayrıcalıklı olan (ki, bu da bir bağımsızlık değildir) tarafındadır, ya da belirlenen, yani ayrıcalıklı olanların faturasını ödeyen tarafındadır. Bu durumda, yani kapitalizm altında hem komşularıyla barışmış, hem başkalarını ezmeyen, hem de ABD ve Avrupa güçlerine kafa tutacak güçte bir Türkiye nasıl olacak anlayamadık doğrusu? Hem kapitalist, hem komşuları ile barışık, hem de başkalarını ezmeyen! Yoksa, bu da kapitalizmin yeni bir aşaması mı?

    Yok eğer kastettiğin demokratik burjuva cumhuriyeti değil de (ki budur), bir işçi cumhuriyeti ise, bu durumda bir işçi cumhuriyetinin burjuvazi ile özünde bir burjuva hareketi olan ‘ulusal bağımsızlık” yanlısı güçlerin arasındaki pazarlıklarla kurulamayacağını herkes bilir. O halde nedir bütün bunlar, nedir bu işin sırrı ey Demir Küçükaydın?

    ‘Demokratik Cumhuriyet” Söylencesine ve Bu Söylencenin Dengbejlerine Dair

    Bilindiği gibi ‘demokratik cumhuriyet” aslolanın karakterini saklamak için kullanılan burjuva bir kavramdır. Çünkü, gerek demokrasi, gerek cumhuriyet; her şeyden önce bir sınıfın diktatörlüğüdür ve cumhuriyetin de demokrasinin de niteliğini belirleyen, egemeni olan sınıftır. Yani, cumhuriyet de, demokrasi de sonuçta bir sınıfın diktatörlüğünde vücut bulur. Gerek burjuvazi, gerek işçi sınıfı adına iktidarı gaspetmiş (geçmişte Rusya’da, Çin’de ve Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi) birtakım güçler, kendi egemenliklerini saklamak için ‘halk cumhuriyeti”, !demokratik cumhuriyet” vb. kavramların ardına saklanmışlardır. Peki ya sen, sen hangi kaygılardan dolayı bu kavramın ardına saklıyorsun aslolanı? Gerçi senin ‘demokratik cumhuriyet” kavramıyla neyi kastettiğin ortada; senin kastettiğinin demokratik burjuva cumhuriyeti olduğu ortada olmasına rağmen, neden bu demokratik cumhuriyeti sınıf karakteri ile birlikte telafuz etmiyorsun; işte bunu anlamak oldukça güç.

    Böyle yaparak ezilenler aleyhine ne büyük bir suç işlediğini, onların bilinçlerini dumura uğratmak isteyenlere ne büyük hizmetler sunduğunu düşündün mü hiç?

    Genel olarak devrimcilerin, özel olarak ise, devrimci Marksistlerin yapması gereken; ezilenlerin kendileri için, ezilenlerin genel çıkarları için bilinç oluşturmalarına katkıda bulunmak olması gerekirken; sen şu an yapmakta olduğunla ezilenlerin ham hayallere gönül indirmelerine katkı sunduğunu düşündün mü hiç?

    Bu anlayış, geçmişte burjuvazinin, ‘eşitlik ve kardeşlik” parolası; sosyal demokrasinin, ‘sosyal adalet ve sosyal barış” parolası ve Stalinizm’in, ‘barış içinde bir arada yarış” parolası ile aynı amaca hizmet etmektedir. Bu anlayışların sahipleri, ezilen ve sömürülenlerin kendileri için bir bilinç oluşturmalarının önünü nasıl kestilerse, bugün ‘demokratik cumhuriyet” in savaşçıları olan sen ve diğer sosyalistler de aynı işlevi görmektesiniz.

    Ulusal bir hareketin, bu tür bir kavram kullanması ve bu tür bir hedefe kilitlenmesi gayet anlaşılabilir bir durumdur. Nihayetinde onun hedefi de zaten budur. Yani, ezeni kadar özgür ya da ezeni kadar köle olmaktır. Ulusal bir hareket açısından burada herhangi bir sapma ya da yanlış söz konusu değildir; bilakis yanlış olan, sosyalist solun, gerek geçmişte gerek bugün, Kürt ulusal kurtuluş hareketini, işçi sınıfından, ya da sosyalizmden yana tavır koymuyor diye mahkum etmeye yeltenmesidir.

    Peki, sen ve diğerleri, size ne demeli? Dün işçi cumhuriyeti için savaşırken, bugün ‘ demokratik burjuva cumhuriyet” söylencesine gönül indiren sizlere ne demeli? Sana ve seninle aynı kulvarda olan sosyalistlere diyeceğimiz şudur: Ulusal bir hareket açısından anlaşılır olan bu durum, sizler açısından anlaşılabilir bir durum değildir. Kendinizi sosyalist olarak adlandırdığınız müddetçe anlaşılır olmayacaktır.

    Son Bir Kaç Söz

    Sayın Demir Küçükaydın, bugün hala devrimci Marksizm’e bağlıysan, basmakta olduğun zemini bir kez daha gözden geçirmen gerekiyor diye düşünüyoruz. Yok eğer devrimci Marksizm’i terk edip, artık kendini ikinci cumhuriyetçi bir burjuva demokratı olarak tanımlıyorsan; o zaman burada yazılanların muhatabı sen değilsin ve doğru yoldasın, olman gereken yerdesin demektir. Yolun açık olsun. Bizim buradaki muhatabımız, devrimci Marksizm’in yetiştirmiş olduğu yetenekli kalemlerden biri olan Demir’dir; tabii ki hala yaşıyorsa; ve bu Demir, o Demir ise! Yok artık yaşamıyorsa, ruhu şad olsun. Bu durumda bizim, Demir kılığında ortada dolaşan burjuva demokratından ricamız; kendine başka bir kılık bulması ve Demir’in ruhunu rahat bırakması olacaktır. Çünkü, bir burjuva demokratının devrimci Marksizmin en radikal düşünürlerinden biri olan Demir’in yüzünü giyinerek ortada dolaşıyor olması, onun anısına karşı işlenebilecek suçların en büyüğüdür. Bu suçu işlemekten vazgeç artık!

    Yok eğer sen bizim de bildiğimiz Demir olduğunda ısrarlı isen, o zaman anlat bize ne olur, anlat; nedir sahi bu ‘Demokratik Cumhuriyet”in sırrı?

    http://www.komunistzemin.org/yazilar/1/12/demir-kucukaydina-acik-mektup/

  78. bir suredir degil ben hep iyi gidiyorum, yasima deneyimime göre gayet iyi gidiyorum, ceyrek yasindayim yalcin kucugun, ozenmeden duzeltmeden calakalem yazdiklarimi, karsilastirirsan, bayagi iyiyim.ustelik megalomanin her turlusunden kendimi koruyorum, alcak gonullu bir populizm ve yuksek ego. de hayde

  79. senin zileli, hdp, pkk soluna karsi, agir konusmusum özür dilerim , dediginde kim cok icmis görecegiz:)

  80. Örgüt fırsatçısı olarak görüyorum.

  81. zileli, hdp kendisini milletvekili yapmadığı için sürekli kürd halkına saldıran biridir.

    ayrıca vatan partili faşist ümit zileli bu şahsın kuzenidir. armut dibine düşer.

  82. Ordunun darbe yapmayı isteyip istememesini hariç tutarak, bürokratik bir soru soruyorum:

    Mevcut anayasa maddelerine göre, TSK’nın darbe yapma yolu hâlen açık mı? Konu hakkında bilgisi olan varsa cevap yazabilir mi?

  83. İstiklal Caddesi’nde yaşanan canlı bomba saldırısının ardından, turistlerin yoğunlukta bulunduğu otellerin merkezi olan Talimhane’de çok sayıda turistin otelleri boşalttığı görüldü.

    Milliyet’in haberine göre, İstiklal Caddesi’nde canlı bomba saldırısı yaşandı. Olayda canlı bombayla birlikte 5 kişi hayatını kaybetti, 36 kişi de yaralandı. Canlı bombanın asıl hedefine ulaşamadan patladığı belirtiliyor. Turistlerin yoğunlukta bulunduğu otellerin merkezi olan Talimhane’de çok sayıda turistin otelleri boşalttığı ve valizlerini alarak bölgeden uzaklaşmaya çalıştığı görüldü.

    Beyoğlu İstiklal Caddesi’ndeki patlama çevrede büyük korku ve paniğe yol açtı.

    TALİMHANE’DE BÜYÜK HAREKETLİLİK YAŞANDI

    Turistlerin yoğunlukta bulunduğu otellerin merkezi olan Talimhane’de patlama sonrası büyük hareketlilik yaşandı. Çok sayıda turistin otelleri boşalttığı ve valizlerini alarak bölgeden uzaklaşmaya çalıştığı görüldü.

    http://odatv.com/istanbul-bosaliyor-1903161200.html

  84. Abi paran az pulun az, üstelik eşinin de işsiz olduğunu yazmışsın, aç kaldığın günler oluyor mu o da belirsiz…

    Üstelik kalp rahatsızlığın var, ilaç kullanmaya mecbursun…

    Bunlar yetmiyormuş gibi bir de ayağını kırdın, şimdi nasıl acaba?

    Ülkede kargaşa yaratmak için her yolu deniyorlar!

    Vicdanını ve dirayetini yüksek tutmayı nasıl beceriyorsun abi? Yaşla bir ilgisi olabilir mi? 1960/70’leri tecrübe etmiş olmanla bir ilgisi olabilir mi?

    Henry David Thoreau, Paul Lafargue, Ivan Illich gibi kişilerin tecrübeleri sana da mı ışık tutuyor, ‘paraya pula neredeyse hiç değer vermeyen’ bir hayatı tercih ediyorsun?

    Sen nasıl bir insansın abi?

    “Can Going Without Money Hurt the Economy?
    One Man’s Quest to Be Penniless”

    By ABBY ELLIN
    May 4, 2012

    Daniel Suelo is 51 years old and broke. Happily broke. Consciously, deliberately, blessedly broke.

    Not only does he not have debt, a mortgage or rent, he does not earn a salary. Nor does he buy food or clothes, or own any product with an “i” before it. Home is a cave on public land outside Moab, Utah. He scavenges for food from the garbage or off the land (fried grasshoppers, anyone?). He has been known to carve up and boil fresh road kill. He bathes, without soap, in the creek.

    In the fall of 2000, Suelo (who changed his name from Shellabarger), decided to stop using money altogether. That meant no “conscious barter,” food stamps or other government handouts. His mission was to “use only what is freely given or discarded and what is already present and already running,” he wrote on his web site, Zero Currency.

    The question many people wonder: Is he insane, or a mooch, or simply dedicated to leading a simple, honest, dare we say, Christ-like existence?

    They’re good questions. And depending whom you ask, the answers vary.

    Suelo wasn’t always a modern-day caveman. He went to the University of Colorado and studied anthropology, at one point considering medical school. He lived in a real house, with four walls, a window and a door, and shopped in stores, not their dumpsters.

    But over time he says he grew depressed, clinically depressed, mainly with the focus on acquisition. “Every time I made a resume for a job, signed my name to a document, opened a bank account, or even bought a banana at the supermarket, I felt a tinge of dishonesty,” he said.

    He was born into an Evangelical Christian home in Grand Junction, Colo., and took his religion seriously. Eventually, he started wondering why “professed Christians rarely followed the teachings of Jesus–namely the Sermon on the Mount, namely giving up possessions, living beyond credit and debt–freely giving and freely taking–giving, expecting nothing in return, forgiving all debts, owing nobody a thing, living beyond payback of either evil-for-evil or good-for-good, living and walking without guilt (debt), without grudge (debt), without judgment (credit & debt), living by Grace, by Gratis, not by our own works but by the works of the true Nature flowing through,” he said.

    Although he considered himself a Christian, he discovered that the same principles applied to Taoism, Judaism, Hinduism, Buddhism, Jainism, Sikhism, Islam, Mormonism, Shamanism, and Paganism.

    One year he went to Alaska and worked on the docks. But that, too, he says, felt dishonest. Instead, he and a buddy decided to live off the land—spearing fish, foraging for mushrooms and berries. (Think Castaway, but with snow). Suelo (which means soil in Spanish) eventually hitch-hiked back to Moab with $50 in his pocket. By the time he arrived, his stash had dwindled to $25. He realized that he only needed money for things he really didn’t need, like snacks and booze.

    He began toying with the idea of living full-time without money. He traveled to India, and became fascinated by Hindu Sadhus, who wandered without lucre and possessions. He considered joining them, but then he realized that “A true test of faith would be to return to one of the most materialistic, money-worshipping nations on earth, to return to the authenticity profound principles of spirituality hidden beneath our own religion of hypocrisy, and be a Sadhu there,” he said. “To be a vagabond, a bum, and make an art of it – this idea enchanted me.”

    And soon, that’s exactly what he did. He says he left his life savings—a whopping $30—in a phone booth, and walked away.

    But he didn’t do it in a vacuum; he maintained his blog for free from the Moab public library. Rather than just sitting on a mountain and gazing at his navel, he wanted to have an impact on others, to spread his gospel.

    In 2009, Mark Sundeen, an old acquaintance he’d worked with at a Moab restaurant, heard about Suelo through mutual friends. At first, “I thought he must have lost his mind,” Sundeen, 42, said in a telephone conversation. But then he began reading his blog, and became fascinated. Sundeen divides his time between Missoula, Mont., and Moab, where he was once a river guide, and he paid a visit to Suelo’s cave.

    Gradually, he said he decided that much of what Suelo was saying made sense. This was right around the time the economy crashed, and “It felt like a lot of what he was saying was prophetic,” said Sundeen. “That money is an illusion, an addiction. That resonated with me after the collapse for the economy.”

    Sundeen was so intrigued that he decided to write a book about Suelo, The Man Who Quit Money, which was published in March.

    While the book reviews have been generally positive, Suelo has come under fire by some who say he’s a derelict, sponging off society without contributing. They are valid criticisms: This is a guy, after all, who has gotten a citation for train hopping, (what would Jesus say about that?). And he’s not opposed to house sitting in winter–not exactly living off the land.

    And besides: How is he actually helping others by going without? It’s not like he’s solving world hunger, or curing cancer.

    Sundeen disputes these arguments. “He doesn’t accept any government programs—welfare, food stamps, Medicare,” he said. “The only ways in which he actually uses taxpayer funded derivatives is walking on roads and using the public library. So in that regard he’s a mooch–he’s using the roads and not paying taxes. But if you try to quantify the amount of money he’s taking from the system—it’s a couple of dollars a year, less than anyone’s ever used.”

    Instead, he is actively promoting “his idea that money is an illusion,” Sundeen said. “The Fed just prints it up, it doesn’t mean anything and it’s going to lead us down the road to serfdom.” Suelo simply doesn’t want to contribute to that, and so he lives life on his own terms.

    That said, Sundeen wouldn’t live the way Suelo does. “The appeal to me is the living outdoors part, but I feel like I got my feel of that working as an Outward Bound guide,” he said. “At this point I have other priorities.”

    Suelo, for his part, has no plans to bring money back into his life. “I know it’s possible to live without money,” he said. “Abundantly.”

    http://abcnews.go.com/Business/utah-caveman-quits-money/story?id=16273605#.T6Tc2FJ5dTo

  85. Ayağım alçıdan çıktı da ereken bastığım için ödem yapmış. Bu yüzdaen Mayıs ortasına kadar koltuk değneklerini kullanmam gerekiyor.

  86. yok öyle bir şey. Ama zaten darbeler yasal izinle yapılmaz.

  87. öyle bir hevesim yok. zaten olsa da olamam, çünkü Türkeye vatandaşı değilim. İnsanları akraba ilişkileriyle tanımlamak faşizm veya stalinizmdir.

  88. “Ayağım alçıdan çıktı da ereken bastığım için ödem yapmış.”

    Offf.. Kimbilir ne cileli bir seydir.

    Afedersiniz ama, sey mi vardi da erken bastiniz..

    Bir de, madem aleni oldu bu konu, nasil oldu da kirdiniz bacaginizi?

  89. Yağmurlu havada bahçedeki betonda kayıp düştüm.

  90. YAZIDAN BİR ALINTI:
    Dolmabahçe’de HDP ve AKP temsilcilerinin “mutabakatı” ilan etmesinden sonra ne oldu da, bundan çok kısa süre sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “masayı” devirdi, hatta bununla da kalmayıp, böyle bir mutabakattan haberi olmadığı türünden, kendi bakanlarını bile içten içe gülümseten laflar etti. Burada bence iki faktör rol oynadı: Birincisi, RTE’ın, yaklaşan seçimlerde milliyetçi oyları MHP’ye ve hatta kısmen CHP’ye kaptıracağı korkusuna kapılması; ikincisi ise, Kürt kamuoyundan beklediği desteği bulamaması, tam tersine, aynı günlerde Kürt hareketinin yasal temsilcisi konumundaki HDP’nin, Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş aracılığıyla, “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganını yükseltmesiydi. Hem Türk milliyetçiliğini, hem de Kürt milliyetçiliğini kendi başkanlık hevesleri için aynı anda kullanmaya kalkışan RTE’nin durumu, zıt yönlere doğru uzaklaşan gerili iki ipe de ayaklarını dayayarak yürüyen bir cambaza benziyordu. Cambazın düşmesi kaçınılmazdı.”

    BENCE YAZININ ZIRT DEDİĞİ YER BURASIDIR. EĞER BU SAPTAMA YANLIŞSA BUNDAN SONRASININ TEKRAR YAZILMASI GEREKİR.
    Kanımca yanlıştır. Erdoğan’ın, ilkin “özlediğimiz gelişmeler” dedikten birkaç gün sonra külliyen reddedip masayı devirmesinin başka bir nedeni olmalı.
    Zira henüz mart ayının başıdır. Seçimlere 3 ay vardır. Çözüm sürecini sürdürmesinin nedeninin Türk milliyetçilerinin oylarını almak olmadığını söylemeye gerek yok. Çözüm sürecini esas itibariyle Kürdlerin oylarını almak için sürdürdü; Kürtlerin oylarını almak ve asıl hedef olan HDP’yi Kürdistan’da açığa düşürmekti. Bu durumda, HDP ne derse desin, başkan olmanın yollarını açmış olacaktı. Hatta ölümlerin artık olmayacağına ilişkin bu durumun, konjonktürel olarak kamuoyunda yaratacağı olumlu havayla MHP’nin kemikleşmemiş milliyetçi oylarıyla birlikte CHP’nin ulusalcı oylarını da getirebilirdi.
    Bu durum ortadayken seçimlere 3 ay kala masayı tamamıyla devirmesinin başka çok önemli bir nedeni olmalıydı….gerisini sonra yazma zorunluluğum doğdu, birkaç saat sonra devam edeceğim, özür dilerim.

  91. Katliama sahip çıkanlar
    ( http://tkp.org/icerik/katliama-sahip-cikanlar-1799 )

    17 Şubat 2016’da 28 yurttaşımızın ölümüne, 61 yurttaşımızın yaralanmasına yol açan İkinci Ankara katliamı, ülkede, bölgede ve dünyada büyük öfke uyandırdı. Bu insanlık suçuna tepki yağdı.

    Ne var ki, katliamı mazur gösterenler ve hatta açıkça üstlenenler de çıktı.

    Misilleme iddiası
    PKK yöneticisi Cemil Bayık, 18 Şubat’ta Fırat Haber Ajansı ANF’de yayınlanan demecinde, Ankara’daki intihar saldırısının “öfkeli Kürt gençlerinin misillemesi” olabileceğini söyledi.

    IŞİD’in saldırılarını “öfkeli Sünni gençlerinin tepkisi” diye tanımlayıp mazur gösteren çevreleri hemen akla getiren yorumunda Bayık şöyle dedi: “Ankara’da militarizmin merkezinde yapılan eylem de halkımıza karşı yürütülen insanlık dışı vahşi soykırımcı katliamlara karşı misilleme eylemi olabilir. Bu eylemi kimler yapmıştır bilemiyoruz. Daha önce Kürdistan’daki katliamlara misilleme olarak bu tür tepki eylemleri yapanların olduğunu biliyoruz. Herhâlde eylemi yapanlar yakında niye yaptıklarını açıklarlar. Ancak şu açıktır ki, Kürtlere karşı bu kadar zalimce bir savaş yürütüldüğü ortamda birilerinin misilleme ve tepki eylemleri yapması anlaşılır bir durumdur. Cizre’de genç, sivil katleden bir devletin bu eylemler neden yapılıyor demeye hakkı yoktur. Bu eylemlerin sonuçları Kürdistan’da yapılanların yüzde biri bile değildir. Türkiye’nin aydınları, yazarları, basıncıları, siyasetçileri Türk devletinin bu zalimliğine karşı çıkmazsa; öfkeli Kürt gençleri de bu Kürt halkına yapılan saldırılara misilleme yapabilirler. Eğer AKP hükümeti bu politikalardan vazgeçmezse tabii ki Türkiye de savaş alanı hâline gelir. Köyleri yakılıp yıkılarak Türkiye metropollerine sürülen Kürtlerin şimdi Kürt şehirlerinin ve kasabalarının yakılıp yıkılması karşısında sessiz kalmasını kimse bekleyemez.”

    İddia tekrarlanıyor
    Aynı gün yine ANF’de “Ankara saldırısı bir bilmece mi…” başlıklı bir yazı yazan Cahit Mervan, Cemil Bayık’ın demecine de değinerek aynı yönde bir değerlendirme yaptı.

    Cahit Mervan şöyle yazdı: “Ancak bu eylemin Kuzey Kürdistan’da son birkaç ayda devletin uyguladığı vahşet politikasının sonucu olma ihtimali çok kuvvetlidir. Aslında Türk devleti açık açık uyguladığı vahşetle, Kürtleri sivil alanlara saldırı için teşvik etti. Kürt hareketi bu oyuna gelmedi. Sivil hedeflere yönelmedi. Ancak Ankara saldırısının hedefi, seçilen yer, biçim ve tarzı çok da bir bilmece olmadığını bize gösteriyor. 24 Temmuz 2015’ten bu yana Kürdistan’ı onlarca uçakla bombalayan, Kürdistan’da şehir ve kasabaları yakıp yıkan, daha bir hafta önce Cizre’de 150’yi aşkın kişiyi diri diri yakan, insanların cenazelerini daha sokaktan almasına müsaade etmeyen bir devlet ne bekliyor ki? Ortada çok bilinmeyenli bir denklem söz konusu değil.”

    İddia doğrulanıyor
    Nitekim, Cemil Bayık’ın ve Cahit Mervan’ın “tahmin”leri doğrultusunda TAK 19 Şubat’ta Ankara saldırısını üstlendi. Yaptığı açıklamada, “17 Şubat 2016 günü akşam saat 18.30’da Ankara Merasim Sokak’ta faşist TC ordusunun konvoyuna yönelik TAK olarak gerçekleştirdiğimiz fedai intikam eyleminde yüzlerce faşist Türk subayı öldürülmüştür” dedi.

    Kontrgerilla diliyle yazılmış bu bildiri, astsubay, erbaş, er, sivil memur ve işçi; kadın erkek 28 yurttaşımızı yok eden bu katliamın Türkiye halkının bütününe yönelik bir saldırı olduğu gerçeğini karartamaz.

  92. hasan cevad özdil

    Bu durum ortadayken seçimlere 3 ay kala masayı tamamıyla devirmesinin başka çok önemli bir nedeni olmalıydı….demiş, bırakmıştım. Şimdi devam edebiliyorum.
    Erdoğan 17-25 aralık mücadelesini kazanmıştı kazanmasına ama bürokratik kolu kanadı da kırılmıştı. Özellikle iktidar olmasını sağlayan, vesayetin son bulduğunu söylediği askeriyeye dönük operasyonu realize eden yargı ve emniyet örgütlülüğü cemaatle birlikte yok olmuştu. O kadar ki, savcısı olduğu balyoz ve ergenekon operasyonlarının müşteki avukatı olmuş, aldatıldık diyerek özür dilemişti. Bunu bizzat g.kurmaya giderek de yaptı. Balyor ve ergenekon davaları bitti, dava açan “mağdurlar”a milyonla para ödenir oldu.
    Her ne kadar hukuk ve emniyet garantiye alınmış olsa da, bu kadroları önemli bir kısmı hakiki darbevi olsa da ve aynı zamanda nato subayları oldukları için nato’dan onay alındığını da düşündüğüm bu “safra atma” operasyonu olsa da; İTC’nin oluşturduğu, TC’nde pişen asıl iktidar odağı ve memleket sahibi olmaya alışmış bir silahlı teşkilatın, Erdoğan’ın özrünü “olur böyle şeyler” diye karşılamayacağını ben bile tahmin edebiliyorum. Zira Erdoğan’ın artık %40-50’sinden başka bir gücü kalmamıştır ve bu güç devlette iktidar olmak için hiçbir zaman yetmezdi.
    Asıl darbe bu sırada Erdoğan’a yapıldı. Bence durum kendisine anlatıldı ve ya bizimle olursun ya da yok olursun dendi. Bu durumda Erdoğan hangi gücüyle askeriyeyle savaş başlatabilirdi. Zira karşısında kozmik odasına kadar girerek, neredeyse vatan güvenliğine ihanet ettiğin ve suçladığın her konudan “alnının akıyla” çıkmış, kanunen beraat etmiş, dolayısıyla prestiji artmış bir askeriye vardı.
    Tavsiyeye boyun eğdi. Tavsiye şuydu bence: “Sen memleketin ekonomisini batırma, bugüne kadar olduğu gibi sürdür. İster başkan ol ister başbakan ama PKK ile masa kurmak, federasyon özerklik gibi hainane plan ve adımlar atamazsın, buna hemen son ver, masayı yok et, yoksa sen yok olursun. Kürt meselesini biz halletmiştik. 2002’de neredeyse bitmiş olan meseleyi ihanet derecesi bir safhaya getirdin. Şimdi bu meseleyi, kökünden halletmek üzere biz ele alıyoruz.”
    Nasıl söylenmiş olursa olsun, yukarıdaki repliğe çıkacak bir tavsiye yapıldı. Erdoğan da çaresiz olarak kabul etti. Eğer haziran seçimlerinden akp için bir sürpriz olarak olumlu bir sonuç çıksaydı, o saat Kürt milletinin örgütlü bölümüne operasyon başlayacaktı. Hdp’nin 13,5’u operasyonun hdp’ye yapılmasını ve ne olduğu belirsiz provokatif olayla birlikte de kandil’e operasyon başlatıldı. Kürt milletine operasyon için kasım seçimleri beklendi, tek başına çoğunluk çıkınca, askeriye operasyonu başlattı. Ve geldik bugüne.
    Son bir cümle olarak şunu söyleyeceğim. Erdoğan’ın, temmuz 2015’te, 1925’in 2015 versiyonu olacak kadar kapsamlı ve soykırım unsurları içeren bir operasyonu yapacak ne ideolojik ne politik ne iktidar gücü hiç yoktu.
    Selamlar.

  93. Şiddet ve sosyalizm

    Bu yazı kısa olacak, sayfanın dibine ulaşmayacak. Konusu çok basit çünkü: Sosyalizm ile şiddet arasındaki ilişki.

    Böyle bir ilişki olmadığına göre, yazı da uzun olamayacak.

    Sosyalizm, benim üye olduğum partinin yönettiği toplum değildir.

    Sosyalizm, başka herhangi bir partinin sosyalist üyelerinin yönettiği toplum değildir.

    Sosyalizm, halkın seçtiği çok iyi, çok vicdanlı bir sosyalistin çok iyi yönettiği toplum değildir.

    Sosyalizm, halkın seçtiği çok solcu bir hükümetin yönettiği toplum değildir.

    Sosyalizm, ilerici subayların, iyi niyetli aydınların, kahraman gerillaların gerçekleştirebileceği bir toplum düzeni değildir.

    Sosyalizm, işçi sınıfının kendi kitlesel eylemiyle toplumu değiştirip kendi iktidar organları yoluyla kendi kendini yönettiği toplum demektir.

    (“İşçi sınıfı” ifadesine takılanlarınız olacak, biliyorum, ama şu anda o konuya girmeyelim. İsteyen “emekçiler”, “çalışanlar”, “mülksüzler” filan diye düşünsün, farketmez, kimlerden bahsettiğimiz belli.)

    Bu söylediklerim benim tercihlerimin ifadesi değil. “Böyle olsa daha iyi olur” demiyorum. “Böyle olmak zorundadır, başka türlü olmaz” diyorum.

    Sosyalizm, ancak geniş emekçi kitlelerin kendi eylemi sonucu olur, çünkü kendi kendini yönetecek olan kitleler ancak o eylemin içinde çağların pisliğinden, mevcut düzenin dünya görüşünden, inançlarından, alışkanlıklarından, yamukluğundan kurtulurlar. Düzeni değiştirme eyleminin içinde kendileri değişirler.

    Yani sosyalizme geçişte, kitlelerin kendi eylemi “olsa ne güzel olur” değil, “olmazsa olmaz” koşuldur.

    Mevcut düzenin yerine başka bir düzen yaratma sürecinde geniş emekçi kitleler kendi yönetim organlarını oluşturur ve ancak bu süreç içinde oluşturur. Bu organlar onlara yukarıdan verilemez, hediye edilemez, onlar adına yönetilemez.

    Daha güzel bir toplum için harekete geçen emekçi kitlelerin eylemi, tarih boyunca, iş bırakma, işyerine el koyma, toplumsal ihtiyaçları karşılamak için tabanda örgütlenme, mevcut iktidarı kabullenmeme, aşağıdan yukarı doğru kendi iktidarını kurma şeklini almıştır.

    Kapitalizm çağında hiçbir devrim, geniş kitlelerin silahlanıp mevcut düzenin ordusunu yenilgiye uğratmasıyla olmamıştır. Geniş kitleler silahlı değildir, silah kullanmayı bilmez, düzenli ordu gibi davranamaz, düzenli bir orduyu yenemez. Mevcut düzenin ordusu, yenildiği için değil, sokaktaki milyonlardan etkilendiği için, onların üzerine ateş açmayı reddettiği için dağılır.

    Geniş emekçi kitlelerin gücü, silah veya şiddetten değil, kitlesellikten, toplumun çoğunluğu olmaktan ve üretim yapan sınıf olmaktan kaynaklanır.

    Şiddet kullanmak, mevcut toplumda şiddet tekelini elinde bulunduran ve bunu profesyonelce kullanan egemenlerin işine gelir, geniş kitlelerin değil.

    Sosyalizm hakkında söylediklerimi gerçekçi bulmayabilirsiniz. Gerçekleşme ihtimali olmadığını düşünebilirsiniz.

    Gerçekçi olup olmadığı başka mesele. Onu başka zaman tartışırız.

    Ama yukarıda anlattığım sosyalizm ile şiddet arasında hiçbir ilişki yoktur, tarihsel olarak olmamıştır, teorik olarak zaten olamaz.

    Türkiye solunun sorunu da şiddete düşkün olmak değildir zaten.

    Kemalizm’e düşkün olmaktır.

    Roni Margulies

  94. Öncelikle AKP süreci niye başlattı ya da Türkiye’nin Stratejisi Neydi?

    Bunun iki sebebi var. AKP iktidara geldiğinde birden fazla cephede savaşamazdı ve iktidarda kalabilmesi Kemalist elitler dışında herkesle ittifak yapmasını gerektiriyordu. Buna sosyal demokratlar da dahildir.

    Bu nedenle Kürt orta sınıfıyla da ittifak yapmak durumunda kaldı ve içinde Kürtlere yer açtı. Bu politikanın arkasında ise Türkiye sermayesinin çıkarları yatıyordu. Başarısız bir koalisyondan sonra kitlelere umut verecek ve “ulusal” olarak onları birleştirecek yegâne ideolojik perspektifi sunduğu için AKP iktidara geldi. Kitleleri arkasında toplayabilecekti.
    İkincisi ve daha önemlisi Kandil ile savaşın sürdürülmesinin toplumsal ve ekonomik maliyeti ağırdı. Ayrıca uluslararası konjonktür buna izin vermiyordu.

    AKP’nin öncelikle içeride yapması gereken yığınla iş vardı. Neoliberal politikaların hızlandırılması, reform yapılması, işgücü piyasasının deregülasyonu ve eşzamanlı olarak yönetimin kademe kademe merkezileştirilmesi sağlandı. İslami perspektif ise işçi sınıfına yönelen bu saldırıyı pasifize edecek, görünmez kılacak muazzam bir repertuar sağlıyordu. Sağlıktan, eğitime, aileden işyerine… Biat kültürü ve islami yardım adı altında örgütlenen bir sosyal politika ile emekçi sınıfa sus payı verildi (Almanya’nın bu sürece dahli Deniz Feneri davası ile olacaktı hatırlayalım.) Dışarıda ise sıfır sorun politikası izlendi ve güç kazanıldı. Müslüman kardeşler üzerinden ılımlı siyasal islam bir model olarak parlatıldı ve İran modeline karşı Ortadoğu İslam ülkeleri için kapitalizme teşne bir model oluşturuldu.

    Bu merkezileşme belediyeler üzerinden kent, arsa politikası, rant, yağma, toprakların kullanıma açılması vb. süreçleri içerdi. Devlet belediyeleştirildi. Kentlerde toplanan nüfus yüzde 75’leri buldu. Tam yol kapitalizm politikası güdüldü ve özelleştirmeler başladı. Yeni zenginler yaratıldı. Bu kadar kentli nüfusu hiçbir devlet istihdam edemezdi ve ücretlerin kısılması ve Kamu maliyesi disiplini ile Türkiye 2008 krizini atlattı. Kamunun tasfiyesi iktidardaki bir CHP ile mümkün olamazdı (Baykal’ın tasfiyesi Kamunun dağıtılması sonrasında geldi ve Gandi Kemal piyasaya HDP tarzı bir sola alternatif olarak sürüldü.) Sermayenin devamlı yeni merkezler oluşturarak eski merkezleri değersizleştirme süreci AKP ile gerçekleştirildi. İnşaat ve emlak piyasası, büyük yatırımlar ve hesler, yolların yapılması vb. her şey merkezileşme, yağma, yıkma ve yeniden yapma süreci ile el ele gitti. Bu sürecin bugün Kürdistan’da savaş yolu ile yapıldığını görmek (TOKİ’ler inşa edeceğiz söylemi) ilginç. Ancak daha ilginci yakın bir gelecekte 3 milyon Suriyeli ve Arap mülteciye vatandaşlık verilerek Kürtler tarafından boşaltılan (Cizre, Silopi, Yüksekova vb.) sınır bölgesine yerleştirilmeleri olacak. Osmanlı politikası kısaca. Ve bombalar da sınırdan Türkiye’nin merkezine doğru yöneldi bu süreçte (Reyhanlı, Roboski, Diyarbakır, Suruç, Ankara ve İstanbul).

    Süreçten Ne Anlamalıyız?
    Bütün süreç Kandil tasfiye edilemezse Kürtlerle bir savaşa hazırlık idi aslında. Bunun öncelikli adımı ise devleti şirket gibi yönetmek yani başkanlık sistemiydi. Savaşlar küçük klikler ve merkezi yapılarca yapılabilir ve sürdürülebilir. Başkanlık sanıldığının aksine bir savaş tehdidi karşısında bu ülkenin muktedirlerinin isteyeceği yegâne şeydir. MHP’nin AKP’ye teşne olmasının, Baykal’ın oynadığı rolün arkasında tamamıyla devlet erkinin bir konu üzerinde mutabık olduğunu gösterir; o yol ise tam yol üniter Türkiye ve onun yayılmacı politikası, yani yağma ve talan. Bu yüzden de HDP 7 Haziran sonrası akıllıca bir manevra ile Baykal’ı destekleyeceğini açıkladı ve CHP adayına oy verdi. Buna karşın MHP Ekmelettin İhsanoğlu’nu aday gösterdi çünkü zaten mesele kitleleri uyutarak savaşa hazırlamaktı ve bunu HDP ile yan yana duran bir MHP yapamazdı. Yani kısaca kimseye bunu izah edemez ve tabanını eritirdi. Eğer Baykal Meclis Başkanı seçilseydi, bir koalisyon ihtimali doğacaktı. Ve HDP’nin desteklediği bir koalisyon da savaşı sürdüremezdi, çünkü oyunu geri çektiğinde hükümetin yerinde yeller eserdi.
    Savaş Türk devletinin en başından beri tek vizyonuydu ve başarılı bir şekilde 2007’ye kadar gelindi. Ancak bundan sonradır ki Ergenekon süreci ile Kürt, Sosyal Demokrat ve liberallerle ittifak sağlanarak demilitarizasyon havası yaratıldı. Gerçekte hazırlık insiyatifin Asker’den alınarak Emniyete geçirilmesi ve Emasya protokolüydü. Bu işte devlet cemaati kullandı. Sözde 90’larda yapılan katliamlar, üç beş subayın üzerine atılarak Kürtlerin “gönlü alınacak”tı. Sanki bilinmiyormuş gibi “asit kuyuları” bulundu. Daha önemlisi “çözüm sürecine” ve İslamcı siyasete karşı olan üniterci milliyetçi cephe hizaya getirildi. Erken öten horozun başı kesilirmiş, devletin işine burunlarını sokmaya ve sokak gösterileri ile hükümete meydan okumaya başlamışlardı. Faşist unsurlar saha kenarına alındı ve dinlendirildiler, sonra cezaevinden tek tek çıkarılarak ödüllendirildi çoğu. Bu süreçte çok kritik bir hamle, Hrant Dink’in öldürülmesi, Malatya Zirve katliamı vs.’dir. Tam da “demokratik” ve “sivil” bir hava oluşmuşken bu cinayetlerin ne anlama geldiği bugünden bakılınca daha iyi anlaşılıyor. Eğer Ermeni meselesi kamuoyunda konuşulmaya başlansa, dersim kabul edilse idi vs. Kürt sorunu da barışçıl bir şekilde çözülebilirdi. Ancak Türk devletinin hesabı başkaydı, sivil görünürken Türk devletinin kökenlerini tartışmaya yanaşmadı ve bugünlerde olan ve gelecekte olması muhtemel Kürt Katliamının taşları döşenmeye başlandı. Böylece soft bir rejim değişikliğinin önü de tıkanmış oldu.

    Burada bir parantez ise Bush’un Irak’ı işgaliydi. Çünkü Ortadoğu’da Rusya’nın yeniden dirilişi, İran’ın bir Şii ittifakı araması ve daha kritiği Saddam’ın oyunbozanlık yaparak bir Sünni ittifak gütmesi bölgede dengelerin değişmesi demekti. Bush Amerika’nın “tek kutuplu” dünyada gerileyişinin önünü almak ve egemenlere global “terör” konseptine karşı güvenlik politikalarını bir alternatif olarak sunmak üzere Ortadoğu’ya girdi. “Batı ittifakı ya “terör”e karşı birleşir ya da birbirini boğazlamaya mahkum olur” mesajıydı bu.
    Konumuza dönecek olursak, Türk devleti kendi topraklarını Irak’a saldırıda kullanma iznini Bush’a vermeyerek, fiili Kürt bölgesinin resmen ilan olunacağını da kabul etmiş oldu. Bu açıdan Kandil ile mesafeli bir Kürt orta sınıfı artı Barzani cephesi Türk devletinin tercihi olacaktı. Bunun kanalları çok zorlandı ve yumurtalık boru hattından Kürt petrolünün Türkiye üzerinden taşınmasına kadar pek çok işbirliği gerçekleşti.
    Türk sermayesi Güney Kürdistan’da yatırım yaptı ve genişleyecek bir alan bulabildi. Ancak benzer bir süreç Suriye için söz konusu değildi. Çünkü Türk burjuvazisi Suriye’de Mısır tipi bir Müslüman Kardeşler Örgütü’nü yani Mursi gibi birilerini iktidara taşımak istedi. Bunda aceleci davrandı ve başarısız olunca rotasını PYD ile mücadeleye çevirdi. Bu noktada radikal İslamcıları desteklemeye başladı. Suriye iç savaşının uzaması ile Türkiye’nin Suriye sınırında bir Kürt koridoru oluşması ihtimali Türkiye’nin kâbuslarının nedeniydi. AKP Suriye Kürt bölgesinde Barzani ve KDP ya da İslamcı bir Kürt Partisi’nin egemen olması için her yolu denedi. İçeride Hüda-Par’a alan açtı, Hizbullah’ı cezaevinden çıkarttı. AKP’nin köşe yazarları Kandil’in otoriterliğinden dem vurdu ve PYD’nin kantonlarda muhalefete izin vermediği gibi iddiaları gündeme taşıdı, bunları yazıp çizdi. Çünkü Rojava gerçek anlamıyla (anti-komünist Türk devleti için) bir kâbustu. Bu nedenle Işid ve radikal İslamcılara yatırım yaptı. Paris’teki Işid bombalamalarının izlerini dahi Türkiye’ye kadar sürebilirsiniz. Paris’te üç Kürt kadının öldürülmesi de benzer bir yatırımdır. Yani çok kültürlü, kadın erkek eşitliğine karşı “Işid” sultası, Charlie Hedbo da benzer bir mücadelenin tezahürüdür. Işid yoluyla PYD alt edilmeye çalışıldı. Ancak buna müsaade edilmedi, kısmen Obama’nın dahli ile bunun mümkün olduğu söylenebilir. Burada Obama’nın hangi pazarlığın sonucu bu müdahaleyi yaptığı bilinmez. Ancak Işid tipi “enternasyonal” bir örgütün güçlenmesi ABD ve Batıyı içine alan NATO ittifakı için bir tehdit ancak daha önemlisi radikal İslam tehdidi onları “birleştirmeye yarayan” da bir unsur. Batı kamuoyu mülteci meselesi ve islamofobi üzerinden kendi işçi sınıflarını demobilize etmenin peşindeler. Hatırlayalım, Hantington’un tezi de yeni dünyayı “Medeniyetler” üzerinden kuruyordu. Ayrıca Rojava’da Kürt meşruiyetine karşı barbarların ilerlemesine müdahale etmemeyi batı kamuoyuna kimse izah edemezdi. İşin bu boyutu da hayatidir.

    Dolmabahçe Mutabakatı ya da Savaşa Hazırlık Olarak Barış Süreci

    Çözüm süreci devlet açısından silahlı Kürt unsurların silahsızlandırılması ve Suriye’ye çekilerek orada boğulması süreciydi. Bunun farkında olan Kürtler de demokratik kanallarla meşruiyet kazanarak Türkiye partisi olmaya çalıştı. Çünkü en iyi savunma saldırıdır. Bu saldırıyı olumsuz anlamda okumamak gerekir. Bu nedenle de barış süreci her iki taraf için de hem meşruiyet ve mevzi kazanma ve aynı zamanda savaşa hazırlık süreciydi. Kandil burada kentlerde örgütlenmeyi, KCK ve yerel yönetimlerle iktidarı sağlamlaştırmayı gündemine aldı. Legal yoldan bir barış olasılığını (meşruiyet kazanmayı) da HDP ile canlı tutmaya çalıştı. Türk devleti ise karakol yapımı, Suriye’de radikallerin desteklenmesi, Kürt siyasetçilerin ve solcuların tutuklanması ve tasfiyesi, teknolojik silahlara yatırımla vb. bu sürece hazırlandı. Askeri olarak teknolojik yatırımlar yapıldı ve Türk sanayisi harekete geçirildi. Burada yurt dışına bağımlılığı azaltmak ve topyekin bir savaş için elini güçlendirmek amaçlanmıştı. Epey de silah vb. geliştirildi. Bu taktiğe karşı Kandilin stratejisi savaşın kentlere yayılması tehdidini canlı tutmak ve demokratik araçların kullanılması için başta CHP olmak üzere özgürlükçü sol çevrelerle ittifakı HDP üzerinden aramaktı. Bir hafta öncesinde ise diğer illegal sol örgütlerle bir ittifaka gidildi.
    Dolmabahçe’ye kadar getirilen AKP ve Türk devletinin planı, silahlı kürt milisleri Türkiye’den sınır dışına itmek ve bunun getireceği dalgayla Başkanlığa geçerek topyekün bir savaşı hızlandırmaktı. Burada başkanlık pazarlığına gelmeyen HDP masanın dağıtılması ile karşı karşıya kaldı. Çünkü başkanlık ver özerklik al (özerklik bile değil yerel yönetimin güçlendirilmesi) formülü Pkk’nın geri çekilmesini şart koyuyordu. Bunu da kamuoyuna silahsızlanma olarak servis edeceklerdi. Bunun karşılığında yarım ağız bir özerklik önerisi getirilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Başkanlık verildi özerklik alındı hesabı ile Pkk geri çekilme ve dağdan inme sürecini başlattığında ise kitleler AKP’ye ve devlete teşekkürlerini oylarıyla gösterecekti. Zaten AKP oyları toplasa idi başkanlığı kendisi de getirebilecekti kimseye ihtiyaç duymadan. Yani başkanlık sanıldığının aksine sadece Erdoğan’ın değil bu ülkenin tüm muktedirlerinin hülyasıdır. Fiili olarak başkanlığa geçilmesi de Haziran sonrasında mümkün olmaya başladı. Kayyumlar süreci… Pkk ile savaşılması ve fiili başkanlık süreci Doğu Perinçek’in neden en mutlu günlerini yaşadığının da kanıtıdır. Özellikle Yargıda AKP bu günlerde işçi partisinin pardon vatan partisinin (özünü bulma diye buna denir) adamlarını kullanıyor. Devlet, kabuğuna çekiliyor ve ittihatçı özüne dönüyor ve geri çekildikçe Ankara bombaların hedefi oluyor.

    Kısaca derin Tc’nin planı tutmadı ve HDP bu oyuna gelmedi. Pkk’nin HDP’yi fazlaca “başkanlık karşıtı” siyasete angaje olmakla suçlamasının arkasında da bu var. Yani Tc’yi fazla ürkütmek ve erken bir saldırıya geçmesi için kışkırtmak. Çünkü Kandil de buna çok hazırlıklı değildi ve yaklaşan savaş tehdidi karşısında bir an önce “özerklik” ilanı ile kendini korumaya almanın formülünü devreye soktu. Yani Tc ordusu ile mahalle mahalle tasfiye ve açık infazlara karşı kent unsurlarını savunma pozisyonuna hazır konuma geçmeye ve buna sivilleri dahil etmeye çalıştı. Ancak halkın katılımı görece sınırlı idi. Eğer halk kentleri boşaltmayarak kalkan olsaydı ve Türkiye kamuoyu bu savaşa karşı çıksaydı devasa bir katliamın önüne geçilebilirdi. 10 Ekim saldırısının sol ve HDP’nin birlikte hareket etmesini önlemenin bir yolu olarak gerçekleştiğini hatırlamak gerekir. Keza Suruç saldırısı da böyle bir amacı taşıyor.

    7 Haziran ile HDP ve solun yükselişinin önlenemediği ortaya çıkmıştı. Dolmabahçe mutabakatı günlerinde PYD’nin cerablus gibi ışıdin can damarı olan yerlere saldırması gündemdeydi. Türk devletinin Suriyedeki son mevzisi (Tc için fırat ve azez kırmızıçizgiydi, hatta Baykal azezin bombalanması caizdir diye ortaya çıktı hatırlayın) elinden gidiyordu. Bu nedenle de içeride bir “çözüm sürecini” yürütmek mümkün değildi. Çünkü Tc Rojavayı bombalayıp Işidi desteklerse kendi içinde Kürtleri de ayaklanmaya sevk etmiş olurdu.

    HDP’nin Başkanlığa açıkça destek olmayacağını ilan etmesi sonrasında CHP ile faşizme karşı ittifak arayışı içinde olduğu görülebilir. Kandil dahi CHP’ye açıkça safını seç dedi. Sırrı Süreyya Önder CHP ile ortak seçime girme önerisi dahi getirmişti 1 Kasım seçimleri için. Sınır dışında Rojavayı boğamayan Tc mecburen kendi içinde savaşı körüklemek durumunda kalacaktı ve provakasyonların başlaması da bundan sonra geldi (HDP bürolarına Adana ve Mersin’de bombalı paket yollanması ve Diyarbakır mitinginin bombalanması HDP’nin önünü almak ve barajı aşmasını önlemek için yapıldı). Rojava düştü düşmedi derken, Rojavanın düşmemesi neticesinde savaşın Türkiye topraklarına taşınacağı da öngörülebilirdi. Yani Dolmabahçe’yi dağıtan esas sebep HDP’nin “başkanlığı ver özerkliği al” pazarlığına girmemiş olmasıdır. Çünkü HDP’nin derdi – benim görebildiğim kadarıyla- sanıldığı gibi bir basit özerklik arayışı değil, Ortadoğu halklarına ve öncelikle Kürtlere barış armağan etmektir.

    Sonuç: Çanlar Burjuvazi İçin mi Çalıyor?

    Yani barış sürecinin özü savaşa hazırlıktır. Burada Öcalan’ın bu savaşı engelleyecek adım olarak HDP’yi önermesi önemli bir husustur. İlaveten, HDP’nin İslami kesimlere açılması yolundaki Öcalan’ın telkinleri, yani Altan Tan ve ya Hüda Kaya gibi figürlerin öne çıkması gerçekleşseydi bugün AKP’nin hegemonik başarısından ziyade HDP’nin alternatif olarak iktidara ortak olması mümkün olabilirdi. Bu durumda “barışçıl bir geçiş” de mümkün olurdu. Syrizadan tutun da Almanya yeşillerine kadar bir ittifakı, mülteci sorunundan pek çok şeye her şeyin “sol” bir perspektiften yeni bir zemine kavuşması mümkün olabilirdi. Ancak gelişmeler bu yönde ilerlemedi. Daha kötüsü Avrupa’da ve Amerika’da sağ ve faşist siyasetler ivme kazanıyor. AB Erdoğana sırf mültecileri Türkiye’de tutması karşılığında destek oluyor. Daha ilginci Rusya’nın bu günlerde Cizre ve Sur için çağrı yapması. Zira Barzani birkaç gün önce ilan edilen Suriye Federasyonu’nu tanıdığını açıkladı ve Ankara saldırısının arkasından PKK çıkarsa açıkça bir Türk-Kürt savaşı ihtimalinden söz etti. Kartlar yeniden dağıtılıyor ve eğer Batı’daki Sosyal Demokratlar, İngiltere’de Labour Partisi, Syriza ve Amerika’da Bernie Sanders gibi isimler tutunamaz da sağ siyasetler yükselirse ya da savaş politikalarına açıkça karşı çıkmazlarsa dünyayı çok daha tehlikeli günler beklediğini öngörmek mümkün.

  95. Bu yoruma göre Erdoğan pek masum.

  96. ​PKK “Yuvaya” Döndü!

    Kürdlerin Türk Solu ile bağlarını koparması ve anti sömürgeci çizgide ayrı örgütlenmeye karar vermesi, Türk Solu’nun devletçi/Kemalist ve şoven tutumundan kaynaklıydı. Kürdistan’a “Doğu” diyen, Misak-ı Milli’yi savunan ve İşgali meşru sayan Türk Solu, sorunu sadece ekonomik nedenlere indirgeyerek “geri kalmışlık” sınırlarıyla tanımlıyordu. Kürdlerin Türk Solu ile kopma sürecinde en çok tartışılan konular;

    “Kürdistan sömürge midir, değil midir?

    Yarı sömürgenin (Türkiye) sömürgesi (Kürdistan) olur mu, olmaz mı?

    Birlikte mi örgütlenmeli, yoksa ayrı mı? Kürdler bir ulus mu, değil mi? gibi Kürdler açısından hayati olan konulardı.

    Kürdlerin ulusal varlığını ve Ulusal Hakları’nı yok sayan Türk Solu, “Devrimcilik” adı altında Kürdleri Kemalizm’in yedek gücü yapmaya çalıştı.

    Bu devletçi anlayışı reddeden Kürdler hızla kopmaya başladılar ve kendi örgütlerini oluşturdular. Kürd örgütleri genel olarak ‘Kürdistan’ın dört parçaya ayrılmış, paylaşılmış bir sömürge olduğu ve özgürlüğün de bağımsızlıkla olanaklı olacağını; bu nedenle de ayrı örgütlenmenin şart olduğu noktasında hem fikirdiler. Kürd örgütleri arasında ulusal talepler noktasında asgarisi federasyon idi.

    1970-80 arası hızlanan kopma birçok anti sömürgeci Kürdistani yapının varlık kazanmasını sağladı. Bir anlamda Türk Solu ile Kürdistani hareketler arasında net çizgilerin çekildiği bir ayrışma ve farklılaşma gerçekleşti. Kuşkusuz ki bu kopma Kürdler açısından hayati önemdeydi ve ulusal bilincin gelişmesine de çok önemli bir katkıydı.

    PKK ve Kürdler

    Kürdlerin Türk Solu’ndan kopması ve hızla örgütlenerek güçlenmesi devleti fazlasıyla tedirgin etti. TKP gibi örgütlerle Kürdistan’da Kemalist ideolojiyi yaşatmaya çalışan devlet umduğunu bulamadı. Çünkü anti sömürgeci olmayan bir hareketin Kürdistan’da örgütlenme ve güç olma şansı yoktu. Hızla yayılan anti sömürgeci anlayış ve bağlantılı olarak bağımsız Kürdistan düşüncesi, Kürdistani söyleme sahip olmayan bir anlayışın varlığına olanak tanımıyordu.

    Tam da bu esnada piyasaya sürülen PKK, söylemlerinde Kürdistani bir görüntü verse de, pratiğinde tam da devletin istediği gibi anti Kürd/Kürdistan bir politika izleyerek tüm ulusal hareketleri tasfiye etmeye çalıştı. Bu amaçla tüm Kürd örgütleriyle çatışan PKK sayısız cinayet işleyerek tek güç olmaya ve Kürdistani anlayışı yok etmeye çalıştı. Ulusal Kurtuluşçular’dan sert tepki alan PKK, amacına ulaşamadı. Ancak 12 Eylül’den sonra tüm yapılar etkisiz bırakılıp PKK tek başına kalınca PKK’nin yarım kalan misyonu devlet desteğiyle yeniden hayata geçirildi.

    Ortaya çıktığında, Bağımsız Kürdistan’dan aşağı düşmeyen radikal söylemleriyle PKK, bu söylemleri sadece taban toplamak için bir araç olarak kullandığını; özünde Kemalist bir Türk Solu yapılanması olduğunu ve devletçi politikaları hayata geçirme misyonuyla piyasaya salındığını fazlasıyla ispat etmiş durumdadır.

    12.03.2016 tarihinde yapılan bir birlik ve ittifak, PKK’nin bir Türk Solu hareketi olduğunu ve Kürdistan’daki ulusal dinamikleri yok ettikten sonra artık özünü saklama gereği duymadığını tartışmaya yer bırakmayacak şekilde belgelenmiş oldu.

    Ulusal hiçbir içeriğin yer almadığı yeni birlik açıklamasında, Türk Solu’nun klasik “anti faşist” söylemiyle sınırlı bir anlayış ortaya çıktı.

    “Halkların Birleşik Devrim Hareketi” adıyla kurulan yeni yapıda, PKK dışında, TKP/ML, THKP-C/MLSPB, MKP, TKEP-LENİNİST, TİKB, DKP, DEVRİMCİ KARARGAH ve MLKP gibi örgütler yer aldı. Hiçbir tabanı bulunmayan ve ortak noktaları Kürdlerin devletleşmesini engellemek için “sosyalizm” argümanını kullanan bu Kemalist örgütlerin gücü, Türkiye’ye göç etmiş ve varoşlara mahkûm edilmiş Kürd gençlerini örgütlemek ve harcamakla sınırlıdır; özellikle de Kürd Alevileri…

    PKK Ne zaman Yoldan Çıktı?

    Hiçbir ulusal talebi (sözde/söylemde bile) kalmayan dahası ulusal taleplere açıkça düşmanlık yapan PKK’nin bir “Kürd hareketi” olmadığı artık herkesçe görülebiliyor.

    Bazı yaklaşımlara göre; Öcalan’ın Türkiye’ye gelmesiyle birlikte PKK ulusal niteliğini kaybederek entegrasyoncu bir yapıya büründü.

    Bir başka anlayışa göre ise; PKK ulusal bir harekettir ama yönetim kadrosunda yer alanlar devletçi/Kemalist bir anlayışa sahiptirler. Zamanla bu Kemalistler dışlanır ve PKK tekrar eski ulusal kimliğine bürünür…

    Özgür Bireyler Topluluğu olarak:

    PKK’nin bir devlet projesi olduğunu;

    Kürdlerin ulusal taleplerini bastırmak için piyasaya sürüldüğünü;

    İlk etapta “Kürdistani söylemleri” taban kazanmak ve meşruiyet için kullandığını;

    Hiçbir zaman ulusal bir hareket olmadığını;

    İçinde yer alan yurtseverlerin sistemli bir şekilde yok edildiğini veya dışlandığını;

    PKK’nin kurumsal olarak dönüşemeyeceğini ve Kürdlerin Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nde en büyük engeli teşkil ettiğini;

    Bu kirli kurumu aklamak yerine, içinde yer alan yurtseverlerin kurum dışına çıkarak ulusal saflarda yer almaları için uğraşmak gerektiğini;

    PKK’nin ihanet projesi olarak tüm yurtseverlerce mahkûm edilmesinin ulusal bir sorumluluk olduğunu ısrarla söyledik/söylemeye devam edeceğiz.

    PKK ve Kuzey Kürd oluşumlarının “Birlik” yalanları

    Yıllardır PKK’nin sürdürdüğü bir oyun var. Bu oyun, sıkıştığında “Kürdlerin Birliği’nden” söz etmek, nefes aldığında da Kemalist kimliğini öne çıkararak Ulusal Hakları ve örgütleri aşağılamak olarak özetlenebilir. PKK’nin bu birlik oyununu hayata geçirmesi için yedeklere/aklayıcılara/figüranlara ihtiyacı vardı. Bu ihtiyacı karşılamada hiç zorlanmadı. Çünkü kendi başlarına varlık kazanamayan Kuzey Kürdistanlı politik aktörler, kişisel amaçlarına ulaşmak için PKK gölgesinde bir koltuk kapma amacıyla peş peşe örgütler/partiler/inisiyatifler kurdular veya eski/ölmüş yapıları canlandırdıklarını öne sürerek pazarlık yapma ve kendilerini pazarlama ortamı yarattılar. Politik aktörlerin bu koltuk zaafını iyi değerlendiren PKK, seçim dönemlerinde kimilerine bir koltuk vererek, kimilerine de bir koltuk verebilirim umudunu vererek istediğinde onları etrafında topladı. Böylece PKK bu aklayıcılar/tüccarlar sayesinde hem “Bir Kürd Hareketi” olduğunu kitlelere inandırmaya devam etti, hem de ulusal bir hareketin ortaya çıkmasına engel olabildi.

    Bilindiği gibi legal alanda Türk Solu ile HDP çatısı altında birleşme kararından önce, Diyarbakır’da aklayıcı bazı insanlar “Kürdistani ittifak” adı altında PKK’ye biat ettiklerini deklere etmişlerdi.

    “Halkların Birleşik Devrim Hareketi” ilanından hemen önce de, yine Diyarbakır’da bazı politik aktörleri devreye sokarak Kürdlük zemininde meşruiyet kazandı ve hepsinin mutlak itaat ve iradesini alarak Türk Solu’na teslim etti. PDK-BAKUR, PAK, PSK son oyunda figüran rolü üstlenen ve kişisel hesaplar uğruna kendilerini pazarlayan yapılardı. Azadi İnisiyatifi ise önceden kendisini pazarlamış ve bir Milletvekilliği karşılığında “Şêx Seid’in mirasını” Kemalistlere satmıştı.

    Kuşkusuz ki PKK’nin Türk Solu ile nikâh tazelemesi, biten bir evliliğin tekrar sağlanması değildi; gizli yürütülen bir ilişkinin alenileşmesiydi sadece. Bu ittifak, PKK’nin çıktığı yere açıkça geri dönmesidir. Bu açık geri dönüş, PKK’nin “Kürd hareketi” olduğu iddialarını çürütmesi bakımından olumluydu. En azından Kürdleri kandırma şansları kalmadı; tabii ki aklayıcıların da ulusal zeminde meşruiyetlerini kaybettirdi PKK. Bundan sonra PKK’den koltuk kapmak için kimse “Kürdlerin Birliği” yalanına sarılamayacak. İsteyen direkt gider PKK’nin/Türk Solu’nun hizmetçiliğini yaparak kendisine bir gelecek temin edebilir; ama Kürdistani söylemleri alet ederek buna yapma koşulları ortadan kalkmış oldu…

    Yıllardır PKK’nin rolü ve misyonu konusunda tartışıyoruz. Ne yazık ki orta yolcular bu misyonun görülmesine engel olmak için büyük bir direnç gösterdiler. Neyse ki PKK’nin son “Birlik” kararı her şeyi netleştirdi ve “Birlikçi” yaranmacılara da altından kalkamayacakları bir şamar vurdu.

    Bundan sonra Ulusal Güçlerin birliğinden söz edecek olanlar, “Birlikçiler” gibi zor durumda kalmamak için özellikle dikkat etmeleri gerekiyor. Bu dikkat ise, Kürdlerin birliğinin ulusal birlikten geçtiğini; ulusal birlik bileşenlerinin de ulusal hakları savunan anlayışlar olduğu gerçeğinden hareket etmeleri gerekiyor. Bu düşünsel dikkat yanında, bir koltuk kapmak için siyaset yapan palyaçoların Ulusal Birlik gibi ciddi girişimler içinde yer almaması gerektiğinin bilinciyle hareket etmelidirler.

    PKK Kürkçü dükkanına (Türk soluna) geri dönerken ulusal güç olma iddiasını da geçersiz kıldı. Daha doğrusu olmayan ulusal duruşunu/kimliğini varmış gibi gösteriyorken, son ittifakla birlikte ulusallıkla uzak yakın bir ilişkisinin olmadığını net bir şekilde herkese göstermiş oldu; PKK’nin bu açık tercihi aynı zamanda kendisini aklayan Kürd politik çevrelerinin de ulusal güç olma iddiasını çürütmüş oldu…

    Haber/Yorum

    18.03.2016

    http://www.nasname.com/a/pkk-yuvaya-dondu

  97. “Bu yoruma göre Erdoğan pek masum.”
    Bu yorum dediğiniz benim yazımdaki yorum.
    Bu yazımdan o sonucu çıkartmak, tavşan çıkartmaktan çok daha zor, bravo.
    Demek bu kadar değerlendirme yapan biri olarak bendeniz, masanın devrildiğini söyleyip, Kürt milletinin mücadele güçlerine her gün küfreden ve kırım emirlerini ben veriyorum diye övünen birinin masum olduğunu düşünüyorum. Şunu da mı söylemeliydim: Erdoğan’ın tek seçeneği iktidar olamasa da, iktidarla birlikte olmak veya ittifak yapmak veya her ne yaparsa yapsın başta olmasıdır. Yoksa o yazıdan erdoğan’ın masum olduğu çıkar, öyle mi?
    Oysa ben iddiamda iddialıyım. Laf kalabalığını bırakalım.
    Kürt milletinin temsilcileriyle her şey iyi giderken, seçime 3 ay kalmışken, iş Dolmabahçede açıklama yapmaya kadar varmışken ve erdoğan bunun her santimini biliyor ve ilk anda kamuoyuna, özlediğimiz gelişmeler ama bunlar yetmez” dedikten ve Kürtlerin oyuna deli gibi ihtiyacı varken 3 gün sonra masayı devirmesinin nedenini açıklayın.
    Yazınıza bakın, o kısmı bir laf kalabalığıyla geçiştiriyorsunuz. Oysa MASANIN DEVRİLMESİ SAVAŞA ATILAN İLK ADIMDIR. BUNU AÇIKLAMADAN BUGÜNÜ AÇIKLAMAK ZORDUR.

  98. sizin öyle bir niyetiniz olduğunu söylemek istememiştim. Özür dilerim.

  99. kafamda oturtamadığım bi şeyler var. hdp’nin pkk ile olan bağı hakkında. hdp ciddi bir başarı kazanmıştı. milliyetçi ortamlarda büyümüş birçok kişinin bile onlara sempati kazanmaya başladığını gördüm. böyle bir durumdayken 1.seçim sonrası olaylar başladığında hdp pkk ile bir olamaz, çok saçma dedim ve sizin vardığınız sonuçlara vardım. ama sonra dönüp bakıyorum da, demirtaşın “apo’nun heykelini dikeceğiz” videosu, vs. bunlar ne yapmaya çalışıyolar, bu canilikleri yapan bir örgüt bir tarafta, bir tarafta siyasi mücadele veren, başarı kazanmış bir parti.. bağdaştıramıyorum.. acaba varlıklarını borçlu oldukları için mi birbirlerini terkedemiyorlar ya da pkk nın içinden aralarının iyi olduğu insanların hatrı mı desem, bak yine bu olan saçmalıklara yaptıklarına dönüyorum.. sorguladığım şeyler “bir insan neden terörist olur” konuları vs. değil. algım bulanıyo Gün abi.. beni anladığını düşünüyorum, yorumuna ihtiyacım var, teşekkürler…

  100. Ne yazık ki hdp pkk ile aynı tabana dayanıyor ve bu taban ne kadar pkk’nin baskısı ve yönlendirmesi altındaysa hdp de o kadar öyle. Bu çemberi yaramadılar.

  101. abd son zamanda ki danismanlar acik ve net erdogan tehlikesini görüyor ve gidecegene dair aciklamalar yapiliyor,son brüksel katliaminda akp cemaati sevinc gösterekleri artik avrupada ki hükümetlerde erdogan dünya icin nasil bir tehlike oldun anlamislar.

    türkiyenin ilimli islam ülkesi degil cihati dünyaya ihrac eden ülke olacani anlamislar umarim…..erdogan ve akp nasil gider ???
    merkez sagin yüzde 25lik orani akpden kaymadikca secimle gidmez bu kesin belki a.gül formülü yapilip yeni bir mekez sag partisi cikabilir ve belki yakin zamanda hayata gecebilir.baska bir ulasilik ise darbe!!!
    olamaz demeyin bence tsk abd ve avrupadan gelen tepkiler bekliyor ve akp daha seriat kanunlari gecine aktif olacak gibi görüyorum.bizler ne yapabiliriz???
    inanicimizi yitirmeden evrenselik ve aydinlamadan yana koyacagiz!
    en temel hak insanin kendini birey kabul etmekdir yani özgürlük….

  102. “bizler ne yapabiliriz???”

    Naaparsaniz, yapin; ama, lutfen bir daha ilaclarinizi almayi ihmal etmeyin.

    Ayrica.. Ben ABD ile az once gorustum; danismanlardan biri ikisini size gonderecekler. Millet davayi cakmasin diye beyaz onluk giyeceklermis. Bozuntuya vermeden onlarla beraber gidersiniz. Everensellik ve aydinlanma konusunda fikirlerinizi alacaklarmis.

  103. @necip

    kimin ilac ve tedavi olmazini
    sende görüyürsun ne mutlu sana 🙂

    acikla be dostum düsüncelerini böyle bilgisarayin arkasina sirinarak atip tutmak kolay……
    ilk önce insan ol ve saygi ögren…..
    kimbilir simdi cikar dersin ki ben devrimciyim……
    o zama bizler yanmisiz……

  104. “kimbilir simdi cikar dersin ki ben devrimciyim”

    Hangi cagda yasiyoruz?

    Bu devirde devrimci olmayan mi kaldi?

    Kimisi fasist devrimci (solcularin bir kismi dahildir), kimisi liberal devrimci, kimisi etnik devrimci, kimisi mandaci devrimci, kimisi ulusalci devrimci, kimisi mezhepci devrimci (evangelistinden tut, sunnisi de alevisi de dahil), digerleri de universal devrimci.. her yola gelir..

    Bunca devrimci varken, ben devrimci olmusum olmamisim neyi degistirir.

    Sizler var olun, sagolun; ama illa da devrimci olun 🙂

  105. Bence..
    Sosyalist devrim koşullarının bulunmadığı toplumsal-nesnel koşullarda Devrimcilik, örgütleri insanları Darbeciliğe sürükler.
    Bu nedenle günümüz koşullarında Laik-Seküler-Demokrat bir “evrimcilik”, cephesi daha önemli görünüyor..
    Sosyalistlerin-anarşistlerin… dışarıdan destek vereceği, kendi iddialarından vazgeçmeden katalizör, destekçi, hatta “önlerde” de yer alsa tümüyle içine girmeyeceği bir toplumsal mücadele süreci öncelikli görünüyor..
    Hiç bir yapı kendi “özel programını” uygulamayı aklına getirmeden …
    İslamcı faşizm koşulları “lağvedilmeden”, bu dünyaya ait tartışmalar değersizleşebilir..
    İslamcı Faşizmin çocukları ne hale getirdiği iyi görüldüğünde “acil görevin” ne olabileceği de bence kendiliğinden ortaya çıkıyor.. Bir kuşak kaybedilebilir!
    “Evrim” daha öncelikli görünüyor..

    *

  106. @ögürsel

    katiliyorum
    devrim konusunda veya sosyalist bir topluluk icin marx yine hakli cikmistir onun deyim ille sosyalist toplulukar ancak kapitalizimin bütün gecisini yasamis ve modern ülkeler olur,tarih onu dogruluyor.marxist-leninistler anlamak istemezseler bile……
    türkiyenin bas sorunu gericiliktir bu cözülmedikce bizler sadece devrimden konusuruz,akpnin maske düsmüstür ne olmazi istedilerini söylüyor yapiyorlar.tsk bence beklemedetir zamana calisyor……yani erdogannin daha sert uygulamalarini bekliyor.bizler darbeci mi oluyoruz???
    bence hayir cünkü artik öyle bir dönemden geciyoruz ki bireylerin yok oldu ülke oldu türkiye bunu hic bir sol yelpaze kabul edemez.

  107. IŞİD dostu, totaliter bir İslamcı Faşizmin arkasından ağlayacak olanlar olabilir!
    Ben o katliamlarda öldürülen; savaşa sürülerek birbirini öldüren insanların arkasından ağlarım; ölen iktidarlara değil… Arkaik siyasetin öldürttüğü gencecik insanlara acırım; bu tür cinayetleri işlemeyecek bir iktidarı da “tarihsel” ve “geçici” olarak olumlu bulurum.

    12 Eylül’ü içerde, dışarda yaşadım….. Yaşadıklarımızı karşılaştırılabilir görüyorum!
    Kaldı ki, 12 Eylül Burjuvazi’nin “haklı” bir sınıf tavrıydı; bugün böylesi bir haklılık bile yok!
    Bu yanı ile de bu tarihsel “saçma” faşizme her koşulda acımak için de hiç bir sebep yok…
    *
    aradan uzun yıllar ve çok şey değişti..
    bu nedenle bu fıkra da duruma uygun…
    *
    Bektaşiye sormuşlar.. Masada iki bardak şarap ve iki şise.. “Hocam sen anlarsın, hangi şarap iyi”…
    Hoca birini içimiş ve masadaki bardağı göstermiş.. “Bu daha iyi!”
    “Ama hocam” demişler.. “bu şarabı içmedin..”
    “gerek yok” demiş, “bundan kötü olamaz”…
    ****
    80 milyonluk bir toplum bu şekilde yaşayamaz.
    Meşruiyetini yitirmiş bir iktidarın arzularına göre şekillenemeyecek görünüyor… İktidarın ideolojisi de çökmüş! IŞİD’e bile sığınmaya hazır; söyleyecek bir sözü olmayan salt öldürerek yaşadıklarını, var olduklarını duyurtan; öldürmezlerse acınası, alay edilesi olduklarını bir şekilde anlamış “öfkeli gençlerden” medet uman… Milli Görüşçüler bile tasfiye edilmiş; iktidarın yemlediği güruh ile nereye kadar? Ellerinde ahlaksız, kabuk, posa, riyakâr bir din söylemi… Hazcı, “materyalist”, paracı bir Din! Ne büyük bir sefalet ama! Her Din’in “iyi” ve “berbat” yanı vardır; ne tuhaf.. şu anki ideolojileri ellerinde kalmış bir “koçan”. Direnecekler ama ideolojileri tükenmiş olanların direnişi uzun sürmez!

    Toplum da kendi çıkarlarına göre “demokratik” inisiyatif alabilecek teori ve örgütlülüğe sahip değil…

    geriye kalan seçenek nedir?
    kaos, katliamlar, tutuklama ve hapis…
    ya da…

  108. Devrim yapmak isteyen insanlar rasyonel tartışmanın politik çelişkileri çözmenin en uygun aracı olduğuna inanmazlar. Sonuçta politik muarızlarına şiddet uygulamayı zorunlu ve en etkili yol olarak görürler. Seninle şiddet uygulamadan tartışmayı ancak belli bir süre için (bazı “objektif ve subjektif koşullar”ın bir sonucu olarak) doğru bulurlar. Bunlar en yakın müttefiklerini bile nihayetinde haklamayı düşünürler. Her grup kendini genellikle Ekim Devrimi öncesindeki Bolşeviklerin pozisyonunda görür. Diğerlerine biçilen ömür en fazlasından Menşeviklerin veya Sosyalist Devrimcilerin ömrüdür.

    Ne Türkiye’de ne de Avrupa’da bu gibi “devrimciler”in bir kıymeti harbiyesi vardır. Bunların fikirlerini ve radikal retoriğini kimse ciddiye almamaktadır. Bunların marjinal dünyasına girmek bir züldür. Politika yapacaksanız politik güçlerle ilgilenmek ve onların düşünce ve programlarını esas almak zorundasınız. Politik dünyada esamesi okunmayan marjinal kişi ve gruplarla uğraşmanın mantiki, rasyonel bir açıklaması yoktur.

    http://www.geocities.ws/dersimsite/dersimsorunu.html

  109. çıktılar önüme ansızın
    oraları gündüz gibi aydınlıktı ama onları benden başka gören olmadı
    bir mangaydılar
    kısa konçlu çizmeleri pantolonları ceketleri
    kolları kollarında gamalı haç işaretleri
    elleri ellerinde otomatikleri vardı
    omuzları miğferleri vardı ama başları yoktu
    omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu
    hattâ yakaları boyunları vardı ama başları yoktu

    ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler

    yürüdük
    korktukları hem de hayvanca korktukları belli
    gözlerinden belli diyemem
    başları yok ki gözleri olsun
    korktukları hem de hayvanca korktukları belli
    belli çizmelerinden
    korku belli mi olur çizmelerden
    oluyordu onlarınki
    korkularından ateş etmeğe de başladılar artsız arasız
    bütün yapılara bütün taşıt araçlarına bütün canlılara
    her sese her kıvıltıya ateş ediyorlar….

  110. “söyleyecek bir sözü olmayan salt öldürerek yaşadıklarını, var olduklarını duyurtan; öldürmezlerse acınası, alay edilesi olduklarını bir şekilde anlamış “öfkeli gençlerden” medet uman…”

    Bravo. PKK, DHKP-C, ISID.. hepsini bir cumlede bu kadar guzel ozetleyebilirdiniz.

    “Direnecekler ama ideolojileri tükenmiş olanların direnişi uzun sürmez!”

    Oyle de olmuyor mu zaten?

    PKK, ‘cozum sureci’nin tadina bakmis kitlelerin aradaki farki gormesiyle cozuluyor.

    DHKP-C, yeni aciklanacak olan Alevi paketi sayesinde kendi tabaniyla benzer celiskileri yasayacak. Bir ic-savas da Aleviler arasindan cikarsa sasirmamak gerekir.

    ISID, Turkiye’de taban bulacagi zemin zaten cok genis degildi; bu zemin –cemaatlerin giderek daha fazla tasfiye edilmesiyle– daha da daralacak.

    Kisacasi, geriye (yukaridaki kesimlerden) bir avuc asiri fanatik kalacak; bir de onlari destekleyen (fistaklayan desek daha dogru olur belki) ‘aydin’..

    Ben bu ‘uyanik aydin’larin TSK’ya bir tur Mehdi ozlemiyle bakislarini aslinda anliyorum: Caresizlik donemlerinde, herhangi bir seyi degistirmek gucu olmayan zumrelerde bu tur beklentiler fazlasiyla gorulur.

    Bu anlasilirdir da, ‘her safak husranla uyanmak’ anlamina gelecek olan realitenin, yani, TSK’nin neden butun sermayesini bunlarin (bu marjinallerin) emrine verecegini aciklamak kolay degil.

    Bir basortusu konusu yuzunden, toplumun buyuk cogunluyla ters dusmenin kendilerine nelere mal oldugunun farkinda degil midir TSK, ki bir daha benzer marjinallerin pesinden gitmek icin tekrar gonullu olsun?

    Dahasi da var: Eskiden, TSK kadrolari ile toplumun geneli arasinda ciddi bir egitim/bilgi ucurumu vardi. Dusunun, okuma-yazmayi bile orduda ogrenenler hic de az degildi. Bu ve benzeri seyler TSK mensuplarina ayri bir ustunluk, zimni bir mesruluk taniyordu.

    Fakat, o gunler cok gerilerde kaldi. Artik koylu nufus cok azaldi; sehirli nufus ise TSK’ya ozel bir saygi duymuyor.

    TSK kurmaylarinin ufkunun daha genis oldugunu, tarafsiz ve daha iyiye yonelik donusturucu bir hareket (darbe) yapmalarinin mumkun olabilecegini dusunen sayisi yok denecek kadar azaldi ve giderek aratacak gibi de gorunmuyor.

    Bu da, bir darbenin toplum tarafindan /satinalinmayacagina/ isaret ediyor.

    Geriye ne kaliyor?

    Misir usulu bir darbe?

    Ekonomide TSK’nin agirligi Misir’da Misir ordusununkiyle kiyaslanamaz; bizde yok dencek kadar azdir; OYAK filan, genel ekonomideki yeri bakkal dukkani olcegini gecmez.

    Ayrica, Misir ordusundaki her ustu rutbeli subayin birden fazla sapkasi (resmi gorevine ilaveten ozel sirketlerle ortakliklari, yoneticilikleri) TSK’da gorulmez.

    Dolayisi ile, ne bir darbe ile koruyacaklari cikarlari vardir, ne de bir darbe sonrasi elde edecekleri zenginlikler..

    ‘Tamamen duygusal’ bir sebep olmayinca, geriye ‘beka sorunu’ kaliyor; yani, ulkede Devletin gelecegini tehlikeye atacak buyukluklerde isyanlar vb cikarsa..

    Bu da uzak bir ihtimal bence.. Yukarida da yazdim. Isyan potansiyeli olan kitlelerin ‘silahli politik uzantilari’nin tabanlari eriyor, daha da eriyecek veya kendi icinde parcalanacaklar.

    Yani, ‘beka sorunu’nu artmiyor, azaliyor.

    O zaman, TSK’nin bir darbe yapmak icin, halka mesru gosterecegi, nesi kaliyor?

    Butun yapisi otoriterlik uzerine kurulmus olmasina ragmen, Erdogan’in otoriter oldugu iddialarini mi one surecekler? Ne diyecekler?

    Sonuc:

    Mehdi ozlemlerini dile getiren ‘uyanik aydin’larin (buna mandacilar da dahil) durumlarini anliyorum.

    Caresizlik cok berbat bir duygu.

    Bu yuzden, evet, evrim daha akillica bir yaklasim.

    Evrim sonucunda, Mehdi ozlemlerinin icinin bos oldugunu gormek ihtimali daha yuksek gibi cunku.

  111. Kafa Karışıklığı Anarşist Yapar

    Kafa karışıklığı kişiyi farkına varmadan anarşist yapabilir

    Kafa karışıklığı o kadar yaygın ki, muhalif olmaya çalışırken kendilerini terörizmin yanında bulanların ya da sosyalist olmak iddiasını seslendirirken anarşizme kayanların sayıları az değil…

    “Terörizm”in ne olduğunu yaşayarak öğreniyoruz. Bir siyasal söylemi şiddet eylemlerini kullanarak topluma iletmek ve yılgınlık yaratarak ülke gündemini değiştirmek, teröristlerin ana yöntemleri.

    Oy en etkili araçtır
    Oysa yaşayarak öğrendiğimiz bir başka gerçek de çoğulcu ve özgürlükçü demokrasinin ana aracı olan “Oy”un, ülke gündemini değiştirmek konusunda silahtan ve bombadan daha etkili olduğudur. Bu gerçeği PKK’lı teröristler de gördükleri için, HDP’yi demokratik ve meşru siyasal süreçten çıkartmaya uğraşmaktalar.
    Bir başka mesele de, kendilerini sosyal demokrat ya da genel anlamı ile muhafazakâr bir iktidar karşısında muhalif konumda görenlerin, özgürlükçü demokrasinin temel kurallarını görmezden gelmeleri ve ideolojik olarak “Anarşizm”e kaymaları tehlikesidir.

    Terörist değiller
    Bunlar asla “Terörist” eğilimli değillerdir… Bireysel özgürlüklerden, uygarlıktan yanadırlar, şiddete karşıdırlar… Ama kendilerini temsil eden siyasi partiler seçmenden oy almayı başaramadıkları için ezik bir ruh yapısına sahiptirler. Bu nedenle, muhalif olmak ile demokrasinin temel öğelerini yok saymak, seçmene öfkelenmek, kişilere ya da devlete dönük saplantılı öfkelere kapılmak, bunların anarşizme uzanan yollarının taşlarını oluşturmaktadır.

    Anarşizm nedir?
    Kafaları çok karışık olan bu kesime “Anarşizm”in ne olduğunu hatırlatmakta yarar olduğunu düşünüyorum.
    Anarşizm, geleneksel siyasete karşıdır. Devletsizlik ve şiddetsizlik temel ilkeleridir. Klasik anarşizmde parlamento sahte bir kurumdur, halkın iktidarı değildir, bu yüzden oy vermemek gerekir. Devlet, doğası gereği kötüdür. Partiler düzenin elemanlarıdır.

    Bazı anarşistler
    İspanya İç Savaşı’nda anarşistler de yer almış, yenilmişler ve marjinalize olmuşlardır. Birinci Enternasyonal’de güçlü bir anarşist akım vardır. Proudhon “Mülkiyet hırsızlıktır” demiştir. Anti politik siyaset üreten önde gelen anarşistler arasında Proudhon, Bakunin, Kropotkin, Godwin, Sorel, sayılabilir. Kısacası bireyci anarşizmde devlet yoktur, vergi yoktur, askerlik yoktur, polis yoktur, kanun yoktur ve sonunda toplum yoktur. Kropotkin evrimci, Tolstoy pasifist, Gandhi boykotçu, Proudhon kooperatifçidir.

    Mehmet Barlas
    25 Mart 2016
    Sabah Gazetesi

  112. Kapitalizmden önce geriliğin aşılması gerektiğini savunan yorumlar bir açıdan doğru ama bir açıdan da yanlış.
    Şöyle ki; kapitalizm, bir yönüyle gelişmiş bir para ve tüketim ekonomisi, gereksiz üretim ve israf demek ise, bunların gelişmesine engel olan “gericilik” kapitalizmin gelişmesine de engel değil midir (aşağıda bunun bazı örneklerini vermek istedim)?
    Kapitalizmi aşmak için önce kapitalizme geçmek gerektiği şeklindeki düz çizgici tarih anlayışının sorgulanması gerekmez mi?

    878 de (1473) ölen ve «Tarîkat-ı Muhammediyye» adlı bir de eseri bulunan Birgili Mehmed, kendince, müslümanlığı es­ki arı haline getirmek gayretiyle mevlid okuyup okutma­yı, ölüye kırk töreni yapılmasını, ruhu için helva döktürmeyi, Kur’anı, Musiki makamlarına uyarak okumayı, min­yatür yapmayı, bütün yenilikleri, sanatı, Hz. Peygamber zamanında olmayan her şeyi bid’at sayıyordu.
    Birgili’nin talebesinden Kadı-zâde daha da ileri git­mişti; kendisine uyanlara Kadı-zâdeliler ve Fakılar (Fakıyhler) denmiştir. Bunlar, kaşıkla yemek yemeyi bile bid’at biliyorlar, kutlu gecelerde minarelerde kandil yakılmasını istemiyorlar, minarelerin yıkılmasını, tekkelerin yıkılmasını farz sayıyorlar, tekkeler yıkıldıktan ve mukabele yapılan yerlerin toprağı birkaç karış kazılıp denize döküIdükten sonra orada namaz kılınabileceğini söylüyorlardı.
    Kadı-Zâde, padişahın kaprisinden başka bir şey olmayan tütün yasağını da doğru buluyor, padişah da bundan kuvvet alarak zulmünü büsbütün arttırıyordu. Geceleri fenersiz sokağa çıkan öldürülüyor; tütün içenler orduya mensupsa eli ayağı kırılıp boynu vuruluyor, halktan ise hemen yok ediliyordu.
    (A. Gölpınarlı – 100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar)
    Peygamber döneminden sonraki bütün yenilikleri kaldırmak isteyen Kadızadelilerin görüşleri siyasî otoriteye hâkim olmadıkları zaman yok olmuştur. Devrin önemli âlimlerinden Kâtip Çelebi’nin “ahmaklar” diye andığı insanlar, Naima’nın bir anekdotunda anılmaktadır: Kadızadelilerle ilgisi olan bir kişi, bu vâizlerden birine “Kaşık kullanmak bir yeniliktir. Bu konuda ne dersiniz?” diye sorar. Vaizin bu soruya cevabı şöyledir: “Yemeği elleriyle yesinler.” Aynı kişi, bu kez “Peki, kaşıkçı esnafı ne yapsın?” deyince vaiz, “Başka iş tutsun” der. Aynı kişinin, “Peygamber zamanında çakşır ve don yoktu. Şu hâlde sizlere göre bunları giymek bir bid’attir, yeniliktir. Onları da kaldırır mısınız?” sorusuna vâiz: “Evet, menederiz, peştemal kuşansınlar” diye cevap verince soru sahibi “Efendiler, halk-ı âlemi soyup, baldırı çıplak çöl Arabı kıyafetine sokmak istersiniz” diye karşılık vermiştir.

  113. 90

    Kapitalizm HERŞEYİ SÖMÜRMEYE ÇALIŞIR!

    ‘Faizsiz bankacılık’ veya ‘faizsiz forex işlemleri’ gibi tabirler, İslam’ın, kapitalist akış içinde tutunabilmek için maskeyle örtmeye çalıştığı kaypaklıklardır!

    Kapitalizme karşı olan sadece İslam değildir. Dinlerin geneli, temeli sömürüye dayanan her tür sisteme karşıdır. Soğuk savaş döneminde, komünizme karşı ‘din’ her ne kadar bir tür stepne görevi görmüşse de, dindar kesimler arasında kapitalizmin en az komünizm kadar şirret olduğunu bilen ve karşı çıkanlar da vardı! Bunların sesi kasıtlı olarak kısıldı!

    Öz ifadeyle:

    Kesinkes bir ‘tehlike sıralaması’ yapılacaksa, kapitalizm, dinlerden daha tehlikelidir! Çünkü, dinler aracılığı ile ‘gericilik’in köpürtülmesinden kapitalizm yarar sağlamaya devam ediyorsa, bu yararın sürmesi için gerekli ortamı daima canlı tutmaya çalışır!

    Artık 1950’lerde, 60’larda, 70’lerde yaşamıyoruz!

    19. yüzyıl ‘Marxist algıları’ ile, 27 Mart 2016’daki ‘Marxist algılar’ aynı değil!

    Şöyle düşünün:

    13 Mayıs 2014 SOMA maden cinayetinden sonra veya 10 Ekim 2015 Ankara patlamasından sonra, sokakların protestolarla inlemesi gerekirken, ülkenin geneli ‘daha da pısmış’ bir şekilde gündelik hayatını sürdürmeye devam ediyorsa, bunun ilk sebebi, kapitalist sistemin tahakkümüdür!

    Patlamanın kendisi veya patlamanın etkileri henüz ‘ekmek parası’na dokunmaya başlamamış ise, halk(lar) kolay kolay ayaklanmaz!

    Özellikle günümüzde ‘ekmek parası’nın sürekli gelmesini sağlamaya mecbur bırakılmak (kapitalist tahakküm), ‘dinlerden’ önce gelir!

    Özellikle günümüzde, insan, aç/susuz kalmaya başladığı an, ‘dinler’i ilk plana kolay kolay koymaz!

  114. Burası Türkiye
    AHMET ALTAN

    Aynı yollardan yürüyünce, aynı yere varırsınız.

    Sonunda geldiler, Kenan Evren durağına park ettiler.

    “Anayasa’ya uymuyorum” diyen bir cumhurbaşkanıyla gidebilecekleri bir başka durak da yoktu zaten.

    Kenan Evren kendisine bağlı mahkemelerin kararıyla çocukları vahşice astırıp öldürdüğünde, hapishanelerde işkenceler yaptırdığında, medyayı susturduğunda dünya kendisine “ne yapıyorsun, bunları yapmamalısın” deyince nasıl Evren’in adamları “Türkiye bağımsızdır, karışamazsınız” diye bağırdıysa…

    Şimdi, “Anayasa’yı çiğneyen”, “fiilen” başkanlık düzenine geçtiğini ilan eden, anayasal düzeni değiştiren Erdoğan mahkemelere “Anayasa’ya uymayın” talimatı vererek Can Dündar’la Erdem Gül’ü hapsettirmeye kalkıp da, dünya “ne yapıyorsun, bunları yapmamalısın” dediğinde, bu sefer sadece adamları değil bizzat Erdoğan’ın kendisi de “burası Türkiye, karışamazsınız” diyor.

    Dünyanın “bütünleştiği”, “bağımsız” olduğuna inanan diktatörlerin insanları ezmesine izin vermediği, halkların dayanıştığı bir çağda “burası Türkiye” sözü ne anlama geliyor?

    “Burası Türkiye” demek, “biz size benzemiyoruz, bize karışamazsınız” demek.

    Benzemediğimiz doğru da, bu “benzemezlik” çok övünülecek, çok istenecek bir benzemezlik mi?

    Sadece şu “Dündar-Gül” davasına baksak cevapları bulabiliriz.

    Nedir olay?

    Bir başbakan, kimseye haber vermeden, devlet içinde kendine bağlı birkaç adamla işbirliği yaparak, “yabancı güçlerle” silah ticaretine girmiş.

    Suçun göbeğine oturmuş.

    Suçu işlerken de yakalanmış.

    Can Dündar’la Erdem Gül de harika bir gazetecilik yaparak bu “suçun” belgelerini, resimlerini yayınlamış.

    Gazeteciliği insanoğlu bunun için icat etti.

    Devlet yönetimini ele geçirenler suç işlediklerinde, bu suçu bulsun çıkarsınlar, halkı bu suça karşı uyarsınlar, suçlular da yargıda hesap versinler diye var gazetecilik.

    Dündar ve Gül, yeryüzünün her yanında gerçek gazetecilerin yapacağını yapmış.

    Dünyanın bütün gelişmiş ülkelerinde bu başarıyı yakalayan gazeteci ödüllere ve alkışlara boğulur, suçu işleyen adam da yargıyı boylar.

    Bizde ne olmuş?

    “Burası Türkiye” olmuş.

    Suçu işleyen başbakan cumhurbaşkanlığına çıkmış, suçu ortaya çıkaran gazeteciler “hapse” atılmış.

    Üstelik cumhurbaşkanı olan eski başbakan, gazetecileri “sizin peşinizi bırakmayacağım, kurtulamayacaksınız” diye televizyonda açıkça tehdit etmiş.

    Sonra Anayasa Mahkemesi, “bu tutuklama anayasaya uygun değil” demiş, gazeteciler serbest bırakılmış.

    Sonra ne olmuş?

    Gene “burası Türkiye” olmuş.

    Cumhurbaşkanı, mahkemeye “anayasaya uymayın” talimatı vermiş, üstelik bir de davaya “müdahil olmuş, mahkemenin anayasayı çiğneyerek gazetecileri yeniden tutuklama ihtimali belirmiş, gelişmiş ülkelerin diplomatları da diplomatik bir dille “yapmayın böyle” demek için mahkemeye gitmiş.

    Erdoğan’la adamları şimdi o diplomatların mahkemeyi izleyemeyeceğini söylüyor.

    Niye izleyemesinler?

    Hukuki bir engel var mı?

    Yok.

    Ama “burası Türkiye.”

    Buranın “anayasayı çiğneyen,” anayasal düzeni fiilen değiştiren” yöneticileri, bu ülkede yaşayan milyonlarca insanın “eti senin kemiği benim” diye kendilerine teslim edildiğini, onları istedikleri gibi hapsedebileceklerini, öldürebileceklerini, tecritlerde süründürebileceklerini sanıyorlar.

    “Burası Türkiye, bize karışamazsınız” diye bağırıyorlar.

    Evren böyle bağırıyordu, şimdi Erdoğan böyle bağırıyor.

    Anayasal düzenin dışına çıktın mı sesin de, sözün de birbirine benzer.

    Hukuku çiğnemenin hakkın olduğuna inanırsın.

    Bugün mahkemeler, 12 Eylül’ün askerî mahkemelerine döndü, facebookları’nda “uzun adama” hayranlıklarını belirten “yandaşlar” sırtlarına birer cübbe verilip, yargıç diye kürsülere oturtuluyor.

    Gül ve Dündar asla yargılanmamaları gereken bir davada yargılanıyor, asla girmemeleri gereken hapislere giriyor ve yeniden hapsedilmeleri için çeşitli oyunlar düzenleniyor.

    Sadece onlar da değil.

    Mehmet Baransu, Hidayet Karaca, Gültekin Avcı ve her gün sayıları artan genç Kürt gazeteciler hapse atılıyor.

    Bu da yetmiyor. ‘’Barış olsun’’ diye bildiri imzalayan üç akademisyeni de amfilerinden koparıp tecride koyuyorlar, kitap okumalarını bile yasaklıyorlar.

    Casusluktan teröristliğe kadar her türlü saçmalıkla suçlanıyor bu insanlar ve mahkemeler onları tutukluyor.

    Niye?

    Çünkü “burası Türkiye.”

    Dünya “böyle yapmayın” deyince de “bize karışamazsınız” teraneleri.

    “Anayasayı çiğneyen”, anayasal düzeni yıkan” adamlara göre, “bağımsızlık” kendi halkına eziyet etme özgürlüğü.

    “Medyayı, polisi, yargıyı ele geçirdim, istediğim adama istediğimi yaparım… Ve asla ben yargılanmam.”

    Onların hayalini kurdukları Türkiye bu.

    Erdoğan, başkan olursa bu “burası Türkiye” felaketini sonsuza kadar sürdürebileceğini, yargılanmaktan kurtulacağını sanıyor.

    Erdoğan, başbakanken büyük suçlar işledi.

    Cumhurbaşkanıyken “anayasaya uymayacağını”, “fiilen başkan” olduğunu, anayasal düzeni değiştirdiğini açıkladı.

    İki cihan bir araya gelse onu yargılanmaktan kurtaramaz.

    Ki onu kurtarmak isteyen zaten “tek bir cihan” bile yok.

    Bütün dünya ve bu ülkenin yarısından fazlası bu “neo-Evren” sendromunun yarattığı felaketi görüyor ve artık Erdoğan’la adamlarına “durun” diyor.

    Yönetimin buna cevabı, şiddet, gayrımeşru baskı, ölüm, hapis oluyor.

    Neden böyle yapıyorlar?

    Çünkü “burası Türkiye.”

    Evren de “buranın Türkiye” olmasına çok güveniyordu.

    Yürüyemeyecek kadar yaşlı olduğu için sanık sandalyesine oturmaktan kurtuldu ama yargılanmaktan kurtulamadı.

    Şimdi, ben de “burası Türkiye” diye naralanan ve anayasayı çiğneyen bütün adamlara sesleneyim:

    “Burası Türkiye.”

    Burada hukuk derin uykulara dalar ama hiç beklemediğiniz bir anda uyanıverir.

    Burada dürüst insanların hiçbir güvencesi yoktur.

    Ama “dürüst olmayanların,” suç işleyenlerin güvencede olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz.

    Algı operasyonları yapa yapa gerçekleri algılama yeteneklerinizi kaybettiniz ama önce dönüp bir tarihe bakın, sonra dönüp bir dünyayı dinleyin, ardından da Reza Zarrab iddianamesini bir okuyun.

    “Burası Türkiye.”

    Sen “Türkiye’yi ele geçirdim, bütün Türkiye’yi kendi mahkemelerimde yargılayabilirim” derken…

    Türkiye seni yargılayıverir.

    Evren gibi bağıranlar, Evren’in sonunu hazırlarlar kendilerine.

    http://platform24.org/yazarlar/1419/burasi-turkiye

  115. katil devlet yıkacağız elbet

  116. Yerli ve Milli Olmak…

    Kerem Dağlı

    Son dönemde özellikle Erdoğan’ın bolca yinelediği bir söylem “yerli ve milli olmak”. “Reis” her şeyin yerlisini ve millisini istiyor. “Yerli ve milli vekiller”le başlayan istekler zinciri, milli değerlere uygun yerli anayasa, milli muhalefet, milli aydın, milli ve yerli medya, “Türk tipi” başkanlık sistemi, Türk tipi kadın hakları, milli irade vb. ile devam ediyor. Erdoğan’ın kafasındaki “yeni” Türkiye’nin ideolojik kodlarından biridir “yerli ve milli” olmak.
    Erdoğan, 7 Haziran seçimlerinden sonra yaptığı bir konuşmasında sarfettiği “sizden 550 yerli ve milli milletvekili istiyorum” sözleriyle başlatmıştı bu söylemi. Erdoğan’a göre “yerli ve milli” milletvekili, onun kafasındaki “yeni” Türkiye projesini ve bu projenin hayata geçmesinin olmazsa olmaz şartı olan başkanlık rejimini destekleyen ve dolayısıyla Erdoğan-AKP iktidarının politikalarını tartışmasız onaylayan milletvekili demekti. Ama her şeyden önce de, “seni başkan yaptırmayacağız” diyerek çekim merkezi haline gelen HDP’yi aforoz eden milletvekili demekti.
    Bu “yerli ve milli milletvekili” tanımından sonra Erdoğan gündeme “milli değerlerimize uygun yerli anayasa” tanımını getirdi. Anayasa komisyonları kuruldu ve tüm partilerden de bu komisyona üye vermeleri istendi. Burada da “yerli ve milli” ile kasıt, başkanlık sistemine ve Erdoğan’ın kafasındaki “yeni” Türkiye’ye giden yolu açacak, Erdoğan’ın mevcut anayasayı ve hukuku hiçe sayan icraatlarına yasal zemin hazırlayacak, onları meşru kılacak, şimdiye kadar yaptıklarından ötürü yargılanmasının önünü kesecek Erdoğanist bir anayasadır.
    Bu diktatoryal anayasa arzusu, “Türk tipi başkanlık”la beraber gündeme gelmiştir. Zaten bu ikisi birbirinin tamamlayıcısıdır. Erdoğan’ın bu anayasayla önünü açmak istediği tam da “Türk tipi başkanlık”tır. Bu öyle bir başkanlık sistemidir ki, farklı ülkelerde halihazırdaki başkanlık yahut yarı başkanlık rejimlerine hiç benzememektedir. Erdoğan’ın tahayyül ettiği başkanlık bunların ötesinde yetki ve güçle donanmış bir başkanlıktır. Kısaca ifade etmek gerekirse, Erdoğan’ın “Türk tipi” diye nitelediği başkanlık, aslında Hitler veya Mussolini örneklerinde olduğu gibi, malûm diktatörlüğü amaçlayan bir başkanlıktır.
    Erdoğan’ın, planlarını hayata geçirmek noktasında “yerli ve milli” veya “Türk tipi” gibi terimleri kullanması, kuşkusuz, “milli ve manevi değerler” üzerinden halkı ikna etmeye dönüktür. Erdoğan, bu demagojik söylemlerle, savunduğu sistemi halkın gözünde meşru kılmaya, bunun Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar açısından bir zorunluluk olduğu algısını yaratmaya uğraşmaktadır. İş o noktaya gelmiştir ki, Erdoğan’ı ve onun projesini destekleyenler “yerli ve milli”, karşı çıkanlar ise gayri millidir. Ve bu noktada Erdoğan, “milli” olmayı, “halkın, toplumun çıkarına olan” şeklinde lanse ederek desteğini genişletmeyi hedeflemektedir.
    Bu açıdan da Erdoğan için halkın “milli ve manevi değerler”e sahip olması son derece önemlidir. Çünkü bunun anlamı, halkın kafasının milliyetçi ve şoven fikirlerle, önyargılarla, hatta kimi zaman ırkçılığa varan düşüncelerle dolu olması; halkın tamamının, devletle bütünleşmiş Erdoğan-AKP iktidarının çıkarlarını kendi çıkarları olarak benimsemesi; bu iktidarı kayıtsız şartsız desteklemesi ve onun gösterdiği yolda ilerlemesi, gerektiğinde bu uğurda ölmeyi dahi göze alması; daha uzun saatler boyunca daha ucuza çalışmayı kabul etmesi ve yoksullaşmasına, işsiz kalmasına rağmen, AKP iktidarında cisimleşmiş olan devletin bekası için kaderine boyun eğmesi demektir. Erdoğan-AKP iktidarı, önce kendine göre bir milli-manevi değerler bütünü oluşturmakta, sonra da her türlü araçla bunu toplum içinde olabildiğince yaymaya çalışmaktadır.
    Erdoğan açısından, Türk ve Sünni çoğunluk “doğal taban”dır ya da bir şekilde kazanılması gereken çoğunluktur. Tıpkı Hitler’in “arî ırk”ı gibi… “Milli ve manevi değerler” bütünü de buna göre şekillendirilmektedir. Kürtler ise Nazi Almanya’sının Yahudileri pozisyonundadır. Onları Aleviler, solcular vb. takip etmektedir.
    Bu ayrımcı, tekçi anlayışa göre, hakkını arayan Kürtler ne yerlidir ne de milli. Alevilerin de “yerli ve milli” olması pek mümkün değildir. Erdoğan’ın baskıcı, ayrımcı, tekçi iktidarına karşı çıkan her muhalefet odağı “yerli ve milli” anlayışın dışındadır. Buna göre sosyalistler, devrimciler, öncü ve mücadeleci işçiler, muhalif çizgideki sendikacılar, ilerici ve demokrat insanların veya aydınların da “yerli ve milli” olmadıkları açıktır! Bu yüzden Erdoğan muhalefeti de kendine göre tanımlayarak, “bize milli bir muhalefet gerekiyor” demektedir.. Benzer şekilde “aydın dediğin milli manevi değerlere bağlı olur, köksüz olmaz” diyerek, barış için imza veren aydınları “soysuz, aydın müsveddesi, karanlık, vatan haini, cahil” olarak nitelemektedir..
    “Yerli ve milli” olmanın kriterlerini kendi anlayışına göre belirleyen Erdoğan, medyadan eğitim kurumlarına, insanların dini inançlarından günlük yaşayışlarına kadar her alana el atmaya çalışmaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçimini kastederek “Ağustosta zaten yarı başkanlığa geçtik” diyen Erdoğan, tüm devlet aygıtlarını ve kurumlarını da bu uğurda adeta seferber etmiş durumdadır. Bu ayrımcı, tekçi zihniyete göre “milli” medyadaki tüm yayınlar milli aile değerlerine uygun olmalıdır, yani milliyetçi ve muhafazakâr değerlerin dışındaki hiçbir şeye yer verilmemelidir. Kürt kentlerinde yapılan katliamları gündeme getirmek gayri millidir. AKP yöneticilerinin yolsuzluklarını, Suriye’ye yönelik kirli ve kanlı tertipleri teşhir etmek gayri milliliktir. Keza, Erdoğan’ı ve AKP’yi eleştirmek gayri milliliktir.
    Din de “milli” olmalıdır, yani egemen Sünni mezhepçiliğin dışındaki inançlara yer yoktur. Türk-İslam sentezi “milli”dir, Kürde ve Aleviye yer yoktur. Tarih de milli olmalıdır. Zamanında Kemalizmin yaptığı gibi, bugün de Erdoğan, tarihi kendine göre yeniden yazmakta ve buna da “milli” tarih demektedir. Çanakkale savaşı ya da Sarıkamış felâketi, Osmanlı’nın kuruluş dönemi, İttihatçıların ülkeyi içine attıkları kanlı maceralar, bugünün politik ihtiyaçlarına göre tekrar yorumlanıp yeni bir tarih yazımına girişilmektedir. Yetmemekte, Erdoğan “Türk tipi kadın hakları”ından bahsetmektedir. Erkek egemen toplumdaki cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadele eden, hakkını koruyan, hakları için mücadeleye atılan kadın, Erdoğan’a ve avenesine göre “Türk tipi” değildir. Bu zihniyete göre “Türk tipi” kadın, toplumda ikinci sınıf insan muamelesi görmesine rağmen sesi çıkmayan, yeri evi ve erkeğinin dizinin dibi olan, kocası, babası, ağabeyi tarafından dövülse de kaderine razı gelen, cinsel tacize veya tecavüze uğradığında dahi suçu kendinde gören, en büyük görevinin çocuk doğurmak olduğunu kabullenmiş kadındır. “Türk tipi” kadının hakkı, bu görevlerini yerine getirmek ve ona biçilen rolü oynamak kaydıyla insandan sayılmaktır.
    Sonuç olarak tüm bu çaba, yani toplumu “milli ve manevi değerlere” uygun hale getirme çabası, faşist gidişata ve yarın kurulduğunda faşist diktatörlüğe karşı çıkmayacak, aksine ona boyun eğecek, lidere ve devlete körü körüne itaat edecek, yeri geldiğinde varlığını devletin varlığına armağan edecek bireyler yaratmak içindir. Daha doğrusu bireyleri böylesi bir sürünün parçaları haline getirmektir. Amaç faşizmin kitle tabanını oluşturmaktır. Bu haliyle, faşizmin kitle tabanı olmaktır “yerli ve milli” olmak. “Yerli ve milli olmak” söyleminin iki temel işlevinden birisi budur. Diğeri ise, bu söylem aracılığıyla Erdoğan’ın önündeki siyasi engelleri bir bir aşması, “Türk tipi başkanlık” diye adlandırdığı faşist diktatörlüğe giden yolu açmasıdır.
    Türkiye’de “milli olmak”, “millileşmek” gibi argümanlar Osmanlı’nın son zamanlarından itibaren kullanılmaya başlamıştır. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde “milli burjuva”nın yaratılması ve onun egemenliğinin kurulması anlamına gelmiş ve Kemalizmin temel kavramlarından biri olmuştur. Sonraki yıllarda da, rejimin ya da düzeninin tehlike altında olduğunu hissettiği her durumda burjuvazi ve devlet milliyetçi söylemleri yükseltmiş, bu bağlamda “yerli ve milli olmak” ve benzeri vurguların dozu artmıştır.
    Bugünün Türkiye’sinde ise “yerli ve milli olmak” kavramı daha özel bir anlamda, Erdoğan rejiminin ideolojik argümanı olarak kullanılmaktadır. Hitler’inden Mussolini’sine, Salazar’ından Franco’suna kadar tüm faşist liderler bu tür yöntemleri ve taktikleri neredeyse birebir uygulamış, neredeyse aynı söylemleri kullanmışlardır. Genel anlamda devletin ve düzenin kutsanması, koyu bir milliyetçilik ve militarizm propagandası, kitlelerin demagojilerle aldatılması, hatta yerine göre anti-kapitalist kimi söylemlerin kullanılması, yabancı düşmanlığının körüklenmesi, iç ve dış düşmanlar yaratılıp bunlara dair korkunun beslenmesi, tarihin “kaybolmuş, geçmişte kalmış manevi zenginliklerine geri dönüş” masallarıyla bezeli olarak yeniden yazımı, İslam Birliği gibi tarihî ve uçuk fantezilerle halkın aldatılması, Türk-İslam sentezi anlayışı gibi milliyetçi-dinci tezlerin parlatılması vb, tarihteki her faşizm örneğinde görülebilecek ortak noktalardır. (bkz. Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme)
    Başkanlık sistemini hayata geçirmek isteyen Erdoğan’a, bu yürüyüşünde, mevcut anti-demokratik hukuksal ve siyasi çerçeve dahi çok dar gelmektedir. Erdoğan, kuvvetler ayrılığı yerine “kuvvetler uyumunu” (yani yargının da, yasamanın da, yürütmenin de kendi elinde toplanmasını), demokrasinin tüm unsurlarıyla birlikte (örgütlenme ve muhalefet hakkının, ifade ve basın özgürlüğünün, insan haklarının vb.) rafa kaldırılmasını istemektedir. Gittikçe derinleşen kriz ve savaş ortamında, ancak bu sayede iktidarını koruyabilecek, gerektiğinde ülkeyi askerî-emperyalist maceralara fütursuzca sokabilecektir. Bu yüzden “Türk tipi başkanlık” adı altında faşist bir rejim kurmayı hedeflemektedir ve “yerli ve milli olmak” gibi demagojik söylemler de hedeflediği rejimi halka kabul ettirmesinde bir araç olmaktadır.
    Faşizmin ne olduğunu ve emekçi kitlelere neye malolduğunu tarih defalarca ve çok acı örneklerle ortaya koymuş olduğundan, halkı bu denli insanlık dışı bir rejime ikna etmek için, Erdoğan’ın bu tür demagojik söylemlere ihtiyacı vardır. Ve işte bu gerçekliği teşhir edecek ve yoluna taş koyacak herkes ve her şey, Erdoğan’a göre gayri millidir ve yersizdir, hizaya sokulması yahut yok edilmesi gerekmektedir. Meselenin özü budur.

    http://marksist.net/kerem-dagli/yerli-ve-milli-olmak.htm

  117. ben almanyada yasiyorum artik burada almanlarda anladi erdogan ne oldu ve ne yapmak istedi bakalim bayan merkel
    ne zaman anliyacak……
    can dündar ille bir röbortaj yabilidi gecenlerde ve diyor ki
    biz artik erdogandan kalan cöküntüsü ille nasil bas edecegiz.
    ilginc geldi bana iyi tarafi erdoganin gitmezi ama cok vahim olan ondan kalan kalintilar,acaba gericilik bu kadar mi devlet
    kurumlarina inmis???
    birlesik haziran harektinin baslati aydinlama kampanyasi o yüzden tam yerinde ve gereken bir yol oldunu gösteriyor.
    bizlere gelince……..aydinlama olmadan bizim fikirlerimiz zayif kalir yani devrim veya sosyalist bir toplum bugün degil yarinda degil ama birgün gelecek!
    marjinalik olsun diye söylemiyorum bizimde zamanimiz gelecek tarih gösteryor bunu güney amerikaya bakin.

  118. temel baltaoglu

    Usta, bence meseleyi türkiye solunun anlayabileği bir açıklıkta yazmamışsın. Aman diyim ne yorumlar yapmışlar. Tahlilinde benim de katılmadığım yorumlar olsa da, kısadan bir tercüme denemesi yapayım. (Sana degil yorum okumaktan çekinmeyen az sayıda kişiye) Devlet denilen şey dunyanın belli bir cografyasinda en inkişaf etmiş, en katı hiyerarşiye ve iktidar tekeline sahip bir örgüttür ve aslında bundan baska bi bok da değildir. PKK felan gibi örgütler de devlet kadar olmasa da belli örgütlerdir. Örgütlenmek de kötü bişey degildir, ta ki iktidar tekelini veya bir parçasını isteyene kadar. Evet iki örgütün savaşı bu. Eleştirimi hemen altina yazmayim ben de yanlış anlaşılmaktan çok hoşlanmam. İlgileniyorsan mailim var mail atarım.

  119. mailime yazabilirsin. sağol.

  120. @temel baltaoglu

    anliyorum senin söylemek istedini zaten ben devlet yasarken kendim bundan rahatzis oldum.
    devletci bir insan degilim demek istedim sadece türkiyenin gericikle nasil bir stradeji izlenmesi ve mücadele edmesi gereken kemalistler beraber yürütelmesinden gecdinten kastim.bunu zayif bir sekilde aciklamis olmus oldum.

  121. BREZİLYA-17 ARALIK-KAYAHAN UYGUR

    Değişime direnen kirli senarist

    Henüz küresel bir devlet olmaya alışamadık. O nedenle ülkemizde herkesin zihni Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren olaylarla meşgul. ABD ile ilişkiler konusunda yapılan yorumlar da bu tek boyutlu yaklaşımdan nasibini alıyor. Zannediliyor ki, ABD’nin yönetiminden rahatsız olduğu ve kendi politikalarıyla uyuşmaz gördüğü tek hükümet Türkiye’de. Bakış açıları bu kadar dar olunca özellikle Batı hayranı sol kesimde ABD’nin darbe ve benzeri yöntemler kullanarak Türkiye’nin iç siyasetine doğrudan müdahale edeceğini sananlar bile var. Oysa dünyada yaşanan tüm gelişmeler gösteriyor ki, ABD açısından durumu Türkiye’ye benzer pek çok ülke var ve Washington’un bu ülkelerin tümünde birden etkili olabilmesi sadece bir hayal. Dikkat edilirse bu ülkelerin hemen hepsi son yıllarda gelişmiş veya toparlanmış ve dünya sahnesine ağırlıklarını koymaya başlamış olan ülkelerdir.

    Çin’in FETÖ medyası

    ABD yönetimi Batı medyasıyla işbirliği halinde birçok ülke yönetimiyle ilgili olarak tanıdık ve birbirine benzer kampanyalar yürütüyor. Örneğin Çin’de medya özgürlüğüyle ilgili olarak yürütülen kampanya Türkiye’dekine çok benziyor. Çin’in Can Dündar’ı Wen Yunchao ABD’ye kaçırıldıktan sonra Almanya’daki arkadaşı Chang Ping ile birlikte ilginç bir iddia ortaya attı. Güya Çin’de çok sayıda insanının imzaladığı bir bildiri varmış, bu bildiride Başkan Xi’nin diktatörlük hevesinde olduğu, kendi kişiliği etrafında bir kült yarattığı, bütün yetkileri kendi elinde toplamak istediği iddia ediliyormuş.

    Üstelik bu bildiriyi imzalayanlar içinde “Parti’nin asıl ilkelerine sadık Komünist Partisi üyeleri” de varmış. Başkan Xi, bu bildiriye orantısız bir tepki göstermiş, Başbakan Li durumu yatıştırmaya çalışırken Başkan Xi savcılara emir vererek imzacıların tutuklanmasını sağlamış. Bu arada gazeteciler Wen ve Chang’ın ailelerine de baskı yapılmış. Bütün bu kampanyada merkezi ABD’de olan Falun Gong adlı dini cemaatin büyük rol oynaması da dikkat çekiyor. Falun Gong’un Çin’deki yeni medya organının adı “Watching” yani “Bakış”. Şu anda hükümet “Watching”e el koymuş durumda ve bazı “gazetecilerin” de casusluktan tutuklandığı söyleniyor. Bütün bu olaylar ne kadar Türkiye’yi andırıyor değil mi? Belli ki, kendini insan hakları ve medya özgürlüğü şampiyonu ilan edenlerin tümü hep benzer senaryoları sahneye koyanlar tarafından ABD’den yönlendiriliyor.

    Brezilya’nın 17 Aralık’ı

    Brezilya’da girdi çıktısını kolaylıkla anlayabileceğimiz başka bir kumpas var. Yoksulluğu ortadan kaldıran ve sessiz yığınların sesi olan Başkan Lula iki dönem görev yaptıktan sonra koltuğunu kendi yetiştirdiği Dilma Roussef’e bıraktı. Fakat politikada ağırlığı devam ediyordu, ülkesinin büyümesi ve sosyal adalet için önerilerde bulunuyordu. Federal Hâkim Sergio Moro, Lula ile Roussef arasındaki telefon görüşmelerini dinletti. Aynı zamanda Lula’ya yakın kişilerin evinde arama yaptırttı ve Petrobras adlı şirketin partiye yardım yaptığı ve karşılığında kara para aklattığı iddiasını ortaya attı. Kurulan kumpasa karşı direnen Roussef, Lula’nın resmen görev almasını sağlamak için onu başbakan yapmak istedi. Bu arada yasadışı yapılan telefon dinlemeleri geçersiz sayıldığından kumpas çöktü, Lula karşıtı şebeke bu kez yüksek seçim kurulunu devreye sokarak Lula’yı engellemeye çalıştı. Bu numaraları da bir yerden hatırlıyorsunuz, değil mi?

    Hep aynı senaryo

    Bu yazımda BRICS ülkeleri adı verilen (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) yeni gelişmiş ülkelerden ikisine yönelik senaryoları anlattım. Diğerlerinde de benzer olaylar yaşanıyor. Çin ve Brezilya’nın eskiden yoksul ülkelerken son yıllarda atılım yapıp ilk 10’a girdiklerini hatırlatalım. Brezilya dünyanın 9’uncu, Çin 2’inci büyük ekonomisidir. Önümüzdeki on yılda bu klasmanın değişeceği tahmin ediliyor, Türkiye’nin amacı da zaten ilk 10’a girmektir. İşte bütün bunlar büyük bir değişime işaret ediyor ve bunun gürültüsüz, patırtısız olması beklenemez.

    Üst akıl ve alt akılsızlar

    Değişim sonucunda kaybedecek olanlar statükoyu korumak için elbette ellerinden geleni yapacaklardır. “Üst akıl mı var?” ya da “üst akıl da nedir?” diye soranlar bilmezden gelseler de değişen dünyada sofraya yeni oturanlar kendilerine bir yer açmaya uğraşacaklar, eskiler ise dirsek darbeleriyle onları engelleyecektir. Aslında politik manevralar ya da kirli “insan hakları” silahı kullanılarak yapılan istikrarsızlaştırma çabaları ile ABD’nin aldığı ekonomik önlemler birbirinin tamamlayıcısıdır. Bütün 2015 yılı boyunca faiz artırımı yapmaya çalışan ancak tökezleyen FED’in asıl amacı yeni gelişen ülkelere kaçan dolarları geri getirmek değil miydi? Aynı şekilde, ABD’nin Çin’deki, Brezilya’daki ya da Türkiye’deki sözde insan hakları mücadelesini destekleyenlerin bir yandan da ABD faiz artışına bel bağladıklarını görmedik mi?

    Dünya politikasındaki tüm gelişmelerde üst aklın asıl stratejisi eski düzene geri dönmek, ABD’nin her şeye hâkim olduğu 20’inci yüzyılı geri getirmektir. Ancak statüko her yerinden su alan, batmakta olan bir gemi gibidir. ABD liderliği dünyanın dört bir tarafında aynı anda yığınla problemle karşı karşıya olduğundan, diğer ülkelerle ve özellikle bölgesel güçlerle birlikte çalışmak zorundadır. Tüm bu nedenlerle şunu söyleyebiliriz ki, üst akıl artık ne yaparsa yapsın tek tek ülkeler içindeki gelişmelerde belirleyici olamaz. Muhalefet, kendisini ülke halkı önünde daha fazla rezil etmeden bu gerçeği anlamalı artık.

    http://www.gunes.com/yazarlar/kayahan–uygur/degisime-direnen-kirli-senarist-675781
    Kayahan Uygur, 31 Mart

  122. BREZİLYA'DA NELER OLUYOR-HİLAL KAPLAN

    Dilma Rousseff, 2010’da %56’ya %44’lük oranla ve 2014’te %52’ye %48’le, yani 3.5 milyon oy farkıyla Brezilya Devlet Başkanı seçildi.

    Bu, muhalefet partilerini, oligarşi sisteminin çarklarından olan sermaye ve bürokrasi çevrelerini sarstı. Çünkü Dilma’nın ikinci kez seçilmesi, önceki iki dönemde (2003-2014) toplam 8 yıl ülkeyi yöneten Lula da Silva’nın da 2018’de tekrar başkan olması ihtimalini güçlendiriyordu. İşçi Partisi durdurulmazsa, ülkeyi en az 8 yıl daha yönetecek ve böylelikle bürokratik oligarşinin de sonunu getirecekti.

    Lula-Dilma ikilisi, Brezilya için çok şey başardı. Tam 23 milyon ailenin yoksulluktan kurtarılmasına yarayan reformlar yaptı. Ekonomi kalkındı, sosyal adalet pekişmeye başladı, merkezden dışlanan fakirler ve siyahlar merkeze yürümeye başladı. Havaalanları, alışveriş merkezleri ve özel hastaneler artık sadece ‘beyazlar’a ait korunaklı bölgeler değildi.

    Fakat Dilma bir noktada haddini fena halde ‘aştı.’ Yatırım ve üretimi artırmak için, finans sistemine faizlerin düşürülmesi noktasında baskı yaptı. ‘Devlet piyasaya müdahale ediyor’ diye feryât eden burjuva kesimi harekete geçti. Aşırı sol ise onlara eşlik etti. Haziran 2013’te, biz Gezi kalkışmasıyla uğraşırken, Brezilya’da da ‘otobüs ücretine zammı’ bahane eden sol kesim ve ‘yoldaş burjuvazi’ ayaktaydı.

    Brezilya’daki gösteriler geçen sene ve bu sene aralıklarla devam ediyor. Dilma ‘faiz lobisi’ demese de, Erdoğan ile birlikte, ülkelerini bağımsızlaştırmak ve uluslararası sermaye/siyaset çevrelerinin kuklası olmaktan çıkarmak isteyen iki lider eşzamanlı olarak hedefe konuldu.

    Brezilya’dan bir farkımız, medya gücünün ‘yerlilere’ daha fazla dağıtılmış olmasıydı. Brezilya’da hâlen ana akım medyanın %70’ini sermaye çevrelerinden beş aile yönetiyor ve Dilma’yı devirmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar.

    Dilma, bu olaylar başlamadan evvel, sonradan pişman olacağı başka bir şey daha yaptı. Federal Savcılık Ofisi’ni, oligarşik bürokrasiyle mücadelede yardımcı olacağı düşüncesiyle güçlendirip ‘otonom’laştırdı. Ülkedeki yasama-yürütme-yargı üçlüsünden farklı olarak hiçbir denetime maruz olmayan Federal Savcılık, birinci kuvvet haline geldi.

    2014’te, muhalefetteki partiye yakınlığı ile bilinen savcı Sergio Moro, ‘Brezilya tarihinin en büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonu’ dediği soruşturmasını başlattı. Bizdeki 17-25 Aralık’ın kurumsal hedefi ‘HalkBank’tı, Brezilya’daki ise devlete ait olan, dünyanın en büyük petrol şirketlerinden ‘Petrobras’ idi.

    Medya, Moro’yu ‘yanlış yapması imkânsız olan kahraman’ diye halka sundu. Moro, eski Başkan Lula ile şimdiki Başkan Dilma arasındaki ses kayıtlarını basına sızdırdı.

    Fazla tanıdık!

    Ana akım söyleme göre, siyasetçiler yolsuz, savcılar halkı kurtarmaya gelen dürüstlük timsalleriydi. Bu tantanada, Petrobras âdeta felç oldu. Brezilya ekonomisinin düşüşü hızlandı.

    Dilma, önümüzdeki günlerde kuvvetle muhtemel ‘itham edilecek’ (impeached) ve yargılama sonucunda devrilmiş olacak.

    Yerine kurulacak bir hükümetin istikrar sağlamayacağı ve Brezilya’nın bundan sonra yokuş aşağı yuvarlanacağı ise açık. Ha bu arada, geçtiğimiz ay Shell’in CEO’su da, Petrobras’ın kenara çekilip, petrol çıkarma haklarını yabancı şirketlere devretmesi gerektiğini ilan etti.

    Erdoğan’ın liderliği ve Türkiye halkının feraseti, bizi nelerden kurtardı, bir bilseniz…

    (*) SOAS Profesörü Alfredo Saad-Filho’nun ‘Brezilya’da darbe?’ makalesinden faydalanılmıştır.

    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hilalkaplan/2016/04/01/bizimkisi-bir-faiz-hikyesi
    Hilal Kaplan, 1 Nisan

  123. “Bir bilebilsek :)”

    Sunar bir câm-ı memlû, bin tehî peymâneden sonra,
    Felek, ehl-i dili dil-şâd eder; ammâ neden sonra..
    Sâbit

  124. Hangi dönemde bir bunalım başgöstermişse, arkasından güçlü, sarsıcı, bir gerginlik yaşanmıştır. Toplumun tabanından gelen, özellikle üretim-tüketim arasındaki denge bozukluğundan kaynaklanan bu olaylara çözüm aranmamış, yalnızca önyargılara dayalı geçici önlemlerle işin üstesinden gelineceği sanılmıştır. Bu yanıltıcı uygulama, daha büyük gerginliğe, bunalımlara yolaçabilecek bir önlemdir. Olayın özüne girilmiş, içeriği aydınlatılmış sanılır çokluk.
    Bunalımlarda bir doyumsuzluk, derin bir düşünsel boşluk vardır, önlem alınması bu nedenlerin bilinmesine dayanır. Eğitim işlerinin yeterince düzene konamadığı, halkın kendi başına bırakıldığı toplumlarda bunalım daha korkulu bir duruma gelebilir, gerginlik beklenmedik bir günde patlak vererek karşılıklı vuruşmaya dönüşebilir. Yönetimin başında bulunan yetkililer, toplumu düzenleyen yasaların değil de, kişisel inançların “adamı” olarak uygulamalara koyulursa, yantutucu olursa ufak boyutlu bir bunalımın büyük boyutlu bir gerginliğe dönüşmesi kolaylaşır. Yöneticiler bir “yanın adamı” olmaktan kurtulurlarsa bunalımın gerginliğe dönüşmesi daha başlangıçta önlenebilir. İşte, ülkemizde, Osmanlı yönetiminden buyana yöneticiler “yasaların adamı” olamamışlar, açık-gizli bir “yanın adamı” olma eğiliminden kendilerini kurtaramamışlardır.

    http://issuu.com/sacittademir/docs/__smet_zeki_ey__bo__lu_-_s__m__r__l

  125. AKP devletin sadece bugünkü sahibi değil midir?
    Bu devlete bir ad vermek gerekirse devlet sınıfı olan asalak merkezî bürokrasinin devletidir diyebiliriz.
    En üst ile en astlar arasında bu merkeziyetçi makinenin bir parçası olmak bakımından fark yoktur. Örneğin bir Genelkurmay Başkanı ile bir uzman çavuş veya Milli Eğitim Bakanı ile bir öğretmen aynı sınıfın bir parçasıdır. Hatta askerlik ve eğitim zorunlu olduğu için erler ve öğrencilere kadar bütün halk buna dahildir.
    Bu halkın belki de en devletperest ve şoven halk olmasının nedeni de budur; bütün halk devletin bir parçası olma durumundadır.
    Bu merkeziyetçi despotik devlet yıkılmadan halk da iflah olmaz.
    Şu haber halk çoğunluğunun askerler kadar vicdansız devletçiler olduğunu göstermiyor mu?

    Ankara’da tehlikeli gerginlik: 15 gözaltı
    Başkent’te Devrimci Liseliler (DEV-LİS) üyesi bir grup, “Özgürlüğe Yürüyoruz” konseri için stant açtı. Gruba, çarşı iznine çıkan bazı askerlerin tepki göstermesi üzerine arbede yaşandı. Olayda 15 kişi gözaltına alındı.
    Edinilen bilgiye göre, Kızılay Yüksel Caddesi-Konur Sokak köşesinde “Özgürlüğe Yürüyoruz” konseri için stant açan Devrimci Liseliler üyesi bir grup ile çarşı iznine çıkan bazı askerler arasında gerginlik yaşandı. Çarşı iznindeki askerler, stant açan gruba, “Her gün şehit geliyor, siz neyle uğraşıyorsunuz” diyerek tepki gösterdi.
    İki grup arasında çıkan tartışma kısa sürede kavgaya dönüştü. Çevik kuvvet ekiplerinin müdahale ettiği olayın ardından 15 Dev-Lis üyesi gözaltına alındı.
    Gözaltı işlemi sırasında bazı vatandaşlar “Şehitler ölmez vatan bölünmez” diye slogan attı. Gözaltına alınanlar, işlemlerinin yapılması için sağlık kontrolünün ardından Ankara Emniyet Müdürlüğüne götürüldü.
    http://www.hurriyet.com.tr/ankarada-tehlikeli-gerginlik-15-gozalti-40080299

  126. Gezi bir darbe girişimiydi!

    Recep Tayyip Erdoğan diktatörlüğünü yıkıp Fethullah Gülen cemaatinin diktatörlüğünü kurmak için bir projeydi!

    Siz de bu oyuna geldiniz!

    Anarşizm bu mu! Diktatörlükler arasından seçim yapmak mı!

  127. Yukarıdaki yorum çarpıtmış elbette ama doğruluk payı var. Gezi’nin AKP iktidarını kısa süreliğine de olsa sarsması önemli olmasına rağmen nihai başarısızlığının nedeni açık: Sistem içi bir muhalefetle devletin sadece AKP/hükümet kanadını hedef alması, TSK-CHP-MHP-Cemaat-TÜSİAD vs. gibi diğer kanatlarına karşı olmaması.
    Aksini düşünüyorsanız kendinize bir sorun: Gezi neyi devirmeyi amaçlıyordu? Devleti/sermaye düzenini mi, AKP’yi/hükümeti mi?

  128. Sirri süreya nasil insan icine cikar?
    Yine 2013 yılındaki bir görüşmeye gidelim, HDP heyetinden Sırrı Süreyya Önder ile MİT arasında CHP’yi zora sokma amaçlı o çirkin pazarlığı okuyalım;

    “Sayın Başkan, Meclis’te komisyon kurulması sürecini izlemişsinizdir. Hükümet tıkanmıştı. Ulusalcıların ve içlerindeki tepkilerin ağırlığıyla içine fenni gübre gibi her yere ‚ ‘terör’ kelimesini serpiştirdiği bir ucube komisyon önerisi yaptı. Gerek Adalet Bakanı’yla, gerekse Hakan Fidan’la (MİT Müsteşarı) yaptığımız görüşmede, CHP’nin geçmişte verip unuttuğu böyle bir araştırma komisyonu önerisi olduğunu, eğer bunu güncellersek CHP’nin bir yol ayrımına geleceğini, önergesine sahip çıkması durumunda beş paralık duruma düşeceğini önerdik. AKP başlangıçta bunun önemi kavrayamadı, sıkıştıklarında bunu hatırladılar ve alelacele uyguladı. Gelinen noktada AKP’nin önerisinden daha sağlıklı bir dil ve içeriğe sahip komisyon kurulması aşamasına gelindi.” (sf.68)

  129. Devletsizliğin Acılarını Devletleşerek Yok Edelim!

    Devletsizliğin Acılarını Devletleşmekle Yok Edelim!

    Kürdler özgürlüklerine kavuşmak istiyorlarsa kendi kaderini tayin etme hakkını kullanmalıdır; Bu talep ulusal bir siyaseti ve mücadeleyi zorunlu kılıyor. Çünkü sömürge bir ulusun özürlüğü, işgalden kurtulmasına ve devletleşmesine bağlıdır. Farklı kesimlerin(sınıfsal, dinsel, kültürel, cinsel, bireysel gibi) özgürlüğü reformlarla, yasal düzenlemelerle sağlanabilir ama sömürge ulusların özgürlüğü devletleşmesine bağlıdır. Sömürgeci sistemin belli kurumlarından değil, tüm kurumlarından ve bu kurumların biçimlendirdiği anlayışlardan kurtulmak gerekiyor ki ezilen ulusun özgürlüğünden söz edilebilsin.

    Ezilen ve parçalanarak bölüşülen bir ulus olarak Kürdler, sömürgeci devletlerin sayısız katliamına/tecavüzüne/işkencesine/soykırımına ve her türlü insanlık dışı muamelesine maruz kaldı bu güne kadar; aynı insanlık dışı uygulamaların hayata geçirilmesinin tek güvencesi devletleşmektir.

    Dönem dönem kısmi rahatlamalar olsa da, sömürgeci devletlerin değişmeyen politikası Kürdlerin ulusal varlığına son vermektir. Barbarca uygulamalara, katliamlara ara verildiğinde, bu defa asimilasyon, dejenerasyon ve soysuzlaştırma politikaları hayata geçirilerek Kürdlerin ulusal kimliği yok edilmeye çalışılıyor. Bu nedenle kısmi rahatlamalara aldanıp rehavete kapılmamalıyız.

    Ortadoğu’da yaşanan kargaşa Kürdlere tarihi bir olanak yaratmış. Bu ve benzeri olanaklar çok zor oluşuyor. Bu nedenle bir asır sonra ortaya çıkan elverişli ortamı değerlendirmek, devletleşmek gerekiyor.

    İç ve dış koşullar bağımsızlık için uygun olmasa da, koşulları zorlamak ve oluşturmak gerekiyor. En azından devletleşme düşüncesi ve amacı her zaman gündemde olmalı ve bu amaca uygun bir çaba sarf edilmelidir. Esas amaçtan, yani devletleşme amacından sapmadan geçici ve sınırlı statüler/kazanımlar da elde edilebilir, özerklik, otonomi ve federasyon gibi. Ancak bu statülerin devletleşmeye giden yolda bir basamak olması için mutlaka ulusal nitelikte olmaları gerekiyor. Sıkça duyduğumuz ama içeriği bilinmeyen veya ulusal hiçbir özellik taşımayan “statü” istekleri yanıltıcıdır ve Kürdleri oyalamaya yöneliktir. Ezilen bir ulus için statüden söz etmek, devletleşmekten ve devletleşmeye birer basamak oluşturan ulusal statülerden söz etmek demektir. Devletleşmek ve diğer ulusal statüler Kürdlerin en doğal hakkı iken, bu taleplerin “ilkellikle/gericilikle” suçlanması ya cehalettir ya da Kürdlerin ulusal varlığına kast etmektir.

    “Devletleşme koşulları yoktur” diyenler, devletleşme amacından vazgeçmeden geçici farklı çözümler önerebilirler, ama devlet kötüdür, Kürdler devlet olmamalı gibi anlayışları bu çerçevede değerlendiremeyiz. Kürdlerin devletleşme hakkını yok sayan her anlayış, sömürgeci devletlerin egemenliğinin devamını isteyen anlayışlardır ve Kürdlerin kalıcı olarak sömürge kalmasını sağlamaya çalışıyorlar…

    Filistin ve diğer tüm halklar için devletleşmeyi savunan ama sıra Kürdlere geldiğinde “ulus devlet dönemi bitmiştir” diyerek sadece Kürdlere bu hakkı yasaklamaya çalışan PKK/HDP samimi ve tutarlı değildir. Bu anlayış, tamamen egemen devletlerin çıkarlarını koruyan ve Kürd ulusunu sömürgecilere hizmetçi yapmaya çalışan bir anlayıştır.

    Kürdlerin yaşadığı sayısız katliam ve soykırımın birinci nedeni devletsizliğidir şüphesiz. Devletleşmeye karşı çıkanların hiçbir haklı ve inandırıcı gerekçesi yokken; devletleşmenin kazandıracakları çok nettir. Kürdlerin devletleşmesi demek, Ķürdistan topraklarının sömürgecilerden/işgalcilerden kurtulması demektir.

    Kürdlerin devletleşmesi demek, soykırım/katliam/işkence/tecavüz/tahribatlar gibi barbarlıklardan kurtulması demektir.

    Kürdlerin devletleşmesi demek, işgal baskı, zülüm ve akan kanın durması demektir.

    Kürdlerin devletleşmesi demek, Kutsal bayrağımızın altında, şanlı dilimizi konuşup/eğitim görmemiz demektir.

    Kürdlerin devletleşmesi demek, uluslararası arenada boy gösterip saygınlık görmek demektir.

    Kürdlerin devletleşmesi demek, Kürdlerin uğruna nice bedeller ödediği özgür bir yaşam demektir.

    Kürderin devletleşmesi ne demekmiş binlerce örnek anlatılabilir. Devletleşmek ve ya devletleşememek biz Kürd ulusun elleri arasındadır. Onurlu ve saygın bir yaşamı hak eden Kürdler artık her plartformda ulusal hak ve özgürlüklerini dile getirmelidirler ve devletleşme haklarını haykırmalıdırlar.

    Sadece geleceğimiz değil, geçmişimizi, bugünümüzü de güvenceye almamızın güvencesi devletleşmektir.

    Bağımsızlık ve özgürlük yolunda Kürd ulusunun umut fidanlarını dikme zamanıdır…

    Demhat Çalışkan

    02.04.2016

    http://www.nasname.com/a/devletsizligin-acilarini-devletleserek-yok-edelim

  130. HDP NİÇİN PKK'YA BOYUN EĞDİ?

    Anarşist Todd May’in “Şiddetsiz Direniş” kitabını okumanızı (http://www.kitapyurdu.com/kitap/siddetsiz-direnis-amp-felsefi-bir-giris/386524.html) öneririm.

    Hürriyet’ten Ahmet Hakan mealen şöyle yazmıştı: “Hadi anladık IŞİD militanı ‘cennete kavuşma’ düşüncesiyle canlı bomba oluyor. Peki PKK’lı canlı bomba, hangi nedenle gönüllü ölümü kabul ediyor?”

    Ahmet Hakan okuyucularına “yanıtlarınızı gönderin” dedi. Nedense, bir daha bu konuya değinmedi.
    Niye ise… Bu tür soruları “yanıtı mutlaka bulunacak ev ödevi” gibi algılarım hep!

    Günlerdir kafamda Ahmet Hakan’ın sorusu…
    Bildik “sol jargonla” yanıt vermek kolay. Fakat…
    Benim aradığım, meselenin derininde yatan sebep ne?

    Alain de Botton’un “Haberler” adlı kitabındaki (http://www.kitapyurdu.com/kitap/haberler-amp-bir-kullanma-kilavuzu/367478.html) şu satırlar dikkatimi çekti:

    “Şöhret olma arzusunun özünde; dokunaklı, kırılgan ve basit bir istek yatar: İyi muamele görmeye duyulan özlem.

    Her türlü ikincil dürtü; para, lüks, cinsellik ya da iktidar isteği tatmin edilebilir; ama şöhret arzusunu asıl tetikleyen saygı görme isteğidir.

    Aşağılanma duygusunu asla yabana atmayınız. Sırf görmezden gelinmenin, hor görülmenin, bir köşede yalnız bırakılmanın, sıranın sonuna konmanın ya da birkaç hafta sonra yeniden aramanızın söylenmesinin neden olduğu keskin acı yüzünden de can havliyle ünlü olmayı arzuluyor olabilirsiniz. (…)

    Şöhret olma arzusunun şiddeti insanın içinde yaşadığı toplumun yapısına da bağlıdır. İtibar ve iyi muamele ne kadar az kişiye gösteriliyorsa, sıradan biri olmaktan kaçınma arzusu o kadar kuvvetli olacaktır.”

    PKK’lı canlı bomba, ölünce şöhrete kavuşuyor!
    PKK canlı bombalar için ne diyor: “Ölümsüzler Taburu.”
    Bunu, hep saygı görecek “şöhretler taburu” olarak da tercüme edebiliriz.

    Yazar Botton’a katılıyorum; itibar görme isteğini küçümsemeyiniz…

    ŞİDDETSİZ DİRENİŞ

    Madem konu şiddetten açıldı, devam edelim.

    PKK neden şiddette ısrar ediyor?
    40 yıldır binlerce insanın ölümüne neden oldu.
    40 yıldır ne kazandı?

    İşte… En son Kızılay’ın ortasında canlı bomba patlatıp 38 sivili öldürerek ne kazanacağını düşündü?

    “Anarşizm” üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen felsefeci Todd May’in “Şiddetsiz Direniş” adlı harika kitabı var. “Şiddetsiz direniş mümkün müdür?” sorusuna yanıt veriyor.

    Öncelikle şiddetsizliği; başkalarının yaşamına saygı duyma üzerine inşa ediyor. İster fiziksel, ister psikolojik, ister yapısal olsun, kişinin haysiyetine leke süren şiddeti reddediyor. “Kişi/örgüt/devlet haysiyet görmek istiyorsa haysiyetli davranmalıdır.” diyor.

    Hindistan Bağımsızlık Hareketi’nin sembolü Gandhi’yi örnek gösteriyor.
    ABD İnsan Hakları Hareketi’nin sembolü Martin Luther King’i örnek gösteriyor.

    Biliyoruz ki…

    PKK dahil şiddete başvuranların temel gerekçeleri hep aynı: “Devlet şiddet uyguluyor.”

    Kendisi de şiddetsiz kampanyalara katılmış olan Todd May diyor ki; “onların yöntemlerine aynı araçlarla karşı koymak, sistemin saldırılarını meşrulaştırıyor.”

    Müslüman Kardeşler örgütü yıllarca ne kanlı eylemler yaptı ama sonuçta Mısır’da iktidarı “Tahrir Meydanı” değiştirdi!

    Şiddetsizlik “pasiflik” değildir.

    Yani…

    “Şiddetsizlik bir eylem türüdür ya da daha iyi tabirle, mevcut siyasi, ekonomik ya da toplumsal düzenlemeler bütününe meydan okumayı amaçlayan değişik eylemler silsilesidir.”

    Bu tespit ardından şunu tartışmamız gerekmiyor mu?…

    40 YILLIK DONKİŞOTLUK

    “Biz Ortadoğuluyuz ve şiddet dışında yaratıcı tek eylem bulamıyor muyuz?”

    “Gezi Direnişi”, zekasıyla bunun aksini ispatlamadı mı?

    O halde:
    %13 oy alarak ivme kazanan HDP, neden PKK’nın şiddetine boyun eğdi?
    HDP neden canlı bombaya teslim oldu?
    HDP neden hendek siyasetine mahkum oldu?

    Şiddetsizliğe ihtiyaç duyulan böylesine bir dönemde, şiddete boyun eğen HDP’nin, seçmenlerinin yarısını kaybettiğini araştırmalar ortaya koyuyor.

    Sebebi belli…

    Şiddetsiz hareketlerin tarihi sicilinin ve başarısının, şiddet yanlısı hareketlerden çok daha iyi olduğunu bilmiyorlar mı? Biliyorlar kuşkusuz.

    Devletin potansiyel şiddetiyle boy ölçüşmenin imkânsız olduğunu hâla anlamadılar mı? Anladılar kuşkusuz.

    Şiddet içeren bu başkaldırı girişiminin 40 yıldır “Donkişotvari” olduğunu görmüyorlar mı? Görüyorlar kuşkusuz.

    “Neden sivil direnişler?” sorusuna yanıt arayan Erica Chenoweth ve Maria J. Stephan gibi araştırmacıların; “eylemlerde şiddetsizliğin, genelde şiddetten daha başarılı olduğu yönündeki bulguları”nı görmüyorlar mı?

    Çok sayıda kanlı olaylara/devrimlere sahne olmuş geçmiş yüzyılın hatalarını tekrar etmek yerine, şiddetsiz mücadelenin başarılarla dolu geçmişine niye göz atmıyorlar?

    Evet…

    40 yıldır binlerce insanın ölüme neden oldular ve hâlâ bunda ısrar etmelerinin amaçları ne? Hâlâ… Kandil ve HDP; iktidar ile olan uyuşmazlığını şiddetle lehine çevireceğini mi sanıyor? Aksine, şiddette ısrar etmeleri Erdoğan’ı güçlendiriyor. Başkanlık sistemini isteyenlerin işini kolaylaştırıyor.

    Demek ki… PKK için asıl amaç Erdoğan’ı yıkmak filan değil; güçlendirmek!

    Demek ki… PKK için asıl amaç Türkiye barışı-özgürlüğü filan değil, BOP’u (Büyük Ortadoğu Projesi) hayata geçirmek.

    ABD’nin küresel politikalarına uygun strateji uyguluyorlar.

    Ben de… Ahmet Hakan gibi sorayım:
    7 Haziran seçimlerindeki HDP’nin başarısı karşısında, PKK’nın hemen öldürmelere başlamasının sebebi ne olabilir?

    Soner Yalçın, “Sözcü” gazetesi, 5 Nisan 2016

  131. Şu tespit AKP ve günümüz için de geçerli değil mi?
    “Sabahattin’e göre Osmanlı Devletinde yapılacak iş, meşrutiyetin ilanıyla bitmemektedir. Çünkü Abdülhamit istibdatı, büyük ölçüde toplum şartlarının sonucudur. Bu şartlar değiştirilmezse, yeni bir istibdat kaçınılmaz olur. Meşrutiyetle birlikte istibdatın gerçekten kökünü kazıyabilmek için, Devlet yönetiminde ademimerkeziyeti kurmak, kişilerde de şahsi teşebbüsü geliştirecek tedbirler almak gereklidir.”
    Türkiye Tarihi 3 – Osmanlı Devleti – 1600/1908
    Aynı kitaptan İttihatçılar ve Prens Sabahattin’in bu görüşleriyle ilgili;
    “İT’lilerin teşebbüs-ü şahsiye bir itirazları yoktu, bunun gereğini kendileri de vurguluyordu. Onların itirazı, Devleti bir an önce parçalayacak bir ilke olarak gördükleri adem-i merkeziyeteydi.”

  132. gün zileli, siz hic iskence gördünüzmü? Kaba dayaktan bahsetmiyorum, siz hic iskence gördünüzmü, valla billa bununa verdiginiz cevabi sagda solda kullanmiyacagim…(oda tv aydinlik gazetesi kullanir bak o ayri konu) ayri konu,,, sizi benden baska en iyi izleyenler eski yoladsalariniz,
    soruyu tekrarliyorum, siz aydinlikci iken hic iskence gordunuzmu, yada o malum ulkede aydinlikcilar iskence gordulermi, biz Kaba dayagi iskenceye saymiyoz onuda deyim, tovbekar aydinlikciya ne Kadar guvenileki?:)

  133. bu onemli, iskence gormus aydinlikci yoktur dayak yemis aydinlikci vardir.

  134. Kürdistan’ın Batısına/Kürtlere Federasyon Mu, Yoksa PKK/PYD İçin Egemenlik Alanı Mı?

    İbrahim Güçlü

    “Arap Baharı”nın başlamasından sonra Ortadoğu’nun çok önemli Arap Ülkelerinde/Devletlerinde çok önemli gelişmeler ve altüst oluşlar oldu. Dünya için her zaman önemli olan bu Ortadoğu Ülkeleri/Devletleri, dünyanın daha çok dikkatini çekti. Suriye’de, Ürdün sınırındaki Deraa Şehrinde halkın sivil direnişi başladığı zaman, dünyanın dikkatleri oraya çekildi. Muhalefetin genişlemesi ve silahlı bit yapıya kavuşması, dünyayı daha çok ilgilendirdi. İç Savaşın başlaması, dünyanın birçok bölge (Türkiye, İran, Irak, Suudi Arabistan, Katar) ve bölge dışı (ABD, Avrupa Birliği Devletleri, Rusya, Çin) doğrudan aktör olarak sorunda taraf oldular.
    Suriye’nin bu konumu, Rusya’nın fiili askeri müdahalesiyle, daha dikkat çeken ve önemli bir noktaya taşındı. Aynı şekilde, Rusya’nın çekilmesi de aynı etkiyi yaptı.
    Kobani’ye IŞİD saldırısından ve Kobani’nin uluslar arası güçlerin desteğiyle IŞİD’te kurtarılmasından sonra, Kürdistan’ın Güney Batısı dünyanın dikkatlerinin çekildiği hassas bir alan oldu. O tarihten sonra, Kürdistan’ın Güney Batısı değişik gelişmeler ve hamlelerle hep gündemde oldu.
    PKK/PYD’nin “federasyon” ilan etmesi, Suriye’deki ve Kürdistan’ın Güney-Batısındaki durumu daha da farklı bir noktaya taşıdı.
    PKK/PYD yandaşları, diğer bütün zamanlarda ve konularda olduğu gibi bu konuyu sorgulamadan kabul ettiler. Üstelik PKK/PYD’yi, milli çizgi ve örgüt olmama, kanton konusunda eleştirenlere de, “bakınız PKK/PYD federasyon ilan etti, sizin görüşleriniz doğrulandı. Ya da işte dediğiniz oldu” diyerek zeytinyağı gibi suyun üstüne çıktılar.
    PKK’yi gerekçelendirmek ve olumlamak isteyenler, bu PKK/PYD’nin federasyon kararıyla vicdanlarını rahatlattılar.
    PKK/PYD konusunda kafası karışık olan Kürt siyasetçi ve aydınların, kafası, daha da karıştı.
    Bu nedenle soruna biraz daha yakından, daha stratejik ve daha derinlikli bakmaya çalışmak gerekiyor.
    ( I )
    Suriye sorununun, bölgenin ve dünyanın önemli ve temel bir sorunu olmasından sonra: Kürdistan, Kürtler ve Kürt milli meselesi de hep dikkat çeken ve önemli bir konu oldu.
    Suriye’deki gelişmeler, Kürdistan’ın Güney-Batısındaki Kürtlerin konumunda da stratejik önemli değişikliklere yol açtı. Kürtler, yeni bir pozisyon içinde konumlandılar ve yeni stratejiler benimsediler.
    Kürdistan’ın Batısında iki çizgi ortaya çıktı.
    Birinci çizgi milli çizgiydi: Baas rejiminin/diktatörlüğünün tasfiyesini savunan; çoğulcu, parlamenter, demokratik rejimden yana olan; Kürdistan için federasyon isteyen; Suriye’deki çok renkli muhalefetle birlikte hareket eden ENKS çizgisi,
    İkinci çizgiydi: Baas rejiminin/diktatörlüğünün yıkılmasını istemeyen, kendi otoriter ve totaliter karakterinin gereği olarak demokratik rejim talep etmeyen, Baas’ın rahminde büyüyen ve Baas adına vekâlet eden, Kürdistan’ı kantonlarla bölen, millici olmayan PKK/PYD çizgisi.
    PKK/PYD’nin, Baasa stratejik yakınlığı ve hatta aynılığını, PKK Kongre kararlarında rahatlıkla tespit edebiliriz. Baas’ın PKK/PYD hamiliği, kurucu iradeye dönüşen bir iradedir. Bu hamilik ve stratejik yakınlık, Suriye’de iç savaşın başlamasından sonra ortaya çıkan bir durum değildir.
    PKK Başkanlık Konseyi imzasını taşıyan kongre kararı aynen şöyle:

    “Suriye Arap Cumhuriyetine, yeni çizgimizin Kürt sorununda öngördüğü çözüm, Suriye Cumhuriyeti´nin çıkarlarıyla uyum içindedir. Partimizin en büyük dostu olan Suriye Cumhuriyeti´nin çıkarlarıyla çelişecek bir tutum içine girmemiz mümkün değildir.

    “Genel Başkanımız Abdullah Öcalan yoldaşın yirmi yıllık çabasıyla yaratılan bu dostluğu kimse geriletemez. Partimizin bütün kadroları, savaşçıları ve halkımızın yaklaşımları bu çerçevededir. Şunu önemle belirtmek isteriz ki, ilişkilerimiz tarihi ve stratejik kapsamdadır. Bütün çalışmalarımızda Suriye´nin çıkarlarını göz önünde bulundurmak, bundan böylede esas tutumumuz olacaktır. Kongremizde çıkan irade bu temelde olmuştur.

    “Biz Büyük devlet adamı Sayın Hafız Esad´a ve onun izleyicilerine (Bugünkü Beşar ve katil ekibi i.g.) hep güvendik ve tarih bu güvenimizin yersiz olmadığını ispatlamıştır. Hiçbir sorun böylesine derinlikli bir ilişkiyi zayıflatamaz.
    “Yukarıda belirttiğimiz ana çerçeve dahilinde gerçekleşen Kongremiz hakkında sizleri daha fazla bilgilendirmeye çalışırken, devrimci mücadelenin yeni döneminde de Suriye Cumhuriyeti ile ilişkilerimizin daha da güçleneceğine inancımızı bir kez daha belirtmek isteriz. Bu temelde başarı dileklerimizle birlikte selam ve saygılarımızı sunarız. 4 Şubat 2000
    PKK Başkanlık Konseyi.”
    Suriye Baas Rejimi, PKK/PYD’ye bu stratejik yakınlığına bağlı olarak, B Planı çerçevesinde Kürdistan’ın Güney Batısının yönetimini bir dönemdir PKK/PYD ile birlikte yapmaya başladılar.
    Suriye bu stratejiyle, hem Kürdistan’daki muhalefetin genel muhalefetle birleşmesini engelledi, hem de Kürtlerin rejime karşı başkaldırışını bloke etti. Daha ötesi Kürdistan’daki milli muhalefeti, PKK/PYD eliyle şiddetle, baskıyla, tutuklamalar, ölümlerle baskı altına aldı.
    Tam anlamıyla Kürdistan’da bir ikili ve ikiz diktatörlük yarattılar.
    ( II )

    Kürt milleti, sömürge bir millettir. Kürdistan, dörde bölünmüş, dört devletin sömürgesi bir ülkedir. Kürt millet meselesi, milli bir meseledir. Kürtlerin kendi kendilerini kendi iradeleriyle yönetme, sömürgecilikten ve işgalden kurtulma, bağımsız olma meselesidir.

    Kürt mili meselesi, tüm Kürtlerin ve tüm Kürt toplumsal kesimlerin sorunudur. Belli bir toplumsal kesime dayanarak, diğer toplumsal kesimleri dışlamak ve özellikle de düşman ilan etmek, başarısızlığı önceden bilerek veya bilmeyerek kabul etmek demektir.

    Kürt milleti, her parçada kendi kaderini kendi iradesiyle üç model ve sistemle tayin edebilir. Ancak bu üç model ve sistemle, sömürgecilikten ve işgalden kurtulur, Kürdistan’da iktidar ve egemen olabilir.

    Bu üç model ve sistem, aynı zamanda Kürdistan’ın Güney-Batısı için de geçerlidir.

    Birinci model ve sistem: Federal devletin kurulmasıdır. Kürt milleti, bugüne kadar egemen olan Türk, Arap, Fars milletleriyle eski ilişki içinde olmaz. Eski sömürgeci devlet içinde yaşamaz. Kürtlerin de devleti olacak ulus üstü federal devleti birlikte kurarlar. Bu durumda, devlet Kürtlerin de devleti olur. Kürtler bu devlette iktidar ve egemenliği Türk, Arap, Fars milletleriyle paylaşır. Kürtlerle diğer milletler arasında eşitlik sağlanır.

    Bu model ve sistem talebi, Kürtlerin en asgari talebidir.

    İkinci model ve sistem: Kürtler, bağımsız devletini kurar. Bu model ve sistemde, bugüne kadar kendisine egemen olan milletlerden, coğrafi, idari, iktidar ve egemenlik olarak ayrışır.

    Üçüncü model ve sistem: Bağımsız Kürdistan Devleti’nin komşu devlet veya devletlerle konfederal bir devlet, model ve istem içinde birleşmeleri ve anlaşmalarıdır.

    PKK, Öcalan’ın Türkiye’ye gelmesinden sonra neleri savundu: “Kürtlerin tüm parçalarda federal, bağımsız devlet ve hatta otonomi talep etmeleri hakları değildir” dedi. “Demokratik Türkiye” tezini savundu. Bu tezi diğer Kürdistan parçaları için de savundu. Bu nedenle, Kürdistan’ın Güneyindeki federal yapıya karşı çıktı. 2. İsrail Devleti olarak nitelendirdi ve düşman ilan etti. Daha sonra da devletsiz konfederal absurt/saçma, dünyada olmayan sistemi savundu. Arap, Türk ve Fars milletlerinin devlet olmalarının mutlaklığını ifade etti. Oradan da bir başka düzleme savrularak, “Demokratik Özerklik” adı altında Kürdistan’ın Kuzeyini üç-beş parçaya bölmeyi önerdi. Kürdistan’ın Güney-Batısında da kantonları savundu ve PYD adına ilan etti

    Bütün bunlar, Kürt milleti için değil, kendi egemenlik, totaliter sistemi için savunulan sistemler oldu.

    Kürdistan’ın Güney-Batısında federasyonu savunan mili harekete saldırılar yaptı. Suriye ordusunun ve Suriye Devleti’nin sıkı bir parçası olduğunu açıkça savundu.

    Özcesi, bu konuda tam bir savrulma ve Kürtlerin olağan model ve sistemler içinde kendi kaderini kendi iradesiyle tayin etmesini engellemek, saptırmak için bir strateji sürdürdüler.

    Bu strateji, PKK’nın devletlerin bir projesi olarak devam etmesinin kimyasına ve tabiatına da uygun bir gelişmedir.

    Şimdilerde de federasyon savunuluyor. Bu federasyon, Kürtler ve Kürdistan için olabilir mi? Bu federasyon, savundukları kantonlardan farklı olur mu?

    Bu sorulara olumlu cevap vermek olanaklı değil. Kantonlar nasıl PKK/PYD için egemenlik alanı ve diktatörlük yaratma araçlarıydılar, şimdilerde savunulan federasyon da aynı misyon ve görevi yüklenen bir olgudur.

    ( III )

    Kürt ulusunun kendi kaderini hangi model ve sistem içinde tayin edeceği, ortak milli bir konsensusla olmak zorundadır. Birileri federasyon derken, diğer bağımsız devlet diyemez. Ayrıca federasyon ya da bağımsız devlet, milletin ortak iradesiyle olur.

    Bu millet hareketlerinin demokratik özü ve karakterini de belirleyen bir kriterdir.

    Kürdistan’ın Güneyinde, önce Kürdistan Demokrat Partisi ve Kürdistan Yurtsever Birliği ayrı-ayrı federalizm kararı aldılar.

    Sonra bu karar, demokrasinin gereği olarak Kürdistan meclisinde onaylanarak Kürt milletinin iradesine dönüştü.

    Şimdilerde Kürdistan’ın Güneyinde Bağımsız Devletin kurulması için demokratik yol haritası belirlenmiş durumda. Doğrudan demokratik temsil kurumu olan referandumla, Kürt milleti arasında bir uzlaşma, birlik ve konsensus oluşturulmaya çalışılıyor.

    Ama ne yazık ki, PKK/PYD Kürdistan’ın Güney-Batısında Kürtlerin genelinin iradesini hiçe sayarak nasıl kanton ilanına gitmişse, aynı şekilde federasyonu da Kürtlerin genelinin iradesine önem vermeden, Kürdistan partilerinin görüşlerini almadan, onlarla anlaşmadan ve uzlaşmadan federasyona karar vermiştir.

    ( IV )

    Federalizm, Kürt milleti ile Arap, Türk, Fars milletlerinin ortak iradesini, anlaşmasını, uzlaşmasını gerekli kılar.
    Kürdistan’ın Güneyinde Kürdistan Meclisi federalizm kararını tek taraflı aldı. Bu Irak’ta federalizmin olduğu anlamına gelmedi. Sadece Kürdistan’ın yöneticilerinin; federal sistemin kural, ahlak, kanunlarına göre hareket etmesini sağladı.
    Irak’ta federalizm, 2003 yılında Saddam Diktatörlüğün son bulması, 2005 yılında referandumla yeni anayasanın kabul edilmesi, yeni anayasada Kürtler ve Arapların federal bir sistemde anlaşmalarıyla sağlandı.
    Kürdistan’ın Güney-Batısında PKK/PYD tarafından ilan edilen federasyon, hem PKK/PYD dışındaki Kürtlere, hem Baas Rejimine, hem de gelecekte iktidar olmaya aday muhalefete rağmen alınmış bir karardır.
    Baas Rejimi, bu federasyonu tanımadığını ilan etti. Muhalefet de, PKK/PYD’yi Baas Rejiminin yandaşı ve aparatı kabul ettiğinden o da bu kararı kabul etmedi. Ayrıca nitelik ve anlayış olarak da bazı güçlü iktidar alternatifi Arap güçleri, Kürtlerin federasyonlaşmasına da kesinlikle karşılar.
    Böyle olunca, Baas’ın başarması halinde de, muhalefetin başarması halinde de, Baas’ın muhalefetle anlaşması halinde de, bu federasyon tanınmayacak. Yeni bir savaş gündeme girecek. Bu savaşın, Kürt milletinin başına ne felaketler açacağını şimdiden görmek zor değildir.
    ( V )
    Federal sistem, tartışmasız bir şekilde demokratik bir rejimi, hem de güçlü, derinlikli, çoğulcu bir demokrasi rejimini öngörür.
    Başka bir ifadeyle, federasyonun olmazsa olmaz şartı, demokrasidir.
    Baas rejimi, demokratik bir rejim değildir. Tek parti, tek lider, tek ideoloji diktatörlüğüdür. Devlet, Baas elitinin elindeki katil, kan dökücü, katliamcı, faşist bir aparattır.
    PKK/PYD de nitelikli olarak Baas ve Kemalizm ile örtüşüyor. Tek lider, tek parti, tek ideoloji diktatörlüğünü temsil ediyor. Demokratik bir parti değildir. Demokratik bir rejimi değil, otoriter ve totaliter bir rejimi ve sistemi yapılandırıyor.
    Bu bağlamda da, Kürtlerin ve Kürdistan’ın federasyonundan bahsetmek olanaklı değildir.
    Bu federasyon, PKK/PYD egemenlik alanının oluşması ve diktatörlüğünün inşasının bir aracıdır.
    Tüm Kürtlerin bu durumu derinlikle gözden geçirmesi gerekir.
    Amed, 22 Mart 2016

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/ibrahim-guclu/2431-kurdistan-in-batisina-kurtlere-federasyon-mu-yoksa-pkk-pyd-icin-egemenlik-alani-mi

  135. Evet, 12 Mart döneminde işkence gördüm. Bu dönemde Aydınlıkçılar TİİKP operasyonlarında ağır işkence gördüler. 12 Eylül’den sonra da Dal ekibinin TİKP ile ilgili yaptığı bir operasyonun sonucunda yine ağır işkence gördü bir kısım arkadaş.

  136. Falaka, elektrik işkencesi vb.

  137. Basit bir gerçek bazen gözden kaçırılıyor. Bunu yukarıda gönderdiğim yazı (Ne Yapmalı, L.Toprak, MT) veya sn. Zileli’nin yazıları (“Üç Ulus” gibi) iyi açıklıyor.
    Türkiye’de iktidar ve muhalefeti belirleyen partilerin tabanını oluşturan birbirinden ayrı üç halk kesimidir; Batı, Orta ve Doğu Anadolu’da çoğunluğu oluşturan bu üç kesimden AKP’nin tabanı olan ikincisinin demografik üstünlüğüdür iktidarı belirleyen.

  138. Buna ilaveten toplumda tabanı olmayan Cumhurbaşkanlığı makamı, yargı, ordu, emniyet, MİT veya kısaca bürokrasinin AKP’nin eline geçmesi, benzer şekilde bu iktidarın halkta tabanı olan Diyanet, muhtarlar (Erdoğan’la muhtarların toplanması) gibi kesimlere dayanması aynı nedenlerden dolayıdır.

  139. Coup d’état

    Son günlerin en popüler ve en çok rağbet gören konusu, Recep Tayyip Erdoğan’ın “mutlak iktidarına” kimin, nasıl ve ne zaman son vereceği olmuştur.
    Kimileri açısından “Gezi Ruhu”yla, kimileri açısından “laiklik” üzerinden örgütlenecek bir “kitle” hareketiyle “AKSaray rejiminin” sona erdirilebileceği söylenirken, kimileri de “AKsaray” ile Rus çarlığının “Kışlık Sarayı” “analoji”si yaparak, “Rus devrimcileri … öncelikle işadamları derneğini değil, Kışlık Saray’ı topa tutmuş ve ele geçirmiştir. Türkiye’nin devrimcileri de, eğer AKP’den kurtuluşu bir sosyalizm mücadelesi biçiminde kavrıyorlarsa, AKP rejiminin kalesi haline getirilmiş Saray’ı hedef almak durumundadır.”[1*] diyerek “çıkış yolu”nu göstermektedir. (Bu akıl-erkan sahibi “stratejist”, Kışlık Sarayı topa tutan Aurore zırhlısını “Türkiye’nin devrimcileri”nin nereden bulacağına değinmeyi unutmuş görünmektedir. Ayrıca Ekim Devrimi’nde “işadamları derneği”nin ne işi olduğu da bir muammadır.)
    Recep Tayyip Erdoğan’a “muhalif” tüm kesimleri en fazla heyecanlandıran ise, Amerikan emperyalizmi “menşeli” bir askeri darbeyle (coup d’état), üstelik “çok uzak olmayan bir gelecekte” devrileceğine ilişkin haberler olmuştur.
    “Haber” kaynağı, “ABD’nin iki eski Türkiye Büyükelçisi Morton Abramowitz ve Eric Edelman”ın, Washington Post’a yazdıkları yazıda Recep Tayyip Erdoğan’a istifa çağrısında bulunduklarına ilişkin “haber-yorum”lardır. (Gerçekte ise, bu iki eski büyükelçi, Washington Post’ta yayınlanan yazılarında bir dizi “olumsuzluk”tan söz ettikten sonra, “Erdoğan halen ülkesine parlak bir gelecek sunmak istiyorsa, ya reformlar yapmalı ya da istifa etmeli” demektedirler. Bunun Amerikan emperyalizmi tarafından “yeşil ışık” yakılacak bir “askeri darbe” sinyali olduğu ise, sadece “yorum”dan ibarettir. Yine de ABD “menşeli” bu “haber” siyaset dünyasını hareketlendirmiştir. Oysa aynı ikili, benzer temalı bir makaleyi 23 Ocak 2014’te yine Washington Post’ta yayınlamışlardır.)
    “Sol”un sanal günlük köşe yazarları dahil olmak üzere, hemen herkes bu “haber”in üstüne atladı. Birbiri ardına “askeri darbe” senaryoları çizilmeye başlandı. “Herkes”in üzerinde “mutabakata” vardıkları nokta, ABD’nin (bunu Amerikan emperyalizmi olarak okuyun) Recep Tayyip Erdoğan’ı gözden çıkarmak üzere olduğuydu. Artık “askeri darbe”nin eli kulağındadır! Üç zamanda, bilemediniz beş zamanda “olacaktır”!
    Varılan bir başka “mutabakat” ise, zamanı belli olmasa da, Recep Tayyip Erdoğan’ın “kesin gidici” olduğudur.
    Şimdi sorun ne zaman (yakın bir gelecekte mi?) ve nasıl (askeri darbeyle mi?) halini almıştır. Bu hal, doğal olarak “12 Eylül askeri darbesi”nin öngünlerine dönülerek bulunmaya çalışılmaktadır. Bulunan da, Kenan Evren’in “koşulların olgunlaşmasını bekledik” sözlerinde ifadesini bulan “kaos ortamı”dır. Böylece Amerikan emperyalizminin Recep Tayyip Erdoğan’ı “götürmesi” mutlaklık düzeyine yükseltilirken, bunun önkoşulu da, “kaos ortamının yaratılması” olarak olarak kabul görmüştür (“kaos planı”).
    “Kaos planı”, IŞİD ya da PKK’nin “metropollerde” kitlesel katliama yol açan bombalı eylemleri ile başlamaktadır. Bu “kaos planı”na göre, birbiri ardına patlayan bombalar, 12 Eylül öncesine ilişkin anlatılan “masallar”la kaynaştırılarak, bir “kaos” ortamı oluşturur ve bu “kaos”tan çıkış olarak da askeri darbe “meşru” hale gelir. (“Muhterem” bir “sol” yazar[2*], “kaos”un “derin siyasi kriz ve kilitlenme, darbe, iç savaş, hatta dış müdahale (bu askeri olmak zorunda değil) gibi versiyonları olan bir geçiş evresine denk düştüğü”nü söylemektedir.)
    Kimi “medya” yazarları ise, “askeri darbe olur mu?”, olursa “nasıl olur?” türünden yazılar döşenerek konunun üzerine atladılar. Bu sorular üzerinden yapılan “akıl yürütmeler” “Fethullahçı generallerin darbesi”ne kadar uzandı. (Ve hemen ardından TSK içindeki bilmem kaç yüz Fethullahçı generalden, bu generallerin Ağustos ayındaki askeri şurada tasfiye edileceklerinden söz eden yazılar ve “haberler” ortalığı kapladı.)
    Tüm bu “haber” trafiği içinde unutulan tek şey coup d’état (hükümet darbesi) olmuştur. (Burada belirtelim ki, “has” AKP’li Milli Eğitim Bakanı’nın birkaç ay önce ODTÜ’de “Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’ini okusunlar” sözlerine göndermeler yapılsa da, “has” AKP’linin sözleri “coup d’état”ya ilişkin değildir. Bakan’ın sözünü ettiği “okuma”, Marks’ın şu sözleridir: “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak.”)
    Coup d’état (hükümet darbesi), her zaman ve her durumda silahlı güçlere dayanır. Ancak bu mutlak olarak “askeri darbe” olduğu anlamına gelmez.
    “Askeri darbe” de bir “coup d’état”dır, ama doğrudan doğruya devletin bir parçasını oluşturan askeri güçler (ordu) tarafından gerçekleştirilen bir darbedir.
    Napoléon Bonaparte’ın 18 Brumaire’i (9 Kasım 1799) açık bir askeri darbe iken, yeğeni Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i (2 Aralık 1851) “parlamenter” bir darbe olmuştur. Bu darbenin en temel özelliği parlamento ile yürütme gücünün (ki en tepesinde cumhurbaşkanı sıfatıyla Louis Bonaparte vardır) kesin olarak birbirlerinden kopmasıdır. Bu kopuşun hemen ardından yürütme gücü parlamentoyu fesh ederek darbeyi tamamlamıştır.
    Emperyalizme bağımlı ülkelerde, doğrudan emperyalist ülkelerin denetimi altındaki askeri güçlerle gerçekleştirilen darbeler (“coup d’état”) her zaman “askeri darbe” olmuştur. (Türkiye’deki askeri darbeler, Şili’deki Pinochet darbesi vb.)
    “Askeri darbeler” de kendi içlerinde iki ana bölüme ayrılır: Birincisi, “emir-komuta zinciri içinde” gerçekleştirilen ve doğrudan emperyalist ülkelerin istemi ve onayı ile yapılan askeri darbeler; ikincisi “aşağıdan”, küçük rütbeli subaylar tarafından gerçekleştirilen askeri darbeler. (27 Mayıs 1960 darbesi ve 27 Mayıs’tan farklı özelliklere sahip olsa da, Yunanistan’daki “Albaylar cuntası” bu tür darbelere örnek verilebilir.)
    Bu iki darbe türü, bazı istisnalar dışında[3*], her zaman emperyalizme bağımlı ülkelerde gerçekleştirilmiştir. Emperyalizm, her zaman silahlı kuvvetleri (ordu) en üst düzeyde denetimde tuttuğu koşullarda gerçekleşen “emir-komuta zinciri” içindeki darbeyi tercih eder. Ancak bu denetimin sağlanamadığı koşullarda, “aşağıdan darbe” gündeme gelir.
    Burada, “parlamenter sistem” dışındaki her iktidar/hükümet değişikliklerinin “darbe” (“coup d’état”) olarak tanımlandığının ve her “darbe”nin de belli bir askeri güce dayandığının altını çizmek gerekir. Yine de “darbe”nin niteliği ile “darbe”nin yapılışı ve yapanları birbirine karıştırılmamalıdır.
    Her darbe, askeri darbe, uygun bir zamanda silahlı güçlerin harekete geçirilmesiyle gerçekleşir. Darbenin başarıya ulaşmasının koşulları, her durumda “uygun zaman” ve “elverişli zemin”le ilişkilidir. Uygun zaman ve zeminin, kendiliğinden oluşması ya da “iradi müdahale” ile (günümüzün popüler söylemiyle “üst akıl”) olgunlaştırılması fazlaca önemli değildir. Darbelerin niteliğinden daha çok yapılış tarzına önem veren her yaklaşım, kendisini “darbeler önlenebilir mi?” sorusuyla sınırlar. Oysa Bonapartizm[4*] ya da (Gramscici) Sezarizm[5*], zaman ve zeminin kendiliğinden oluşmasının, yani nesnel koşulların ürünleridirler.
    Emperyalizme bağımlı ülkelerde, emperyalizm tarafından mevcut düzenin yasal ve resmi askeri güçleri aracılığıyla siyasal iktidara el konulması durumu, yani bu tarz bir “darbe” (coup d’état), “yönetimin askerileştirilmesi” olarak tanımlamak gerekir. Bu da, siyasal zorun askeri biçimde maddeleştirilmesi ve görünür kılınması demektir. Bu durum da üç koşulda ortaya çıkar:
    a) Egemen sınıfların kendi iç çelişkileri yüzünden yönetemez hale gelmesi;
    b) Gelişen sınıfsal muhalefetlerin mevcut üretim ilişkilerini tehdit eder bir nitelik almaları,
    c) Doğrudan doğruya iktidara yönelik bir siyasal alternatifin ortaya çıkması.
    Bugün Türkiye’de bu üç koşulun hiçbirinin bulunmadığı çok açıktır. Ne egemen sınıflar içinde çelişkiler keskinleşmiş ve bu nedenle ülke yönetilemez hale gelmiştir, ne de “toplumsal muhalefet” “mevcut üretim ilişkilerini tehdit eder” bir niteliğe sahiptir ve mevcut oligarşik yönetime karşı “doğrudan doğruya iktidara yönelik bir siyasal alternatif” söz konusudur. Diğer ifadeyle, bugün AKP ve Recep Tayyip Erdoğan iktidarının ülkeyi “yönetemez” hale gelmiş olmasından söz edemeyiz.
    Burada, oligarşik yönetimin mevcut bir iktidarının ülkeyi yönetemez hale gelmesi, mevcut yasalar ve kurumlar çerçevesinde oligarşik sistemi sürdüremez olması anlamına gelir. Bu yüzden, bir yandan “mevcut yasal çerçeve”nin (köklü, yani gelişen siyasal duruma yanıt verecek boyutta) değiştirilmesi, diğer yandan bu değişime uygun yeni bir iktidarın ortaya çıkartılması durumu, yönetimin askerileştirilmesine yol açar. Bir bakıma, oligarşik yönetimin, kendi “öz” iktidar gücüne (yönetim) karşı, bir başka gücü iktidara taşıyan bir “iç” darbe gerçekleştirmesidir.
    Bugün ABD kaynaklı “darbe” söylentilerinin ve beklentilerinin bu durumla, yani yönetimin askerileştirilmesiyle hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır.
    12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri, somut tarihsel koşullarda siyasal zorun askeri biçimde maddeleştirilmesinin ürünüdür. Burada askerileştirilen siyasal zor, doğrudan doğruya oligarşik sistemi korumaya ve kollamaya yöneliktir. Yani sistemin “bekası” sorunudur. Bu “beka” sorununu çözemeyen siyasal iktidar (ki burada “sivil iktidarlar” söz konusudur) emir-komuta zinciri içinde yürütme gücünü askeri yönetime bırakır.
    Oysa ABD kaynaklı “darbe” söylemlerinin, yürütme gücünün böylesi bir “beka” sorunu karşısında çaresiz kalmasıyla ilintisi yoktur. Herşey “tıkır tıkır” işlemektedir. Zaman zaman, hatta çoğu zaman mevcut yürütme gücü (AKP ve Recep Tayyip Erdoğan iktidarı) mevcut yasal çerçeveyi bir yana bıraksa da, bu duruma karşı herhangi bir toplumsal karşı çıkış ya da direniş mevcut değildir.
    Elbette toplumsal karşı çıkış ya da direniş “potansiyel” olarak mevcuttur. Recep Tayyip Erdoğan’ın mevcut yasal çerçeveyi ve mevcut hukuksal yapıyı zorlayan eylemleri “potansiyel” olarak karşı tepkiyi kaçınılmazlaştırmaktadır. Ama yaşanılan Gezi Direnişi’nin bu “potansiyeli” kuvveden fiile çıkartmış olması önemli bir belirti olmakla birlikte, daha sonraki “sönümlenişiyle” oligarşik sistem için önemli bir tehdit unsuru olmaktan kolayca çıkarılmıştır. (Gezi Direnişi’nde ve sürecinde oligarşiye karşı siyasal bir alternatif zaten mevcut değildi.)
    Dün olduğu gibi, bugünün sorunu, Recep Tayyip Erdoğan’ın tüm iktidar gücünü, yani yasama, yargı ve yürütme gücünü tek elde toplamasıdır. Bu da, emperyalist-kapitalizmin yürütme gücünü artan oranda güçlendirme eğiliminin ulaşabileceği son noktadır.
    Günümüzün gerçekliği, Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında yürütme gücünün mutlak bir güç haline getirilmeye çalışılmasıdır. Böyle bir durum, işlerin çok daha kolay ve hızlı biçimde yerine getirilmesine hizmet edeceği için, herhangi biçimde emperyalizmin karşı çıkacağı bir durum değildir. Son tahlilde yürütme gücünün mutlak güç haline dönüştürülmesi, bugüne kadar şu ya da bu oranda ve düzeyde süregiden “güçler ayrımı”nın (yasama, yürütme ve yargı gücünün ayrılması) sona erdirilmesidir. Bu durumdan en büyük zararı, küçük-burjuvazinin “laik ve ulusalcı” orta ve sol kanadı görecektir. Güçlü ve hatta mutlak bir yürütme, bu kesimlerin (kimilerince “orta sınıflar”) siyasal yönetim üzerindeki etkisini ve gücünü kıracaktır.
    İşte bu nedenden dolayı, “Bu kesimler, yeni-sömürgeciliğin ürünü olan orta ve hafif sanayinin ‘elit personeli’ olarak belli bir ekonomik güce sahipken, bugün tüketim ekonomisinin egemenliği ve ticaretin üstünlüğü karşısında ‘elit personel’ olma özelliklerini de yitirmişlerdir. Dolayısıyla siyasal yönetimden dışlanmaya karşı direnebilecek güce ve niceliğe sahip olmadıklarından, dışlanmışlıklarını engelleyebilecek tek güç olarak orduyu görmektedirler.”[6*] ABD kaynaklı “askeri darbe” söylemlerine gösterilen “itibar”ın kökeni de burada yatmaktadır.
    Bugüne kadar mutlak olarak “güçler ayrımı”ndan yana tutum alan ve “güçler ayrımı”na dayalı “nispi demokratik ortam”ın kendi siyasal ve sınıfsal varoluşunun zorunlu bir parçası olarak gören “yeşil sermaye” ve onun siyasal sözcüleri (şeriatçılar), bugün iktidardadırlar. Bu iktidarlarını korumak ve sürekli hale getirmek için de, bugüne kadar kendi varlıklarının temel koşulu kabul ettikleri “güçler ayrımı”nın ortadan kaldırılmasına çalışmaktadırlar.[7*]
    Böylece değişik sınıf ve tabakaların içinde yer aldığı ve kendi ölçeklerinde siyasal yönetimden pay aldıkları “güçler ayrımı” dönemi, yeniden ve bir kez daha yürütmenin güçlendirilmesi yönündeki hareketle sona erdirilmeye çalışılırken, bundan zarar görecek ve bu nedenle buna karşı “direnebilecek” tek kesim küçük-burjuvazinin orta ve sol kesimleri olmaktadır. (Gezi Direnişi, başlangıç olarak, bu kesimlerin öncülüğünde ortaya çıkmıştır.)
    Emperyalizm açısından, özel olarak da Amerikan emperyalizmi açısından yürütmenin güçlendirilmesi ve mutlak bir güç haline getirilmesi kendi işlerinin çok daha kolay ve hızlı biçimde yürütülmesini sağlayacağı için “özel olarak” bir sakınca getirmemekten öte, çıkarınadır. Siyasal anlamda “laik ve ulusalcı” kesimlerin siyasal yönetimden dışlanması da, emperyalizmin Ortadoğu bölgesindeki çıkarlarının daha rahat ve daha hızlı gerçekleştirilmesine hizmet edecektir. Gerek “I. Körfez Savaşı”nda, gerek “1 Mart tezkeresi”nde açık biçimde görüldüğü gibi, bu “orta sınıf”ların Türkiye’deki gücü emperyalizmin çıkarlarını baltalayabilmiştir. Bu nedenle de gücünün kırılması ve hatta siyasal yönetimden tümüyle dışlanması, uzun zamandır Amerikan emperyalizminin hedeflerinden birisi olagelmiştir.
    Bu kesimlerin gücü v“temsili demokrasi” (“parlamenter sistem”) ve güçler ayrımından gelmektedir. Dolayısıyla siyasal güçlerinin kırılması da bunların ortadan kaldırılmasıyla olanaklıdır. Recep Tayyip Erdoğan’ın “mutlak yürütme gücü” oluşturmaya ve yer yer bunu fiilen yapmaya yönelik çabaları emperyalist sistem açısından istenen bir durumdur. Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel “karizması”na dayanılarak yapılacak bir “sistem değişikliği”, gelecekte doğrudan emperyalizmin “kendi has adamları” aracılığıyla kullanabileceği bir sistemi ortaya çıkaracaktır. Olağan şartlarda ve hatta askeri darbe koşullarında bile kolayca gerçekleştirilemeyecek olan böylesi bir sistem değişikliğinin islamcılar aracılığıyla gerçekleştirilmesi emperyalizmi hiç de rahatsız etmemektedir.
    Bugün emperyalizmin Recep Tayyip Erdoğan’ın “mutlak güç” sahibi olmasından duyduğu “kaygı”, sadece islami kökeni ve buna dayanan söylemidir. Cüneyt Zapsu’nun bir zamanlar açıkça ifade ettiği gibi, Recep Tayyip Erdoğan “çukura” (“kanalizasyon”a) süpürülmeyip “kullanılacak” biri olduğu sürece, güçlü ve hatta mutlak bir yürütme emperyalizmin kısa, orta ve uzun vadeli çıkarlarıyla örtüşmektedir. Suriye politikalarında görüldüğü gibi, Recep Tayyip Erdoğan ne kadar “mutlak güç” sahibi olursa olsun, her durumda kolayca “tükürdüğünü yalayan” (emperyalizmin taleplerini yerine getiren) bir “profil” çizmektedir. Zaman zaman söylemsel olarak “çizmeyi” aştığı durumlarda ise, “beyzbol sopası” gösterilerek, kolayca hizaya getirilmektedir.
    Bu açıdan, Amerikan emperyalizminin Recep Tayyip Erdoğan’ı “deliğe süpürme”ye karar verdiğini düşünmek gerçeklikten çok, niyetlerle ilgilidir.
    Hiç kimse Recep Tayyip Erdoğan’ın, Suriye konusunda zikzaklar çizse de, son tahlilde emperyalizmin istediği doğrultuda hareket etmesinden rahatsızlık duyulduğunu iddia edemez. Aynı şekilde, PKK’ye yönelik “imha politikası”ndan da emperyalizmin “rahatsız” olduğuna ilişkin bir belirti de mevcut değildir. Emperyalizmi, özel olarak da Amerikan emperyalizmini “rahatsız” eden tek şey, böylesine güçlü hale gelmiş bir Recep Tayyip Erdoğan’ın denetimden çıkıp çıkmayacağıdır. Bu nedenle de, zaman zaman “balans ayarı” yapmak zorunda kalmaktadırlar. Bu “balans ayarı” da, her durumda “laik ve ulusalcı” kesimleri kendisine yönelik bir tehdit unsuru olarak kullanabileceklerinin gösterilmesiyle gerçekleştirilmektedir.
    Herşeye rağmen, mutlak ve kesintisiz bir süreç söz konusu değildir. Olaylar hızla gelişebilmekte ve çıkarlar kolayca değişebilmektedir. Sadece son yıllardaki Suriye olaylarına ve politikalarına bakıldığında bunları görmek olanaklıdır. Dün “Esad gitmeli” diyen emperyalizm, bugün “Esadlı geçiş süreci”nden söz edebilmektedir. IŞİD “fenomeni”, bir dönemki politikalarda “müttefik” olarak görülürken, bugün “düşman” durumundadır. Çok kullanılan ve bilinen söylemle, emperyalizm “kadir-i mutlak” bir güç değildir. Herşeyi önceden planlaması ve bu plana göre herşeyi “dizayn” etmesi sözkonusu değildir. Ancak şurası kesindir ki, bugün dünya çapında olaylara yön veren belirleyici güç emperyalizmdir. Devrimci mücadelelerin şu ya da bu biçimde geri çekildiği, “toplumsal muhalefet”in şu ya da bu biçimde pasifize edildiği günümüz koşullarında bu “belirleyici güç”, gelişen olayları kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilecek pek çok araca ve olanağa sahiptir.
    Hiç tartışmasız bu gücün kırılmasının tek koşulu devrimci mücadeledir. Elbette devrimci mücadelenin geliştirilmesi ve yükseltilmesi yaşanılan süreci kökten değiştirecektir. Ancak hiç kimse hayal görmemelidir. Böyle bir gelişmenin ortaya çıkabilmesi için gidilmesi gereken çok yol, yapılması gereken çok iş vardır. Bunlar yapılmış ya da hemen yapılabilecekmiş gibi “teoriler” üretmek, sadece bu yolda ilerlemek isteyenleri aldatmaktan başka bir sonuç vermez. Üstelik bu “teori” sahiplerinin devrim kaçkınlıkları, devrimci mücadeledeki engelleyici ve saptırıcı rolleri hiç olmamışçasına ciddiye almak, devrimci mücadelenin bir süre daha geri planda kalışını sağlamaktan başka bir işe yaramayacaktır.

    Dipnot

    [1*] Can Soyer, “Periyodizasyon” 3, 16 Mart 2016.
    [2*] Kemal Okuyan, “Ankara’da patlama ve kaos planı”, 14 Mart 2016.
    [3*] Bazı “istisnalar” dedik. Buna örnek olarak 27 Mayıs ile 3 Ekim 1968’de Peru’daki “sol cunta” verilebilir. Her ikisi de devrimci-milliyetçi subaylar tarafından gerçekleştirilmiştir.
    Peru’daki “sol cunta”nın ilk yaptığı iş, Amerikan emperyalizminin resmen tanımadığı Küba ve Çin’i resmen tanımak ve bağlantısızlar bloğuna katılmak oldu. Ardından petrol şirketi ulusallaştırıldı, Sovyetler Birliği ile askeri anlaşmalar imzalandı ve Amerikan bankaları Chase Manhattan Bank ile ITT şubeleri ulusallaştırıldı.
    [4*] “Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan, ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir. İşte bundan ötürüdür ki, antik devlet, her şeyden önce, köleleri boyunduruk altında tutmak için, köle sahiplerinin devletiydi: tıpkı feodal devletin, serf ve angaryacı köylüleri boyunduruk altında tutmak için soyluların organı, ve modern temsili devletin [de] ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesi aleti olması gibi. Bununla birlikte, istisnai olarak savaşım durumundaki sınıfların denge tutmaya çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki, devlet gücü sözde aracı olarak, bir zaman için, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık [durumunu] korur. 17. ve 18. yüzyıl mutlak krallıkları soyluluk ile burjuvazi arasındaki dengeyi böyle kurdu; birinci, ve özellikle ikinci Fransız İmparatorluğu’nun proletaryaya karşı burjuvaziyi, burjuvaziye karşı da proletaryayı kullanan Bonapartçılığı, bu sınıflar karşısındaki bağımsız durumunu böyle korudu. (Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 400-401.)
    [5*] “Sezarizm, içinde mücadelede bulunan güçlerin yıkım halinde dengeye geldiği, mücadelenin devamı halinde sonuçta karşılıklı yok olmadan kaçınamayacakları için iki tarafın da birbirleriyle dengeye geldiği bir durumu dile getirdiği söylenebilir.” (Gramsi, Modern Prens, s: 102.)
    [6*] Kurtuluş Cephesi, “‘Kuvvetler Ayrılığı’, Anayasa ve Sınıf Mücadelesi”, Sayı: 99, Eylül-Ekim 2007.
    [7*] “Emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin, ülkenin iktisadi evrimi ile çatışma ve ‘uyum’ durumu, sınıfsal plana, oligarşinin başta proletarya olmak üzere, emekçi yığınlarla çatışması, feodallerle ‘uyum’lu çatışması, köylülükle ‘iktisadi uyum’ çerçevesinde ‘uyum’u şeklinde yansır. Oligarşinin feodallerle ve köylülükle olan uyumu, ülkedeki nispi demokratik ortamın temelini oluşturur.
    Ülkedeki nispi demokratik ortam, feodallerin üst yapısal olarak varlıklarını sürdürmeleri için gerekli bir ‘demokratik’ ortam olduğu gibi, köylülüğe de o iktisadi ‘uyum’ için gereklidir.
    Tarihi gelişim içinde bu nispi ‘demokratik’ ortamın yaşatılmasında feodallerin varlıklarını üst yapıda devam ettirme gerekçesi, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin feodal üretim ilişkisi ile çatışmasının artması ve feodallerin tasfiyesi oranında ortadan kalkmaktadır. Ancak, bu durumdan dolayı, nispi demokratik ortamın kaldırılma durumlarında, tekelci burjuvazinin feodallere tavır alışını ‘tek başına’ ele almak, hele hele ‘uyum’ için buna başvurduğunu söylemek, son derece büyük hatadır… Bugün ülkemizde nispi demokratik ortamın yaşamasının temel nedeni, köylülüğün (ve ülkemizde tarihi bir etkinliği olan şehir küçük burjuvazisinin sosyal ve siyasal olarak) iktisadi ‘uyum’ içinde siyasal olarak yedeklenmesindendir.” (İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz.)

    KURTULUŞ CEPHESİ – Mart-Nisan 2016

    http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc149_1.html

  140. PKK’nin Çıkmazı

    Bugün, “hendek savaşı” ile başlayan süreçte PKK bir kez daha çıkmaza girmiştir. PKK’nin içine girdiği çıkmazları anlayabilmek için önce yakın tarihe bakmak gerekir.
    PKK, pek çok sol örgütlenme gibi, 1975 sonrasında yükselen devrimci mücadele sürecinde ortaya çıkmıştır.
    PKK’nin ilk oluşum sürecinde yayınlanan “Manifesto” (“Kürdistan Devriminin Yolu”), Kürdistan devriminin bir Milli Demokratik Devrim olduğunu ilan eder. Ancak Mao Zedung’un formüle ettiği ve Çin Devrimi’yle özdeşleşen Milli Demokratik Devrim anlayışı, PKK açısından, anti-emperyalist ve anti-feodal bir devrim olarak tanımlanmaz. Anti-emperyalizmin yerini “anti-sömürgecilik” alır. “Anti-sömürgecilik” “Kürdistan devrimi”nin “milli” yönünü oluşturur.
    PKK’nin “Manifesto”sunda her ne kadar Kürdistan devrimi ile Vietnam devrimi arasında paralellik kuruluyor olsa da, “bağımsız ve demokratik Kürdistan”dan söz ediliyor olsa da, kendine özgü bir “milli”lik ve kendine özgü bir “demokratik”lik söz konusudur.
    “PKK Manifestosu”nda Kürdistan devrimiyle kurulacak düzen şöyle tanımlanır:

    “… demokratik merkeziyetçilik genel ilkesi altında, siyasi alanda demokratik halk cumhuriyeti biçiminde somutlaşan halk demokrasisi, ekonomik alanda, merkezi ve emredici bir devlet planlama teşkilatının önderliğinde devletçilik, kooperatifçilik ve özel mülkiyete yer veren, ağır sanayi başta olmak üzere tarım, sanayi, ticaret ve mali alanda bağımsız ve topyekün kalkınmaya dayanan bir ekonomik düzenin gerçekleşmesi…”

    Bunlar Mao’nun formüle ettiği “yeni demokrasi”nin içeriğinden derlenmiştir. Ama Mao’nun “milli demokratik devrimi”nin anti-emperyalist hedefi, anti-sömürgecilikle yer değiştirdiğinden, yapılan derleme de, basit bir adaptasyondan başka bir şey değildir. (Ve bugün, herkesin bilebileceği gibi, bu söylemlerin esamesi bile okunmamaktadır. Demokratik halk cumhuriyetinin yerini “ekolojik-demokratik toplum projesi” alalı çok zamanlar olmuştur.)
    Ancak burada bunları ele almayacağız. Asıl sorun, PKK’nin marksist-leninist literatürden adapte ettiği “milli demokratik devrim” anlayışının, tümüyle Türkiye’deki sınıfsal ve ulusal (anti-emperyalist) mücadeleden ayrı örgütlenmeyi ve ayrı mücadeleyi içermesidir.
    Bu öyle bir “ayrı”lıktır ki, “ezen ulus”un (Türkiye) devrimcileri daha baştan dışlanırlar:

    “… gerek ezen ulus “devrimcilerinden” gerekse onlarla farklı nüanslardan ama aynı telden çalan ezilen ulus “devrimcilerinden” gelen, ulusal mesele konusundaki ‘bölgesel özerklik’, ‘federal birlik’, ‘dil ve kültür özerkliği’ biçimindeki çözüm yolları gericidir ve günümüzde ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının biricik doğru yorum tarzı olan “bağımsız devlet” tezine aykırıdır. Bağımsız devlet, günün şartlarında tek doğru, doğru olduğu için de devrimci bir tez olup, diğer tezler ve çözüm yolları devlet sınırlarına dokunmadığı için reformist, reformist olduğu için de gerici tezlerdir.”

    Böylece Türkiye devrimci hareketi bir çırpıda “reformist” ve “reformist olduğu için de gerici” konumuna sokulur. Dolayısıyla böylesine “gerici” bir kesimle birlikte mücadele etmek zaten olanaksızdır!
    Özcesi, PKK, daha kuruluş anından itibaren, Türkiye devrimci mücadelesinin dışında yer almayı seçmiş ve bu nedenle de ayrı örgütlenmeye yönelmiştir. Bu nedenle, karşı karşıya kaldığı sorunlar, Türkiye devrim mücadelesi bütünselliği içinde değerlendirilemez.
    Askeri terimlerle söylersek, PKK, savaşın başlangıcında ayrı örgütlenme temelinde “yığınak” yapmıştır. Bu stratejik bir tercihtir ve yanlış yapılan bir yığınak, tüm stratejik mücadele boyunca etkisini sürdürür.
    PKK için, Kürdistan devrimi, “uzun süreli ve çeşitli evrelerden geçecek olan bir halk savaşı” ile gerçekleşecektir. Bugün kendi terminolojilerinde “devrimci halk savaşı” adını verdikleri bu çizgi, yine Mao Zedung’un formüle ettiği ve uyguladığı halk savaşı çizgisidir. (Ancak PKK’nin ortaya çıktığı dönemde Çin’deki gelişmeler –ki Mao Zedung ölmüştür–, “sosyal-emperyalizm” teorileri vb. karşısında halk savaşına ilişkin göndermeler neredeyse tümüyle Vietnam devrimine ilişkindir.)
    İster Çin, ister Vietnam örnek alınsın, her ikisinde de (Amerikan emperyalizminin askeri doktirininde “gayri nizami savaş” adı verilen) ortak nokta halk savaşıdır.
    Burada öncelikli olarak, halk savaşının ne olduğunu ve stratejik bir çizgi olarak nasıl yürütüldüğünü açıklamak gerekir.
    Halk savaşı çizgisi, Giap’ın tanımıyla, “silahlı kuvvetleri, teçhizat ve teknik bakımdan hala zayıf olan fakat, maddi açıdan çok daha güçlü bulunan bir düşmana karşı çarpışmak”, “maddi gücü moral güçle yenmek, güçlü olanı güçsüz olanla yenmek, modern olanı ilkel olanla yenmek, saldırgan emperyalistlerin modern ordularını, halkın yurtseverliği ve devrimi tam olarak gerçekleştirmek azmiyle yenmek”tir.
    Böyle bir savaş, doğal ve kaçınılmaz olarak uzun süreli bir savaştır. Uzun süreli bir savaş ise, sağlam bir “arka cephe”, yani kurtarılmış bölgeler olmaksızın sürdürülemez. (Burada kurtarılmış bölgelerin önceli olarak gerilla üs bölgelerini ve gerilla üslerini ele almayacağız.)
    Kurtarılmış bölgeler, halk savaşının ilk ve yakın hedefidir. Bu bölgeler, askeri güçlerin örgütlendiği, eğitildiği alanlardır. Halk savaşını yürütecek güçlerin “arka cephesi”dir.
    Bu yüzden, halk savaşının ilk stratejik sorunu, kurtarılmış bölgelerin nasıl ve hangi koşullarda yaratılacağı sorunudur.
    Mao Zedung’un ortaya koyduğu ve pratikte de gerçekleştirdiği kurtarılmış bölgelerin kuruluşu, herşeyden önce, zayıfta olsa bir halk ordusunu gerektirir. Ancak bu durum, “olağanüstü” bir başka durumla, yani “beyaz rejim içindeki parçalanmalar ve savaşlar”la birlikte kurtarılmış bölgelerin yaratılmasını ve yaşatılmasını sağlar.
    Mao’ya göre, Çin gibi yarı-sömürge bir ülkede, emperyalist güçler arasındaki bölünmeler, yarı-sömürgelerde değişik iktidar kliklerinin ortaya çıkmasına yol açar. Güçlü bir merkezi otorite olmadığından, bu klikler ülkenin değişik yörelerinde iktidarı ellerinde tutarlar. Kendi aralarında savaş olduğundan, birbirleriyle dayanışmaları söz konusu olamaz. “Düşmanımın düşmanı dostumdur” siyaseti ile kendi yöresel iktidarlarını korumaya çalışırlar.
    İşte bu “beyaz rejim” içindeki parçalanmalar ve savaşlar, zayıf bir Kızıl Ordu’nun ülkenin belli yörelerinde iktidarı ele geçirmesini olanaklı kılar. Ama bu durum, Mao’nun da ifade ettiği gibi, yarı-sömürge ülkeler için geçerlidir. Halk savaşı çizgisi açısından asıl olan, uzatılmış bir savaşı yürütmek, zayıf gücü geliştirmek için kurtarılmış bölgelerin gerekli ve zorunlu olduğudur.
    Halk savaşının ikinci ayırıcı özelliği, gerilla savaşının halk savaşının ilk evresinde temel savaş biçimi olarak ortaya çıkmasıdır. Gerilla savaşı, giderek hareketli savaşa ve oradan da mevzi savaşa dönüşür. Bu bağlamda, gerilla gücü, hareketli bölgesel güce ve daha sonra da düzenli orduya dönüşür. Bu üç savaş biçimi ve üç silahlı örgütlenme olmaksızın halk savaşını yürütmek ve sürdürmek olanaksızdır.
    Halk savaşı, tüm savaşlar gibi, düşman güçlerini yenilgiye bozguna uğratmayı hedefler. Savaşta düşmanı yenilgiye uğratmak, Clausewitz’in tanımlamasıyla, düşmanın iradesini kırmak ve kendi irademize tabi kılmaktır.
    Halk savaşı, halk ordusunun zaman içinde güçlenmesi, kurtarılmış bölgelerin genişletilmesi ile halkın, özellikle kentlerdeki halkın mücadeleye fiilen katılmasıyla stratejik saldırı aşamasına ulaşır. Kırsal bölgelerdeki silahlı güçler ile kentlerdeki halk ayaklanması birleştirilerek düşmana nihai darbe vurulur. Sonuçta, düşmanın siyasal iktidar merkezi (en bilinen ifadesiyle başkent) halk güçlerinin eline geçer.
    Söz konusu olan Kürdistan ise, burada halk savaşının zaferi, “sömürgeci güçleri”, özel olarak onların askeri güçlerini (stratejik düzeyde) yenilgiye uğratmakla mümkündür. Ancak o zaman “sömürgeci güçler”, Kürt halkının “iradesine” boyun eğerler. Bunun yolu da, düşman güçlerini “silahtan arındırmak”, yani silah kullanamaz, savaşı sürdüremez hale getirmekle olanaklıdır.
    Ama bu savaş, bir ülkenin devlet sınırları içinde, bir bölgesel silahlı güç ile ülkenin bütününde egemen olan bir başka (düşman) silahlı güç arasında gerçekleşmektedir. Böyle bir savaşta, eğer yaratılabilinirse kurtarılmış bölgeler, Çin ve Vietnam savaşında olduğu gibi, düşmanı zayıflatan bir unsur değildir. Düşman güçleri, geniş bir coğrafyadan beslenen ve geniş bir nüfus tarafından sağlanan olanaklara sahiptir. Modern askeri donanıma sahip olmanın yanında, bölgede kendi siyasal kurumlarını oluşturmuştur. Çin ve Vietnam’daki gibi “sömürgeci güç” dışsal bir olgu değildir.
    Böyle bir gücü yenilgiye uğratabilmek, savaş gücünü yok etmek, sonuç olarak yenmek, ancak ülke çapında yürütülecek bir halk savaşıyla mümkündür. Bir diğer ifadeyle, bölgesel düzeyde formüle edilmiş olan halk savaşı, tüm coğrafyada, bu coğrafyanın bütünselliği içinde yürütülmediği sürece, bölgesel gücün askeri zafer kazanması (halk savaşıyla) olanaksızdır.
    Savaş alanı olan ülkenin dışında “eğitim kampları”, “üs bölgeleri” oluşturulmuş olması, hiç kuşkusuz, PKK için bir avantajdır. Ama bu avantaj, savaşın kazanılmasına ilişkin değil, sadece savaşın sürdürülmesine ilişkin bir avantajdır. Hiçbir biçimde halk savaşının asli unsuru olan kurtarılmış bölgelerle özdeşleştirilemez.
    Burada fiilen 600 bin kişilik ve seferberlik durumunda 2,5 milyona ulaşan bir sürekli ordu sözkonusudur. 50-55 milyonluk bir nüfusa sahiptir. Daha da önemlisi, bu askeri güçler, bölgeye dışardan gelmiş işgalci bir güç değildirler. Onların “sömürgeci” olması, tarihsel olarak bölgeyi “işgal” (ve elbette “ilhak”) etmiş olmaları, herhangi bir ülkenin bir başka ülkeyi işgal ettiği koşullarla aynı değildir.
    “Sömürgeci güç”, aynı zamanda devrim durumunun sürekli mevcut olduğu bir ülkenin gücüdür. Kendi içinde parçalanması, ancak bir devrim sürecinde, bir iç savaş koşullarında ortaya çıkabilir. Bunun dinamikleri de, bölgesel değil, ülke çapındadır. Eski feodal dönemlerle kıyaslanmayacak ölçüde merkezi bir devlet aygıtı mevcuttur. Böylesi bir güce karşı, ancak ülkenin bütününü esas alan bir halk savaşı ile zafer kazanılabilir.
    İşte PKK’nin “yığınak”ta yaptığı hata, böyle bir bütünsel ve birleşik mücadelenin dışında kendisini örgütlemesidir. Doğal olarak böyle bir “yığınak”la böyle bir gücü yenilgiye uğratmak olanaklı olmadığından, değişik “çareler” aramak zorunda kalmaktadır.
    1990’ların ilk yıllarında halk savaşının “stratejik denge” aşamasında olduklarını ilan eden PKK, “yığınak”taki hatasının sonucu askeri bir zafer kazanamayacağını gördükçe, emperyalist güçlerden destek almaya yönelmiştir. Böylece “Kürdistan devrimi”, “demokratik halk cumhuriyeti” gibi hedefler ve amaçlar tarih olmuştur.
    “Stratejik denge” aşamasının 25. yılında PKK’nin bölgesel olarak tartışmasız bir askeri-politik güç haline gelmesiyle birlikte, halk savaşı yolu zaman zaman anımsanmaya başlamıştır. Amerikan emperyalizminin Irak işgaliyle ele geçen yeni silahlar ve emperyalist ülkelerle kurulan ilişkiler, askeri olarak PKK’yi güçlendirmiş olması da bu anımsamada etkin bir unsur olmaktadır. Ama “askeri savaş”ta zafer kazanmak, göründüğü kadar kolay değildir.
    Bugün bölgesel düzeyde yürütülen “hendek savaşı”, PKK’nin söyleminde “devrimci halk savaşı”nın yeni bir aşaması olarak gösterilmektedir. Yani halk savaşının stratejik saldırı aşamasında, halk ordusu ile halkın ayaklanmasına dayanan bir zaferin öngünü gibi tanımlanabilir.
    Bu öngünde, kırsal alanlardan gelen silahlı güçler, kentlerdeki silahlı ayaklanma ile birleşerek zafere doğru ilerler. Kentler, bu güçlerin birleşik harekatı ile birbiri ardına ele geçirilir ve düşman tek tek kentlerden kovulur. Bugün, Türkiye “sol”unda esen rüzgarlar, söylemler, ne kadar üstü örtük olursa olsun, böyle bir gelişmenin üzerine yükselmektedir.
    İşte PKK’nin karşı karşıya olduğu çıkmaz da buradadır.
    Bir taraftan 30 yıldır sürdürülen bir gerilla savaşı, öte yandan güçlü merkezi otoriteye karşı askeri zaferin kazanılamaması gerçeği vardır. PKK’nin (doğal olarak “önderliği”nin) 1995’teki ilk büyük dönüşümü ve ardından 2007 sonrasındaki ateş-kes dizileri, her açıdan askeri savaşta tek başlarına zafer kazanamayacaklarının kabulü demektir. (Ve sadece AKP’nin seçim kazanmasına hizmet etmiştir.)
    Yıllar öncesinden bilinen ve hatta yer yer planlanıp uygulamaya bile sokulan “devrimci” halk savaşının zafere ulaştırılamayacağının görülmesi, PKK’deki dönüşümlerin temelini oluşturur. Böyle bir önkabul karşısında, bir kez daha, “hendek savaşları”nın itmesiyle geriye-dönüş, sonuç açısından fazlaca bir şeyi değiştirmeyecektir.
    Bu bilinirken ve biline biline “hendek savaşları” sürecine girilmesi, kırsal alanlardaki gerilla gücünün ne yapacağı sorusunu ortaya çıkarmıştır.
    “Klasik” ya da kendi tanımlamalarıyla “devrimci” halk savaşı açısından bu sorunun yanıtı, doğrudan stratejik karşı saldırı aşamasındadır. Kırsal alanlardaki gerilla gücü ile kent ayaklanmasının birleştirilmesiyle gerçekleştirilecek olan bir stratejik karşı saldırıyla, düşmanın silahlı güçlerini “iki ateş arasına” alarak zafere doğru ilerlemeyi sağlayacağı varsayılabilir. Ama bu sadece teorik bir varsayımdır. Kendi deneyimleri, böyle bir topyekün saldırıyla birlikte tümüyle yok olabilme olasılığını da ortaya koymaktadır.
    PKK’nin, “medyatik” söylemle “Kandil”in karşı karşıya kaldığı çıkmaz, iki olasılığın (stratejik karşı saldırı ile savaşı tırmandırmak ve başarıya ulaşılamazsa tümüyle yok olmak) arasına sıkışmaktan kaynaklanmaktadır.
    “Bahar gelince” savaşın daha da şiddetleneceğine ilişkin söylemler de, bu iki olasılıktan birincisine mutlak bir değer atfetmekten kaynaklanmaktadır.
    Burada savaşta cüretin, atılganlığın rolü üzerine konuşmak elbette mümkündür. Cüret ve atılganlık, maddi gerçeklikten kopmadığı sürece bir yere ve role sahiptir.
    Herşeyden önce “düşman” güçleri uzun süre savaşı sürdüremeyecek boyutta yıpratılmamıştır (yıpratma savaşı). Aynı ölçüde, düşman güçlerinin imhası (imha savaşı) olağan dönemlerin çok ötesinde değildir. PKK’nin silahlı güçleri, ne kadar disiplinli olurlarsa olsunlar, düzenli bir orduya dönüşememişlerdir. Üstelik hareketli savaşı (manevra savaşı) yürütecek örgütlülüğe ve deneyime sahip değillerdir. Halen kırsal alanlarda bile küçük silahlı güçlerle hareket edilmektedir. Güçlerin zaman ve mekan içinde yoğunlaştırılması söz konusu olmamıştır.
    Böylesi bir durumda, “devrimci” halk savaşı “böyle gerektiriyor” diyerek savaşı tırmandırmak, mevcut tüm güçlerle saldırıya geçmek, yukarda da belirttiğimiz gibi, tümüyle yok edilme olasılığını da içinde taşımaktadır. Ayrıca böyle bir askeri tırmanma karşısında “T.C.”nin nasıl yanıt vereceği de bilinemezler arasındadır. Devlet Bahçeli’nin son açıklamalarında söylediği gibi, kentlerde “taş üstünde taş, baş üstünde baş” bırakmayacak bir askeri yanıt her zaman olasıdır.
    Stratejik düzeyde böyle bir askeri tırmanma politikasının uygulanma olasılığı ne kadar zayıfsa, taktik planda buna benzer bir askeri politikanın uygulanma olasılığı o kadar mevcuttur. PKK, taktik planda, sanki stratejik düzeyde gerçekleştiriliyormuş görünümü altında, böylesi bir askeri harekâta girişebilir. Bu taktik “saldırı”nın, sadece bu saldırıyı gerçekleştiren güçlerin imhasından öte bir etkide bulunmayacağı, yani stratejik güçlerini etkilemeyeceği kabul edilirse, ortaya çıkacak durum bir “güç denemesi”nden başka bir şey olmayacaktır. Ama stratejiden ve somut gerçeklikten kopuk bir “güç denemesi” pek çok dengelerin yer değiştirmesine yol açabilir.
    Tüm bu olasılıklar ve varsayımlar “Kandil”in içine girdiği çıkmazın boyutlarını göstermektedir.
    Elbette bu noktada, tek tek insanlara “siz olsanız ne yapardınız” diye soru sorarak “çıkmaz”dan çıkmak olanaklı değildir. Cemil Bayık’ın Times’a verdiği röportajda ifade ettiği gibi, “halkımız intikam hisleriyle dolu. Gerillalarımıza, onlara yapılanların intikamını almaları çağrısında bulunuyor”ken, yıllar boyunca “devrimci” halk savaşının aşamalarından söz edilmişken ve savaşçılar bu yönde eğitilmişken, “başka bir seçenek” de ortada görünmemektedir.
    “Kandil” ya aşağıdan gelen baskıya boyun eğerek savaşı tırmandırma kararı alacaktır, ya da aşağıdan gelen baskıyı “değişik araçlarla” nötralize ederek zaman kazanmaya çalışacaktır.
    Bugün PKK üst düzey yöneticilerinin “topyekün savaş”tan söz etmeleri, bu ikilemde ikinci yolu tercih edecekleri yönünde belirtiler olarak da kabul edilebilir.
    Her durumda, “yığınak”ta yaptıkları hata, savaşın geldiği bu aşamada ortadan kaldırılamayacaktır. Birkaç “sol” örgütü bir masa çevresinde toplayarak oluşturulan “birlik” de bu “yığınak”ta yapılan hatayı ortadan kaldıracak nitelikte değildir.
    Böyle bir çıkmazla, ikilemle karşı karşıya kalınacağı, “hendek savaşı”nın başlangıcında görülmesi gereken bir durumdur. Eğer “hendek savaşı” bir kent ayaklanmasının ifadesiyse, PKK yönetiminin, kendiliğinden ya da örgütlü bir kent ayaklanması karşısında ne yapacağını da önceden saptaması gerekir. Olaylar geliştikten ve tek tek “hendek savaşı” alanları ağır tahribata uğradıktan sonra “şimdi ne yapmalı” sorusunu sormak, yeni savaşçılar için ne kadar olanaklıysa, eski yöneticiler için o kadar anlamsızdır.
    Bu çıkmazlardan ve ikilemlerden çıkmanın tek yolu, ülke bütününde bir halk savaşı stratejisinin yürütülmesiyle olanaklıdır. Bu da PKK söyleminde ifadesini bulan “devrimci” halk savaşından temelden farklı bir stratejik çizgidir.
    Tarihsel olarak PKK’yi böyle bir çıkmazdan çıkartacak bir başka olasılık daha vardır. Bu da, “sömürge savaşları”ndan yorulmuş ve yıpranmış Portekiz ordusunun solcu askerlerle gerçekleştirdiği “karanfil devrimi” benzeri bir durumun ortaya çıkmasıdır. (1974 yılında gerçekleştirilen “sol darbe” sonucunda Portekiz Afrika’daki sömürgelerini “barışçıl” biçimde terk etmiştir.)
    “Darbe” söylemlerinin gündemin ilk sırasına çıktığı bugünlerde bu olasılığı da anımsatmış olalım.

    KURTULUŞ CEPHESİ – Mart-Nisan 2016

    http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc149_3.html

  141. Profesyonel Ordu ya da Paralı Askerler

    Profesyonel ordu, askerliğin meslek haline getirildiği ve sadece bu mesleği yapacakların görev aldığı bir ordu olarak tanımlanır. Bu açıdan, profesyonel ordu, sözcüğün tam anlamıyla paralı askerlerden oluşur.
    Bu paralı askerler, askerliği meslek, yani bir para kazanma yeri olarak kabul etmiş ve askeri kışlalarda (gerektiğinde ailesiyle birlikte) yaşam süren tam zamanlı silahlı personeldir. Örneğin ABD ordusu, tümüyle profesyonel askerlerden oluşan profesyonel bir ordudur. Savaşçı personelden büro personeline kadar herkes paralı asker olarak orduda görev yapar. Buna paralel olarak da, ABD ordusunun askere alım, asker eğitimi ve görevlendiriş tarzı biçimlendirilmiştir. Hollywood filmlerinin kafamıza kazıdığı gibi, bu paralı askerler “vatan, millet, bayrak” için değil, sadece kendileri için savaşırlar. Kendi emir-komuta zinciri dışında kimseye hesap vermek durumunda olmadıkları için de savaş alanında akla gelmedik katliamlara başvururlar.
    Türkiye’de “profesyonel ordu” tartışmaları Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasıyla birlikte yoğunlaşmıştır. Özellikle “terörizme karşı mücadele”nin, zorunlu askerlik hizmeti için orduya katılmış ve çok az eğitime sahip askerlerle yürütülmesinde “sorunlar” ortaya çıktığı görüldüğünden, “profesyonel ordu” kurulması yönünde bir eğilim ortaya çıkmıştır. Ancak bu eğilim, kimi zaman “medya”da dile getirilmiş, kimi zaman “medya” üzerinden topluma kabul ettirilmeye çalışılmıştır.
    Toplumun, PKK’ye yönelik savaşta zorunlu askerlik hizmetiyle orduya katılanların ölümleri karşısında tepki vermeye başlamasıyla birlikte (“hakkımı helal etmiyorum”), “profesyonel ordu” eğilimi gerçeklik haline dönüşmüştür.
    Dünün Genelkurmay başkanı, “Ergenekon operasyonları”nın “mağduru” İlker Başbuğ bu “müjdeli” haberi 2007 yılında vermiştir.
    Başbuğ’a göre, “terörle mücadelede zayiat işin doğasında” (“fıtratında”) vardır. “Bu zayiatı en aza nasıl indiririz?” sorusu üzerinde yoğunlaşıldığını ve sonuçta “iç güvenlik” bağlamında “yeni bir konsept” geliştirdiklerini açıklar. Bu “yeni konsept”:

    1- Yüzde 100’ü profesyonellerden oluşan Özel Kuvvetler Komutanlığı.
    2- Jandarma özel harekât taburları.
    3- 5’i Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na, 1’i Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlı komando tugayları.
    4- Sabit konuşlu ve alan kontrolü sağlayan iç güvenlik taburları.
    5- Destek unsurlarını içerir.

    Böylece 2008 yılından itibaren “profesyonel ordu”ya geçilmeye başlanılmıştır.
    Ancak ortada bir “başka” sorun vardır. “Zorunlu askerlik sistemi”, aynı zamanda “ordu-millet” temelli milliyetçi ideolojinin ayrılmaz bir parçasıdır. Profesyonel ordu, herşeyden önce, mesleği askerlik olan ve geçimini buradan sağlayan silahlı unsurlardan oluşur. Bu da “ordu-millet”e dayanan milliyetçi ideolojinin zaafa uğraması demektir. Yani “kutsal peygamber ocağı” olarak dinsel bir ideolojiyi de barındıran “zorunlu askerlik sistemi”nin kaldırılması, ordunun niteliğini ve toplumsal işlevini değiştirecektir. Profesyonel ordu, ideolojisiz bir ordu olarak, sadece parayla motive edilmiş silahlı unsurlardan oluşacağından tüm milliyetçi ve dinci ideolojik inancı sarsar.
    Bu durumdan çıkış olarak, sadece “terörizmle mücadele” (“iç güvenlik”) kapsamında ordunun profesyonelleştirilmesine gidilmiştir. Ama bu “çözüm”, “teröristler”in sabit bir sayıda kalacağı varsayımına dayanır. Gelişen ve güçlenen bir “terör” karşısında artan oranda profesyonel asker bulmak ve bunları eğitmek çok da pratik değildir. Doğal olarak eldeki (mevcut) ordu birimleri bu alanda görevlendirilmek zorundadır. Bu da “zorunlu askerlik sistemi”yle askere giden “Mehmetçik”in sınırlı ve basit eğitimle bir kez daha savaşa sokulması anlamına gelir. Bu da, bir kez daha “hakkımı helal etmiyorum” tepkisinin ortaya çıkmasına yol açar.
    Bugün, TSK’nın “genelkurmay aklı” bu sorunu aşabilmiş değildir ve aşması da beklenemez. Ama her yönüyle dökülen ve başarısızlığa mahkum bir paralı askerlik sistemi kurulmuştur.
    İslamcılar (ve elbette AKP), ordunun yarım değil, tam olarak profesyonelleştirilmesini savunmaktadırlar. Onlara göre, tam profesyonel, yani paralı askerlerden oluşan bir ordu, bugüne kadar olduğu gibi siyasete müdahale edemeyecektir. Parayı veren düdüğü çalacaktır. Kendilerinin parayı kontrol altında tuttuklarına inandıkları için de, düdüğü kendilerinin çalacağını öngörmektedirler.
    Yine islamcıların (AKP), darbe üzerine darbe yapan ve her zaman darbe yapmaya “muktedir” olan ordunun karşısına, yine paralı elemanlardan oluşan “yerli ve milli” bir polis teşkilatı çıkarma çabası da aynı nedenlerle ortaya çıkmıştır.
    AKP ve Recep Tayyip Erdoğan ne kadar “yerli ve milli” polislerden söz ederse etsin, bugün polis özel harekat birimlerinden birbiri ardına gelen istifalar sorunun sanıldığı kadar basit olmadığını göstermiştir.
    Öte yandan, ordunun tüm subay ve astsubay kademeleri, askerliği meslek olarak seçmiş ve geçimini buradan temin eden paralı askerlerden oluşur. Darbe yapanlar da hep bu paralı askerler olagelmiştir. Hiçbir zaman “parayı veren”, yani “devlet/hükümet” düdüğü çalamamıştır.
    Paralı askerlere ilişkin olarak Machiavelli Prens kitabında şunları yazar:

    “… bir prensin kendi devletini savunmak için kullandığı silahlar, ya kendine aittir ya ücretlidir, ya yardımcıdır ya da karışıktır. Ücretli ve yardımcı askerler yararsız ve tehlikelidir; bir kişi, devletini bu askerlere dayanarak elde tutuyorsa, ne sağlam konumda ne de güvenlik içinde olacaktır; çünkü onlar arasında birlik yoktur, hırslı, disiplinsiz ve sadakatsizdirler; dostlarının önünde cesur, düşmanların önünde korkaktırlar; ne tanrıdan korkarlar, ne de insanlara bağlıdırlar; saldırı ne kadar geciktirilirse yıkım da o kadar ertelenir; barış zamanında onlar tarafından soyulan insanlar, savaş zamanında düşman tarafından soyulur. Gerçek şu ki, savaş alanında onları tutacak küçük bir ücretten başka bağları ve nedenleri yoktur ve bu ücrette sizin için ölmeyi istemeleri için yeterli değildir. Savaş yapmadığınız sürece sizin askeriniz olmaya hazırdırlar, ama savaş gelip çatınca, ya ayrılırlar ya da kaçarlar. Bunu kanıtlamak çok zor değildir, çünkü İtalya’nın mahvoluşunda, değişik zamanlarda ücretli askerlere umut bağlanmasından başka hiçbir neden olmamıştır. Önceleri bazıları cesur görünürlerse de, yabancılar geldiğinde ne oldukları ortaya çıkar. Bu yüzden, Fransa Kralı Charles İtalya’yı bir elinde tebeşirle ele geçirebilmiştir. ‘Bunun nedeni bizim günahlarımızdır’ diyenler gerçeği söylüyorlar, ama bu günahlar, onların düşündüğü günahlar değil, benim söylediğim günahlardır. Bu günahları işleyenler prensler olduğu için, cezasını da çeken prensler olmuştur.
    Bu silahların yersizliğini daha iyi göstermek istiyorum. Ücretli komutanlar, ya yetenekli kişilerdir ya da değildir. Yetenekliyseler, onlara güvenemezsiniz, çünkü ya onların efendisi olan size baskı yaparak ya da sizin niyetinizin tersine başkalarını ezerek kendilerini büyük yapmak isterler; eğer yeteneksizse, doğal olarak sizi yıkıma götürür.”

    Yaklaşık 500 yıl önce yazılmış bu sözlere rağmen, ABD’de olduğu gibi, paralı askerlere dayalı ordular varlıklarını sürdürmüştür. Bu durumdan güç alan profesyonel ordu yandaşları tezlerini savunmayı sürdürmüşlerdir.
    TSK, kesinkes ABD ordusu gibi mutlak bir profesyonel orduya geçmeyi düşünmemektedir. Onların ideal profesyonel ordusu, Fransa’nın yüz yıldır sürdüregeldiği “lejyoner” sistemidir. Yani ordunun önemli bir bölümünü profesyonelleştirerek “özel görev gücü” haline getirmektir. Fransa’daki bu sistemin ayırıcı özelliği ise, tümüyle “yabancılar”dan oluşmasıdır. Pek çok sömürgeye sahip olan Fransa için kendi sömürgelerinde yaşayanlar “yabancı” olarak kabul edildiğinden, “lejyoner”ler de bu unsurlardan oluşturulur. Böyle bir durum Türkiye için geçerli olmadığından “lejyoner” sisteminden esinlenen uygulamalar da bir süre sonra başarısızlığa uğramak durumundadır.
    Paralı askerlik sistemi, paralı askerlerin kendi emir-komuta zinciri dışında hiç kimseye karşı sorumlu olmamalarıyla özdeştir. Bu nedenle paralı askerler akla gelemeyecek vahşeti ve katliamı yapabilecek “tıynette” kişilerdir (ki Fransız lejyonerleri ile Belçikalı paraşütçülerin Afrika’da yaptıkları katliamlar ve işkenceler ortadadır). İstenilen böylesi vahşi ve katliamcı askerlerle “terörizmle savaş” yürütmektir.
    Bu açıdan, ordunun artan profesyonelleştirilmesi, pratikte, artan vahşet ve katliam demektir. Buradan da “anti-terör” politikasının kökenine ulaşılır: Zorun, askeri zorun olabilecek en son sınırına kadar kullanılması. Diğer ifadeyle, profesyonel birlikler aracılığıyla “topyekün” ve “mutlak” bir savaş sürdürülmesi “anti-terör” politikasının idealidir.
    Bunun devrimci mücadele üzerinde fazlaca bir etkisi yoktur. Çünkü devrimci mücadele, tarihin görüp görebileceği en büyük vahşetle, katliamla yok edilmeye çalışılmıştır ve çalışılmaktadır. Bunların paralı askerler aracılığıyla ya da “zorunlu askerlik sistemi” ile gerçekleştirilmesi fazlaca bir fark oluşturmaz. Hatta diyebiliriz ki, profesyonel ordu, paralı askerlik, devrimci mücadelenin geçmişte karşı karşıya kaldığı kimi sorunların kendiliğinden ortadan kalkmasına yol açacaktır. Zorunlu askerlik sistemiyle askeri alınmış ve en fazla 20 ay askerlik yapacak olan bir silahlı unsurla savaşmak bir dizi toplumsal sonuçlar doğurabilmiştir. Profesyonel ordu, bu toplumsal sonuçları ortadan kaldıracaktır. Dolayısıyla da, eskiden olduğu gibi “şehit haberleri”nin toplumdaki yansıları daha sınırlı ve “tepkiler” de daha yapay hale gelecektir.
    Profesyonel ordunun bu durumu karşısında, kaçınılmaz olarak, milliyetçi ve dinci ideoloji tarafından harekete geçirilmiş unsurların hareketi daha fazla önem kazanacaktır. Bu da, bir yandan savaşı daha kanlı ve kuralsız hale getirirken, diğer yandan iç savaşı kaçınılmaz hale getirecektir. Böylece parayı verenin düdüğü çalamayacağı, zafer ve ölümden başka alternatifin olmadığı bir süreç ortaya çıkacaktır.

    KURTULUŞ CEPHESİ – Mart-Nisan 2016

    http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc149_2.html

  142. Yukarıdaki yazı şöyle tamamlanmalı,
    Profesyonel ordunun kurulamaması/zorunlu askerlik Türkiye’de esasen Yeniçeriliğin lağvıyla kurulan yeni orduyla başlayan bir süreçtir.
    Daha doğrusu eski askeri düzenin koşullarının ortadan kalkmasının bir sonucudur.
    Yeniçeri ordusunun temeli devşirme sistemi ve sipahi ordusunun temeli tımar sistemi bozulmuştu. Bağımlı devletler/yerel feodaller ve onların yolladığı birlikler artık yoktu. Köle kökenli askerlerin kaynağı olan fetihler ve savaşlar da.
    Böylece profesyonel ordunun altyapısı ortadan kalkmış oldu.

  143. Böyle birbirlerini hedef almaları ne güzel değil mi? Bu iç çekişmeler daha çok olsun;

    Bayrak dikme kavgası mahkemelik oldu
    Trabzon Maçka’da ‘tepeye bayrak dikme’ nedeniyle tartışan ilçe jandarma bölük komutanı üsteğmen ile ilçe emniyet müdür yardımcısı komiser, birbirlerinden şikâyetçi oldu.
    Maçka Kaymakamlığı, 18 Mart Şehitler Haftası nedeniyle ilçenin en yüksek tepesine Türk bayrağı dikilmesini kararlaştırdı. Kaymakam Deniz Pişkin, görevi İlçe Emniyet Müdür Yardımcısı Komiser Engin A.’ya verdi. İddiaya göre İlçe Jandarma Bölük Komutanı Üsteğmen Seyfettin G., törene katılmadı. Tören bitiminde de gittiği alanda, ilçeye dönen emniyet aracını durdurdu ve Komiser Engin A.’ya, “Jandarma mıntıkasında polisin ne işi var?” diye sordu. Engin A. da “Bayrak dikme törenine geldik. Görmüyor musun?” cevabını verdi. Yine iddiaya göre alandan ayrılan Engin A.’yı aynı gün akşam telefonla arayan Seyfettin G., “Seni bir daha mıntıkamda görürsem bak ne yapacağım” dedikten sonra küfür etti. Bir gün sonra Engin A. ise sosyal paylaşım sitesinde “Merak etme şanlı bayrağım, benim mıntıkamdan da görünüyorsun. Sana uzanan elleri buradan da kırarım. İcap ederse dibine kadar gelir, o direği bir yanına s….” yazdı.
    Komiser Engin A., bayrağın dikildiği alanda.
    Birbirlerinden şikâyetçi olan üsteğmen ve komiser, iddiaları reddetti. Soruşturmayı tamamlayan savcı, iki rütbelinin birbirlerine hakaret ettiği iddiasıyla 3 aydan 2 yıla kadar hapis ve adli para cezası talep etti. İkilinin ceza almaları durumunda meslekten ihraçları da istenen iddianame, mahkeme tarafından kabul edildi.
    http://www.hurriyet.com.tr/bayrak-dikme-kavgasi-mahkemelik-oldu-40085374

  144. Erdoğan’dan dava Kılıçdaroğlu’ndan yanıt
    Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türk Tabipler Birliğini (TTB) ziyaretindeki ifadeleri nedeniyle CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaoğlu hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına “Cumhurbaşkanına hakaret”ten suç duyurusunda bulundu. Erdoğan, ayrıca 100 bin liralık manevi tazminat davası açtı. Kılıçdaroğlu, suç duyurusu ve davaya Twitter’dan yanıt verdi
    Erdoğan’ın avukatı Hüseyin Aydın tarafından Başsavcılığa verilen suç duyurusu dilekçesinde, Kılıçdaroğlu’nun, 7 Nisan 2016’da TTB ziyaretinde yaptığı açıklamada Erdoğan’a hakarette bulunduğu belirtildi.
    Kılıçdaroğlu’nun TTB’deki açıklamalarına yer verilen dilekçede, CHP Genel Başkanı’nın, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 299. maddesinde düzenlenen “Cumhurbaşkanına hakaret” suçunu işlediği savunuldu.
    Dilekçede, “Cumhurbaşkanı’na hakaret” eden kişinin bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırıldığı, suçun alenen işlenmesi halinde ise verilecek cezanın altıda biri oranında artırıldığı hatırlatıldı.
    Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarının düşünce ve ifade hürriyeti çerçevesinde değerlendirilmesinin mümkün olmadığı belirtilen dilekçede, “Şüphelinin şikayet konusu açıklamaları, onur, şeref ve saygınlığı zedeleyici söz ve beyanlar mahiyetinde olduğundan hukuken himaye edilmesi mümkün değildir” değerlendirmesi yapıldı.
    Dilekçede, şunlar kaydedildi: “Şüpheli, seçilmiş ilk Cumhurbaşkanımızı hedef alarak yaptığı paylaşımlarla Sayın Cumhurbaşkanımıza karşı onur, şeref ve saygınlığını rencide edici ifadeler kullanmış, kişiliği, saygınlığı ve itibarını hedef alınarak atılı suçu alenen işlemiştir. Aleniyet, hakaret suçunun belirsiz sayıdaki kimse tarafından bilinip görülebileceği şekilde işlenmesidir. Kurultayda, topluluk önünde yapılan konuşmada suça konu ifadelerin birçok kişiye ulaştığı açık olduğundan aleniyet unsuru gerçekleşmiş olup somut olayda suçun nitelikli hali olan ikinci fırkasının uygulanması gerekir.”
    Dilekçede Kılıçdaroğlu hakkında üzerine atılı suçtan soruşturma yapılarak, hakkında kamu davası açılması talep edildi.
    TAZMİNAT DAVASI DA AÇILDI
    Öte yandan, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun, sözleriyle “şahsiyet haklarına saldırı kastıyla fevkalade ağır hakarette bulunduğu” gerekçesiyle 100 bin liralık manevi tazminat davası açtı.
    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın avukatları Hüseyin Aydın, Muammer Cemaloğlu, Burhanettin Sevencan ve Tuğba Sağlam Eker’in Ankara Asliye Hukuk Mahkemesine verdiği dava dilekçesinde, Kılıçdaroğlu’nun TTB ziyaretinde yaptığı basın açıklamasının, kamuoyunda büyük bir tepkiye neden olduğu, eleştiri ve ifade özgürlüğü sınırlarını aştığı belirtildi.
    Dava konusu konuşmadan dolayı yasa gereği manevi tazminata hükmedilmesinin tüm şartlarının oluştuğu bildirilen dilekçede, şu ifadelere yer verildi: “Kişiler, objektif bilgi verme ve eleştiri ile yetinmelidir. Bilerek kişileri tahfif etmek ya da hakaret teşkil edecek nitelendirmelerde bulunmak gibi izin verilmeyecek araçlara başvurmamalıdırlar. Eleştiride yer alan olayları anlatırken bile doğrudan doğruya muhatabının kişilik haklarını hedef almamalı, onur ve saygınlığına saldırı teşkil edecek hakaretlerde bulunmamalıdırlar.”Dilekçede, Kılıçdaroğlu’nun, yaptığı basın açıklamasında sarf ettiği ifadeleri nedeniyle 100 bin lira manevi tazminatla cezalandırılması talep edildi.
    KILIÇDAROĞLU TWITTER’DAN YANITLADI
    CHP Genelbaşkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kendisi için ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ten suç duyurusunda bulunan ve 100 bin liralık tazminat davası açan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, Twitter’dan sert sözlerle yüklendi. Kılıçdaroğlu, şu mesjıo attı: “Sabahtan akşama kadar televizyonlarda, senden olmayan herkese hakaretler savuracaksın hem de bana hakaret davası açacaksın öyle mi? O davalar benim için onurdur! Namus ve şeref kavramını hatırlayıp, ona göre davranana kadar, sana o kavramları hatırlatmaya devam edeceğim!”
    KILIÇDAROĞLU NE DEMİŞTİ?
    CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan için şunları söylemişti: “Yaptığım eleştiriye karşı ‘sapık’ sözcüğünü kullanıyor. O zata soruyorum, ‘Dolmabahçe’de oturup Kadıköy’den gelen vapurlardaki kadınlara, kızlara bakıyorum’ demek nedir? ‘Onları dikizliyorum’ demek sapıklık değil mi? Bunun adı cinsel sapıklıktır. Söyleyen, bizzat itirafı yapan Erdoğan. Siyasi sapıklık, parlamentonun önüne çıkıp yemin ettikten sonra o yeminini tutmayıp namusunu ve şerefini çöp sepetine atmaktır. Bunun adı siyasi sapıklık değil de nedir? Yeri gelince ‘Kadınları yüceltiyorum’ diyor. Sen değil miydin ‘Al ananı da git’ diyen? Sen değil miydin ‘İsrail dölü’ diye bağıran? Kalkmış bize ders veriyor. Sapıklığın adresi, konuyu saptırıyor. Hem cinsel sapıklığın, hem siyasi sapıklığın adresi Recep Tayyip Erdoğan’dır.”
    http://www.hurriyet.com.tr/o-sozler-mahkemelik-oldu-40087330

  145. Enfal Soykırımı Devletsizlikten Kaynaklandı!

    Kürdlerin yaşadığı trajediler o kadar fazla ki, nerdeyse her gün bir katliamın/soykırımın veya benzer bir insanlık dramının yıl dönümüdür. 14 Nisan’da bu kara günlerden biridir. 14 Nisan, modern çağın en planlı ve en vahşi soykırımlarından biri olan Enfal Soykırımı’nın yıl dönümüdür.

    Irak’ın Kürdlere uyguladığı Enfal Operasyonu, 1986-1989 tarihleri arasında sürdü ve bu operasyonlarda 180.000 Kürd öldürüldü… Saddam Hüseyin’in Dokan Baraj Gölü’nün kapaklarını açmasıyla binlerce Kürd çamurlar altında kalarak yaşamını yitirdi…

    Her ne kadar 1986-1989 yılları baz alınsa da, Enfal Soykırımı’nın ön hazırlıkları niteliğinde 1983’ten itibaren katliamlara başlandı.

    Sekiz bin (8.000) Berzani erkeği (ki on yaşındaki çocuklar da bu gruba dâhildir)1983’te evlerinden alıkonularak Irak çöllerinde katledildiler. 8 000 insanın katledilme biçimi Saddam Rejimi’nin vahşetini göstermeye yetiyordu. 8.000 insan diri diri toprağa gömülerek katledildi.

    Nerdeyse tüm erkekleri katledilen Berzan’ların kadınları da Irak Devleti tarafından alıkonularak Musul ve Hewlêr’de zorunlu ikamete tabi tutularak bir nevi büyük bir hapishane yaşantısına mahkûm edildiler. Irark sömürgecilerinin katliamlara Berzan’lardan başlaması, Ulusal Kurutuluş Mücadelesi’nde Berzanların öncü ve kararlı bir geleneğe sahip olmasıydı.

    İçinde Halepçe Soykırımı’nın da bulunduğu sistemli soykırım sürecinde iki yıl içinde 182 bin Kürd farklı farklı yöntemlerle (her türlü uç ve insanlık suçu kapsamında olan yöntemlerdi) katledildiler. Bu Soykırım sürecinde kimyasal silahların alenen kullanılmış olması da ayrı bir insanlık utancıdır.

    Soykırım sürecinde nerdeyse Güney Kürdistan’ın tüm köyleri yerle bir edildi ve doğası da tahrip edildi. Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir zaman bu kadar kapsamlı ve vahşice bir soykırım henüz yaşanmamıştır. Kürdlerin katledilmesi ile yetinmeyen soykırımcılar, Kürdistan’daki canlı-cansız tüm varlıkları da yok etme yoluna başvurdular.

    Bu soykırımda bütün dünyanın seyirci kalması, “Halkların Kardeşliği” ve “Ümmetçilik” adı altında Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da da Saddam ve Soykırım politikalarına destek gösterilerinin yapılması, soykırımcılarla dayanışma gösterilerinde “Kürd” olduğunu iddia eden bazı yapıların/aktörlerin de yer alması en az soykırımın kendisi kadar üzücüydü.

    Enfal ve diğer tüm katliam ve soykırımların devletsizlikten kaynaklandığı gerçeği, Kürdlerin devletleşmesine karşı olan herkesin hem geçmiş soykırımlarda hem de gelecekte yaşanabilecek benzer olaylarda pay sahibi olduğunun göstergesidir.

    Dün Saddam ile dayanışma gösterisi yapanların bu gün yine Kürdlerin devletleşmesine engel olmak için her türlü piyonluğu yapması tesadüf değildir. Bu “istikrarlı” Kürd/Kürdistan düşmanlıkları söz konusu yapıların sömürgecilerin taşeronu olduğu gerçeğini somut olarak gözler önüne seriyor.

    Kürdler, Yeni Enfal’leri yaşamamak için devletleşmek zorundadırlar. Son IŞİD saldırıları gösterdi ki her an yeni soykırımlar hayata geçirilebilir. Güney Kürdistan’ın sınırlı kazanımı bile soykırımcılara karşı bir direniş ve ayakta kalmayı sağlıyorsa, devletleşme halinde hiçbir gücün bir daha soykırım emellerini Kürdler üzerinde deneme cesareti gösteremeyeceğinin kanıtıdır.

    Enfal’de yaşamlarını yitirenleri saygı ile anarken, başta Irak Devleti olmak üzere, soykırımda rol alan, seyirci kalan ve Saddam ile “Halkların Kardeşliği” ve Ümmetçilik” adı altında dayanışma içine giren herkesi insanlık adına lanetliyoruz. Devletsizlikten kaynaklanan Enfal Soykırımı, Kürdlerin devletleşmesine karşı olan herkesi de lanetliyoruz. Kürdlerin yaşadığı Enfal Soykırımı’nı ve diğer katliam ve soykırımların acısını kısmen de olsa hafifletecek tek şey Kürdlerin devletleşmesidir. Çünkü devletleşmek bir daha bu tür soykırımların yaşanmayacağının güvencesi olacaktır…

    NOT: Enfal için “katliam” tanımı kullanmak ya bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor ya da egemen devletlerin kalemşorları tarafından yaratılan algı ile soykırımcıları aklanma amacından. Enfal, Soykırım sözleşmesinin 2. Maddesinde belirtilen ve Soykırım suçu olarak görülen tüm fıkraları bire bir Enfal’de yaşandı. Bu nedenle Enfal tereddütsüz bir Soykırım’dır…

    Haber/Yorum

    14.04.2015

    http://www.nasname.com/a/enfal-soykirimi-devletsizlikten-kaynaklandi

  146. TC-PKK savaşına bir son verebilmek için belki de bu savaşta yer alanların kimliğini, neden orada olduklarını sorgulamak gerekir.
    Askerlerin bir bölümü ve polisler mesleği savaş olan maaşlı bürokratlar oldukları için ölümleri doğal bir mesleki durumdur.
    Askerlerin bir kısmı zorunlu askerlik sistemi sonucu orduda yer alanlardır. Asıl sorun bu saçmalık ötesi zorunlu askerlik sisteminin sorgulanmamasıdır.
    PKK veya diğer silahlı sol örgütler zaten devlete tepkinin bir sonucu olduğundan asıl sorgulanması gerekenler değildir.

  147. Saray’da bir tiyatro: Erdoğan’ın korkusu

    Gerçek
    Nisan 21, 2016

    20 Mart’ta Yıldız Sarayı Silahhane Binası’nda tuhaf bir oyun sahnelendi; oyunu TRT Haber canlı olarak yayınladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ekran karşısında gençlerin Türkiye ve Dünya gündemi ile ilgili sorularını yanıtladı. Buna tuhaf bir oyun diyoruz çünkü programa katılan gençlerin içerisinde bir tane bile eleştirel denilebilecek bir soru soran yok, hatta gençlerin bir kısmı AKP Gençlik Kollar’ına üyeler veya yönetimindeler.

    Demek ki Tayyip Erdoğan ne sorulacağını önceden bilmezse, karşısında oturanlar onun destekçileri değilse sorulabilecek sorulardan gerçekten çok korkuyor! Korkuyor çünkü Diyarbakır’da, Suruç’ta, Ankara Garı’nda, Kızılay’da, Sultanahmet’te ve nihayet İstiklal Caddesi’nde bombaların patlamasında, Türkiye’nin adım adım Suriyeleştirilmesinde var olan sorumluluğunu sorarsa biri; Erdoğan’ın verecek hiçbir cevabı yok! Birisi çıkıp, “Ülkemizde gerçekleşen terör olayları karşısında ne yapmalı?” yerine Kürt illerinde devletin estirdiği terörü soracak olsa, muhtemelen yayının sesi hemen kesilir ve güvenlikler o genci salondan darp ederek dışarı çıkartırdı. Ancak Erdoğan’ın bunu dahi göze alacak cesareti yok. Birisi, örneğin geçtiğimiz ay Cizre’de 60 kişinin bir bodrum katında katledilmesini gündeme getirse Erdoğan’ın yüzü kızarır mı bilmiyoruz, ama kundaktaki bebekten tutun yetmiş yaşındaki dedeye, nineye yüzlerce insanın ölümünden sorumlu olduğunu biliyoruz. Diyarbakır’da, Ankara’da bombalar patladıktan sonra alana polisin saldırmasında, yaralıların üzerine gaz bombası atılmasında sorumluluğu olduğunu biliyoruz. 7 Haziran’dan sonra ben varsam istikrar, ben yoksam kaos olur diyenin Erdoğan olduğunu biliyoruz. Kendisi de biliyor, bu yüzden programa repliklerini ezberlemekte zorlanmış tiyatro oyuncuları gibi kalıp cümlelerle, duraksayarak konuşan Ak Parti Gençlik Kolları mensuplarını çıkartmış.

    Aralarında Suruç’ta, 10 Ekim’de Ankara’da katledilen öğrencilerin arkadaşları yok. Okul parasını çıkartmak için saatlerce çalışan, katlamalı harçlarla, yurt kiralarıyla her ay ekonomik olarak daha da zor duruma düşen öğrencilerden de yok anlaşılan. Masa açıldığında veya afiş asıldığında dahi polisin okula girip, ters kelepçeyle ve işkenceyle gözaltı yaptığı okullardan gelen, bu durumdan rahatsız olup bir soru yönelten de yok. Polisin, güvenliğin ve rektörün işbirliğiyle okula ellerinde sopalarla giren mezhepçi-tekfirci çeteleri soran da yok. Katliamlara, savaş politikalarına karşı bir bildiriye imza attı ve bir basın açıklaması okudu diye tutuklanan hocaların öğrencileri veya yüzlerce tutuklu öğrencinin arkadaşları da yok.

    Erdoğan suçlarından, bunların dile getirilmesinden istediği kadar kaçsın. Biz soru sormayacağız, hesap soracağız; Erdoğan’ın karşısına soru şeklinde gelmesinden korktuğu bütün suçlarının hesabını soracağız! Korkunun ecele faydası yok. Her gün iş cinayetlerinde katledilen işçilerin hesabını, Soma’nın, Ermenek’in, Torunlar’ın, nicelerinin hesabını… Madenlere yaşam odası yapmak yerine saraylara oda yapmak için kullanılan paraların, AKP iktidarının halktan çaldığı her kuruşun hesabını… Katledilen her çocuğun, her öğrencinin, her kadının, Kürt halkının, Suruç’un, 10 Ekim’in, Gezi şehitlerinin, her birinin hesabını soracağız! Kendi ikballeri için Türkiye’yi Suriyeleştiren, bizim geleceğimizi karartmaya çalışanlardan kurtulmak için işçi sınıfı saflarında örgütlenmeye ve mücadele etmeye devam edeceğiz!

    Son olarak programda, “Biz güçlü olmaya mecburuz. Çok çalışacağız, çok gayret edeceğiz. Şu anda kişi başına milli gelirimiz 10 bin dolarsa bu rakam, bizim bir defa hedefimiz neydi? İlk etapta 15 bin dolar, ardından 2023 bunu 25 bin dolara çıkarmamız lazım. 25 bin dolara çıkaracağız göreceksiniz dengeler o zaman çok daha farklı olacak.” diyen Erdoğan’a bizim bir diyeceğimiz var: çok çalışacağız, çok gayret edeceğiz. Sürekli ekonomik istikrar, asgari ücrette artış, taşerona kadro gibi tutulmayan sözler vererek kandırmaya çalıştığı işçilere, emekçilere gerçekleri anlatacağız. Gençliği işçi sınıfı saflarına kazanacak; fabrikalardan, madenlerden, tersanelerden yükselen sese kulak vereceğiz. Yarın o ses kimsenin görmezden gelemeyeceği kadar yükseldiğinde, işte o zaman dengeler çok çok daha farklı olacak!

    Bu yazı Gerçek Gazetesi’nin Nisan 2016 tarihli 78. sayısında yayınlanmıştır.

    http://gercekgazetesi.net/genclik/sarayda-bir-tiyatro-erdoganin-korkusu

  148. “Hendek Savaşı”nın Sonu mu?

    YPS Genel Koordinasyonu’ndan yapılan açıklamada, “Kürt halkının meşru talebi olan demokratik özerklik mücadelesi çerçevesinde geliştirilen öz savunma direnişinin 72 gün boyunca Nusaybin’de büyük bir kararlılık ve cesaretle sürdürüldü. … Devlet güçlerinin pervasız bir biçimde her tarafı yerle bir ettiği bu koşullarda direniş güçlerinin pozisyon değiştirmesi gerekli görülmüştür. Bu temelde alınan karar çerçevesinde güçlerimiz 25 Mayıs günü (2016) itibarıyla Nusaybin şehrinden başarılı bir biçimde geri çekilmeyi sağlayarak ulaşması gereken üslerine ulaşmışlardır.” denildi.
    Alika (Tunç) Mahallesi’nde aralarında çocuklar ve annelerin de olduğu sivillerin bulunduğu belirtilen YPS açıklamasında, “Onlarla birlikte yerel ve sivil gençlerden bazı yaralılar da bulunmaktadır. Silahsız olarak bulunan bu insanların yaşamı şu anda tehlike altındadır. Tüm insan hakları kuruluşlarının, tüm demokrasi güçlerinin, sivil-silahsız olarak Alika Mahallesi’nde bulunan bu insanların yaşam hakkının korunması için devreye girmeleri bir insanlık görevi olarak gündeme girmiştir.”denildi.

    “Medya” söylemiyle “Suruç katliamı (20 Temmuz 2015) ile başlayan süreç” olarak ifade edilen, gerçekte ise, 8 Temmuz 2015 tarihinde Türkiye ile, yani Recep Tayyip Erdoğan iktidarı ile Amerikan emperyalizmin arasında varılan “İncirlik Mutabakatı”yla başlayan “süreç”te “T.C. devleti” (Recep Tayyip Erdoğan iktidarı) ile PKK arasındaki “çözüm süreci”, “barış süreci”, “çatışmasızlık süreci”, “İmralı görüşmeleri” vb. olarak adlandırılan dönem sona ermiştir.
    Anımsanacağı gibi, “İncirlik mutabakatı” resmen açıklanmadan bir hafta önce (15 Temmuz 2015) KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Besê Hozat, Özgür Gündem’de yayınlanan yazısında “yeni” bir süreçten söz ederek, bu “süreç, devrimci halk savaşı sürecidir” beyanında bulunmuştu.
    Türkiye büyük bir rehavet içinde “yeniden seçim” havasına kapılmış olduğundan bu gelişmeler neredeyse hiç önemsenmedi. Aynı biçimde Besê Hozat’ın “yeni süreç”ten, “devrimci halk savaşı süreci”nden söz etmesi de fazlaca ciddiye alınmadı.
    Daha önce de belirttiğimiz gibi,[1*] “tarafların”, yani Recep Tayyip Erdoğan iktidarı ile PKK’nin tam olarak bildikleri “yeni” süreç karşılıklı “tehdit”lerle ilan edildi.
    “Devlet”in, yani Recep Tayyip Erdoğan iktidarının “terörün kökünü kazıma” tehdidi, basit bir seçim söylemi olarak yorumlanırken, PKK tarafından yapılan açıklamalar da (her zamanki gibi) “tehdide karşı tehdit” söylemi olarak değerlendirildi.
    1 Kasım seçimleriyle birlikte “yeni süreç”, sözcüğün tam anlamıyla başladı. Ancak “yeni süreç”in niteliği konusunda söylemler çeşitliydi.
    Bugün için “hendek savaşı” adı verilen, gerçeklikte bazı ilçelerde ve bazı mahallelerde ortaya çıkan “hendek ve barikatlar”ın pekiştirilmesi ve bu pekiştirilmiş barikatların silahla savunulması “taktik”i ile “demokratik özerklik ilanı” adı verilen “strateji” karmaşası ortaya çıktı.
    PKK söylemiyle, “yapılan T.C. zulmüne” karşı “ferdi silahlarla direnen ve başkaldıran Kürt gençliği” “zaptedilemez” hale gelmişti. Recep Tayyip Erdoğan’ın “sonuna kadar” gideceklerini söylediği saldırıları da bu zemin üzerinde kendi meşruiyetini buldu.
    “Seçim taktiği” olarak yorumlanan, yani Recep Tayyip Erdoğan’ın “milliyetçi oyları” alma hesabıyla başlattığı kabul edilen “yeni süreç”, “barış süreci”ni tümüyle ortadan kaldırdı. Böylece “barış süreci”, “İmralı görüşmeleri” vs. olarak adlandırılan dönem, sadece bir “zaman kazanma” hilesinden ibaret olduğu da açığa çıktı.
    PKK, bu “yeni süreç”te, her ne kadar “devrimci halk savaşı”ndan söz ediyorduysa da, gerçekte “gençlik örgütlenmesi”ni (YDG-H)[2*] bazı ilçe ve mahallelerle sınırlı bir “barikat savaşı”na yöneltti. Bu da, A. Öcalan’ın “İmralı süreci”nde sıkça dile getirdiği gibi, “ben devreden çıkarsam, savaş doğallığında gelişir” cümlesinde ifadesini bulan bir “durum”un “kanıtı” oldu.
    Diğer ifadeyle, PKK, “barış süreci”nin çökmesi üzerine (ki bu sadece söylemde kabul edilen bir durumdur), “savaşsa, işte savaş” türünden bir “meydan okuma”yla “hendek savaşı”nı sürekli hale getirdi.
    “Hendek” ya da “barikat” savaşı, kuşatılmış bir alanda ve “dış” lojistik destek dışında bir desteğe sahip olmaksızın sürdürüldüğünden, eninde sonunda başarısızlığa uğrayacağı çok açıktı. PKK yönetiminin bunu bilmiyor olması ya da görmemiş olması elbette olanaksızdı. Yapılan açıklamalara bakıldığında da, sonuçlarının bilindiği görülmektedir.
    Amaç, “T.C.”yi “barış masası”na yeniden oturtmak olarak belirginleşiyordu. Denilmek istenen, “eğer ‘barış masası’ yeniden kurulmazsa, elimizdeki tüm olanaklarla ve güçlerle yoğun ve kanlı bir savaş sürecini başlatacağız”.
    Böylece başlangıçta başarısızlığa mahkum bir “taktik”, bir başka söylem ve “taktik”in (“görüşme süreci”) örtüsü olarak pratiğe geçirildi.
    “Silahlı Ayaklanma, Silahlı İsyan ve Barikat Savaşı”[3*] yazımızda da belirttiğimiz gibi, Engels’in sözleriyle ifade edersek, eski tarzda ayaklanmanın parçası olan ve 1848’e kadar, yani yüz elli yıl öncesine kadar, her yerde belirleyici olan barikatlarla sokak savaşlarının “büyük ölçüde modası geçmiştir”. Günümüzde değişik ülkelerde ve değişik zamanlarda görülen “kent savaşları”, “barikat savaşı”ndan temelde farklıdır.

    “Bu yeni barikat savaşı, doğrudan iç savaş koşullarında ortaya çıkan bir çeşit direniş ve savunma savaşıdır. Ama her durumda kentin ya da bölgenin dışında bir silahlı gücün varlığını öngerektirir.
    İkinci olarak, bu yeni barikat savaşı, eskisi gibi siyasal iktidarın ele geçirilmesinin yöntemi olan silahlı ayaklanmanın bir parçası değildir. Silahlı ayaklanma (genel ya da kısmi), merkezi, özellikle kırsal alanlarda oluşturulmuş bir silahlı gücün kentleri ele geçirmeye yönelik harekâtında ikincil unsur olarak ortaya çıkar. Bu da, bir çeşit kentlerdeki iktidar güçlerinin kent ayaklanması yoluyla kıskaca alınmasıdır. Bu nedenle, yeni barikat savaşı ve silahlı ayaklanma, merkezi silahlı güçlerin kentlere yönelik saldırısıyla eşgüdümlü olarak yürütülen ve merkezi silahlı güçlerin ayaklanma bölgesine ulaşana kadar sürdürülmesi gereken tamamlayıcı (ikincil) bir savaş yöntemi olmaktadır. Bu gerçekleşmediği takdirde kentlerdeki ayaklanmanın ve barikatların ezilmesi kaçınılmazdır. Eski tarz barikat savaşından geriye sadece ‘barikat’ın kendisi kalmıştır.
    Üçüncü olarak, yeni barikat savaşı, sadece silahlı unsurların planlı ve bilinçli yürüttükleri bir ‘ayaklanma’ başlangıcı olmanın ötesinde, geniş halk kitlelerine yapılan ayaklanmaya katılım çağrısıdır. Bu çağrı hedefine ulaştığı oranda barikat savaşı genel (silahlı) ayaklanmaya dönüşür. Ancak bu da sınırlı alanlarda ve iç savaş koşullarında geçerlidir.”[4*]

    Gerçek böyleyken, PKK’nin “gençlik yapılanması”yla bazı ilçelerde ve mahallelerde başlattığı “hendek savaşı”, kaçınılmaz olarak bir “mevzii savaş”a dönüşmüştür.
    Mevzi savaş, üç temel savaş biçiminden (gerilla savaşı, hareketli savaş ve mevzi savaş) birisidir ve düzenli ordular tarafından yürütülen bir savaş biçimidir.
    Ortada bir düzenli ordu yoktur ve bu ordunun kentlere yönelik bir “karşı saldırı”sı da söz konusu bile değildir. Ellerinde sayılar belirsiz bir “kır gerilla” gücü vardır ve donanımı (her ne kadar son olarak SAM füzesi kullandıklarını da göstermişlerse de) düzenli orduyla kıyaslanamayacak kadar zayıftır. Düşmanın modern ve teknik silahlarına karşı “savunma” yapabilecek kapasite de mevcut değildir. Böyle bir durumda mevzi savaşa girişmek, PKK’nin kendi geçmiş pratiğinde çok ağır biçimde öğrendiği gibi (1992-1995) imha edilmeyi baştan kabul etmekle özdeştir.
    “Hendek savaşı”, bir yanıyla “sonuna kadar direniş” olarak gösterilirken, diğer yanıyla tam olarak kuşatılmış bir alanda silahlı güçlerin barikatlar oluşturarak mevzi savaşına girişmeleri haline dönüşmüştür.
    Savaş tarihinde pek çok sefer görüldüğü gibi, mevzi savaşı, düzenli ordular açısından bile “sonuç alıcı” bir savaş biçimi olmaktan çok “yıpratma savaşı” niteliğine sahiptir. Lojistiği ve yedekleri güçlü olan taraf bu yıpratma savaşından göreceli olarak daha az yıpranarak çıkar. Ve ardından “karşı-saldırı”ya geçilerek yıpranmış düşman imha edilir.
    Tarihte gelmiş-geçmiş en büyük mevzi savaş, I. Yeniden Paylaşım Savaşı’nda Verdun cephesinde Fransız-İngiliz ve ABD ile Almanya arasında gerçekleşmiştir. Milyonlarca askerin yaşamını yitirdiği bu büyük mevzii savaş, sonuçta her iki tarafında bir “karış toprak” için yürüttüğü “anlamsız savaş” olarak tarihe geçmiştir.
    Bunun ötesinde, mevzi savaş, hareketli savaş ya da manevra savaşı karşısında mutlak başarısızlığa uğradığı da yine savaş tarihinde açıkça görülmüştür. (2003 Irak işgalinde Amerikan emperyalist ordusunun manevra savaşıyla Irak mevzileri kolayca etkisizleştirilmiştir. (Bkz. Kurtuluş Cephesi, “Irak Savaşının Askeri Olguları”, Sayı: 73, Mayıs-Haziran 2003.)
    Bu açılardan mevzi savaş, basit bir “sonuna kadar direniş” söylemiyle “onurlandırılıp” yüceltilebilecek bir savaş biçimi değildir.
    Ayrıca mevzi savaş, basitçe ve ajitatif olarak bir “barikat direnişi” gibi gösterilmeye çalışılsa da, savaşın genel kurallarının geçerli olduğu bir savaş türüdür. Tıpkı silahlı ayaklanma gibi.
    Engels’in, bugüne kadarki tüm savaş tarihinin ve sınıf savaşlarının kanıtladığı sözlerini bir kez daha anımsatalım:

    “Oysa, ayaklanma, savaş ya da herhangi bir başka sanat kadar bir sanattır; ihmal edilmesi, bunları ihmal eden partinin yıkımına yolaçan bazı pratik kurallara bağlıdır. Böyle durumlarda gözönünde tutulmaları gereken partilerin ve koşulların doğasından mantıksal olarak çıkan bu kurallar öylesine açık ve öylesine yalındırlar ki, kısa 1848 deneyi, bunları Almanlara adamakıllı öğretmiştir. Birincisi, eğer oyununuzun bütün sonuçlarına korkusuzca göğüs germeye iyice kararlı değilseniz, ayaklanma ile asla oynamayınız. Ayaklanma, değerleri her gün değişebilen çok belirsiz büyüklükler ile yapılan bir hesaptır; düşman güçleri, her tür örgütlenme, disiplin ve yetke alışkanlığı üstünlüğüne sahiptirler; eğer onların karşısına daha üstün güçler çıkaramazsanız, yenilir ve yıkıma uğrarsınız. İkincisi, bir kez ayaklanma yoluna girdikten sonra, çok büyük kararlılıkla ve saldırıcı biçimde hareket edilir. Savunma, her türlü silahlı ayaklanmanın ölümüdür; ayaklanma, daha düşmanları ile boy ölçüşmeden yitirilir. Düşmanlarınıza, güçleri dağınık olduğu sırada birdenbire saldırın, ne kadar küçük olursa olsun, yeni, ama günlük başarılar hazırlayın; ilk başarılı ayaklanmanın size verdiği moral üstünlüğü sürdürün; her zaman en güvenilir tarafı seçen kararsız öğeleri böylece kendi yanınıza alın; düşmanlarınızı güçlerini size karşı toparlayamadan önce geri çekilmeye zorlayın; devrimci taktiğin, bugüne kadar bilinen en büyük usta olan Danton’un sözleriyle: de l’audace, de l’audace, encore de l’audace.[5*]”[6*] (abç)

    Burada “hendek savaşı” adı verilen olay, PKK’nin “resmi söylemi”nde bile “silahlı ayaklanma” olarak tanımlanmadığını belirtelim. Ancak bir şeyin ne olduğu ile o şeyin nasıl sunulduğu arasındaki karşıtlık çok sıkça karşılaşılan bir durumdur. İstenildiği kadar “hendek savaşı”, ne “barikat savaşı” olarak, ne de “ayaklanma” olarak tanımlanmamış olursa olsun, pratikte ve somutta olan bunun tersidir.
    Böylesi bir gerçeklik ile söylem karşıtlığı (ki daha sonra göreceğimiz gibi), basit bir ajitasyondan başka bir şey değildir. Bu ajitasyonsal söylem de, kaçınılmaz olarak, pratikte ve somutta bu eylemin içinde olanların yanılmasına ve yanılgıya sürüklenmesine yol açar. Öyle de olmuştur.
    Yazımızın başında aktardığımız YPS açıklaması, bir çeşit “sivil halkı korumak için” bir “pozisyon değiştirmesi”nden, “geri çekilmesi”nde söz etmektedir. Oysa YPS, Sivil Savunma Güçleri (Yekîneyên Parastina Sîvîl) olarak kendisini tanımlamaktadır. 25 Ocak 2016’da YPS “Genel Koordinasyonu”nun kurulduğuna ilişkin yapılan açıklamada şunlar söylenmektedir:

    “Direnişin sürmekte olduğu öz yönetim alanlarında öz savunma faaliyetini daha örgütlü ve disiplinli bir biçimde sürdürmek ve halkımızın öz savunmasını gerçekleştirmek üzere oluşturulan yerel savunma birlikleri temsilcileri bir araya gelerek ortak bir koordinasyona kavuşturmak üzere YPS Genel Koordinasyonu’nu kurmuş bulunuyoruz. YPS Genel Koordinasyonu direniş bölgeleri arasında sivil halkın savunmasını güçlü bir biçimde gerçekleştirmeyi temel amaç edinecek, hiç bir biçimde Kürdistan yurtseverliğinin sembolü olan direniş alanlarına işgalci güçlerin girişine izin vermeyecektir.” (abç)

    Bir yandan “sivil halkın savunulması”ndan söz edilirken, diğer yandan, beş ay sonra, “silahsız olarak bulunan” insanların yaşamı “tehlike altındadır” denilmekte ve ardından onların “yaşam hakkının korunması için” “tüm insan hakları kuruluşlarının, tüm demokrasi güçlerinin” “devreye girmesi”nden söz edilmektedir.
    Hiç kuşkusuz bu çelişik durum, savaş gerçekliğinde, en hafif deyişle, “başarısızlık”ın açıkça kabul edilmesidir. Ama bu “başarısızlık” daha başlangıçta bilinen, bilinebilecek olan bir gerçekliktir.
    Elbette “başarısız olan” ya da sözcüğün askeri anlamıyla “yenilen” taraf, yenilgiyi kabul etmediği sürece “yenilmediği”ni söyleyecektir. YPS açıklamasında görüleceği gibi (ki klasik sol söylemdir bu), “başarılı bir biçimde geri çekilmeyi sağlayarak ulaşması gereken üslerine ulaşmışlardır” da denilebilir. Ancak bu tür açıklamalar, taktik planda, çatışma alanında başarısızlığı bir yana bırakarak, stratejik planda “savaşma iradesi”nin sürdürüldüğünün ifadeleridir. Ama taktik planda, alanda çatışma (ki buna muharebe de denilebilir) kaybedilmiştir.
    Oysa daha birkaç ay önce, “baharla birlikte çok daha kanlı çatışmaların kapıda olduğu”, “savaşın daha da derinleşeceği” biçiminde bir söylem geliştirilmişti. Şimdi ise, Nusaybin’deki YPS güçlerinin (sol söylemle söylersek) “düzenli biçimde geri çekildikleri”nden söz edilmektedir. Üstelik, baharın son ayının son günlerinde.
    Bütün bunlar “klasik sol” söylemlerin ifadesi olsa da, “klasik sol”un “klasik” dünya algısının da ifadesidir.
    Burada “klasik” derken, hiç kuşkusuz, oportünist solun alışılmış ve her zaman ve koşulda ortaya attığı söylem ve mantıktan söz ediyoruz.
    “Klasik” oportünist sol, anlayış olarak karşı olsa bile, her zaman devrimci mücadelenin trafik polisliğini yapmayı ve “dışardan” (“hariçten”) akıl vermeyi ve akıl üretmeyi sevegelmiştir. Bu bağlamda oportünist (ve elbette legalist) sol, PKK’nin “tam da yeniden seçim arifesinde” savaşa girişmesine ne kadar karşı olursa olsun, bir yerden sonra “savaş” bir olgu, bir gerçeklik haline geldiği andan itibaren “akıl hocası” olarak ortaya çıkmıştır.
    Onların mantığı, şurdan-burdan duydukları ya da okudukları üç-beş “askeri” bilgiyle sınırlıdır. Halk savaşının müzmin, iflah olmaz karşıtları olmalarına rağmen, çok kolaylıkla halk savaşı konusunda teoriler yaparlar. “Öyle değil, şöyle” savaşılmasından, “öyle değil, böyle” taktikler izlenmesinden söz ederler. Nasıl olsa savaşacak olan ve savaşan kendileri değildir.
    Oportünistler, “hendek savaşı”nda da “akıl hocalığı”nı kimseye bırakmamışlardır. Onlara göre, “bundan sonra”, yani “hendek savaşı” alabildiğine bir gerçeklik haline geldikten sonra, yapılması gereken şey, “savaşı derinleştirmek” ve “büyütmek”tir! Bunun yolu ise, “kırsaldakiler”in “kentselliğe” inerek, kentteki savaşa katılmasından geçer! Yani PKK’nin “kırsal güçleri”, kentlerdeki savaşa müdahil olmalıdır!
    Oportünist söyleme alışık olmayanlar ya da oportünizmin niteliği konusunda fazlaca bir şey bilmeyenler açısından bu sözler “mantıklı” gelebilir. Oysa basit sözcük oyunları, kavramlarda oynamalar (tahrifat) yaparak, sanki “suret-i haktan” görünüyorlarmış izlenimi oluşturmaktadırlar.
    PKK’nin “kırsal güçleri”nden söz ederler, ama bu “kırsal güçler”in yalın bir “gerilla gücü” olduğunu bir yana bırakırlar. Böyle olunca da, “gerilla gücü” kentlere saldırabilecek boyuta ve güce ulaşmış gibi bir “algı” oluştururlar. “Gerilla gücü” yerine, “kırsal güçler” ya da “PKK güçleri” vs. türünden sözcükler geçirerek bu “algı”yı güçlendirirler. (Ki benzer bir tutumu PKK yönetimi de sıkça yapmaktadır. Bu açıdan da kimseye bu oportünist söylem yadırgayıcı gelmez.)
    Burada PKK yönetiminin böyle bir “yol”u düşünmediklerini söylemek haksızlık olur. Onlar da bir “seçenek” olarak, sınırlı ve kuşatılmış bir alanda sürdürülen ve bu nedenle imhayla sonuçlanacağı görülen “hendek savaşı”na kırlardan müdahil olmayı düşünmüşlerdir. Hatta çoğu durumlarda “kırsaldan” kadrolar bizatihi “hendek savaşı”nın içinde yer almışlardır. Gelinen aşamada bunun yeterli olmadığı, daha geniş kapsamlı bir “tavır” alınması gerektiği ortaya çıkmıştır. bu durumda da yapılabilecek tek şey, “kırsaldakiler”in doğrudan kent savaşına müdahil olmalarıdır.
    İşte “baharla birlikte” derinleşeceği ve büyüyeceği söylenen “savaş”, böylesi bir gerçekliğin ortaya çıkardığı “bir seçenek”le ilgilidir.
    Zaten “devrimci halk savaşı”ndan söz edilmiyor mu? Öyle ise, “halk savaşı”nın “stratejik karşı-saldırı” aşamasının “taktikleri”nin kullanılmasında ne sakınca olabilir ki? Ayrıca yılladır PKK “stratejik denge aşamasında” olduklarını söylemiyorlar mı? Şimdi sırada “stratejik karşı-saldırı” vardır!
    Oysa her şey ajitatiftir. Ne PKK (yıllardır, hatta on yıllardır) “stratejik denge aşaması”ndadır, ne de “stratejik karşı-saldırı”ya geçerek halk savaşını zafere ulaştıracak durumdadır. Gerçekte ise, PKK silahlı bir güçtür ve bu silahlı güç onlarca yıldır kırsal alanlarda gerilla savaşı yürüterek ayakta kalmaktadır. Ancak gerilla savaşını, hareketli savaşa (manevra savaşı) ve giderek mevzi savaşa (düzenli ordu) dönüştürememiştir. (Bunun nedenlerini değişik yazılarımızda ele aldığımız için burada değinmeyeceğiz.)
    Bu koşullarda savaşı “derinleştirmek”, diğer ifadeyle “tırmandırmak” ve “şiddetlendirmek”, aynı zamanda tüm güçleriyle kent savaşına girişmek demektir.
    Kentlerde, sözcüğün gerçek ve tarihsel anlamıyla bir “kitlesel ayaklanma” söz konusu değilken, düşman güçleri ülke çapında yıpratılmamışken, bırakın tüm güçleriyle kent savaşına girişmeyi, belli yerlerde kurtarılmış bölgeler yaratabilmesi bile olanaklı değildir. Bugün PKK’nin etkin olduğu kırsal alanlar, kurtarılmış bölge ve hatta gerilla üsleri olmaktan daha çok “gerilla bölgeleri”[7*] niteliğindedir.
    Diğer yandan, güçler dengesi, gerilla savaşı dışında tümüyle PKK’nin aleyhinedir. Şuradan-buradan alınmış birkaç “uçaksavar füze”[8*] görüntülerine bakarak PKK’nin silahlanma konusunda “çok büyük ilerleme” gösterdiğini ileri sürmek, yani kentleri “kuşatacak” güçte olduğunu söylemek sadece hayal görmekten ibarettir. Bu hayal de, sadece ajitasyonla ya da oportünist “akılla” görülebilir.
    PKK, ne kadar “gelişkin” silahlara sahip görünüyor olsa da, kentlere yönelik topyekün bir saldırı yapabilecek güçte değildir. Bu “yapamaz” anlamına da gelmemektedir. Hiç tartışmasız böyle bir “saldırı” yapılabilir, ancak kendisinin fiziki olarak yok olmasını göze almaksızın bunu yapamaz. (Zaten PKK, söylemlerindeki “devrimci halk savaşı”nı uygulayabilecek ve zafere ulaştırabilecek bir konumda ve güçte olmuş olsaydı, bugüne kadar bunu gerçekleştirmiş olurdu ve “barış süreci” gibi sonu belirsiz bir “uzlaşma” arayışına girişmezdi.)
    Evet, PKK, “hendek savaşı”na doğrudan kırsal güçleriyle birlikte “müdahil” olması “beklentisi” ile savaş gerçekliği birbiriyle uyuşmamaktadır. Ama ajitasyon ajitasyondur ve insanları şu ya da bu biçimde etkilemektedir. Yoğun ajitasyon koşullarında, hatta en teorik ve felsefik konuların bile ajitasyon söylemiyle ifade edildiği bir dönemde insanların gerçeklikten uzaklaşmaları da kolay olmaktadır. Bu söyleme olan “inanç”, sınıf mücadelesi geriledikçe ve güçsüzleştikçe daha fazla taraftar sağlamaktadır.

    Dipnot

    [1*] Kurtuluş Cephesi, “İç Savaş Ortamında Mevcut Durum”, Sayı: 145, Temmuz-Ağustos 2015.
    [2*] Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi (Tevgera Ciwanen Welatparêz Yên Şoreşger)
    [3*] Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016.
    [4*] Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016.
    [5*] “Cesaret, cesaret, gene cesare”; “Atılganlık, atılganlık, daha fazla atılganlık”.
    [6*] F. Engels, “Ayaklanma”, Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim, s. 116-117.
    [7*] Mao Zedung “gerilla bölgeleri”ni şöyle açıklıyor: “Buralar gerillalar oradayken onların, gerillalar gidince de kukla yönetimin söz geçirdiği bölgelerdi; bundan dolayı, buralara gerilla üsleri değil, gerilla bölgeleri demek daha doğrudur. Bu gibi gerilla bölgeleri, gerilla savaşına özgü bazı dönemlerden geçtikten sonra üs bölgeleri halini alacaklardır. Yani, çok sayıda düşman birlikleri burada imha edildiği ya da yenildiği, kukla yönetim yok edildiği, halk yığınları harekete geçirildiği, Japonlara karşı kitle örgütleri kurulduğu, yerel silahlı halk kuvvetleri geliştirildiği ve Japonlara karşı olan bir politik iktidar kurulduğu zaman, buralar üs bölgeleri olacaktır.” (Japonlara Karşı Gerilla Savaşının Stratejik Sorunları, Askeri Yazılar, s. 207.)
    [8*] Bilindiği gibi, 13 Mayısta PKK’lilerin kimilerine göre, MANPADS (Man portable air defense systems/ İnsan tarafından taşınabilen hava savunma sistemi), kimilerine göre SA-7, SA-8 uçaksavar füzesiyle bir AH-1W tipi (Cobra) helikopter düşürmesinin görüntüleri yayınlandı. Görüntülerin ardından yapılan “yorumlar”da (ki çokluk devlet yanlısı olan) bu füzelerden PKK’nin elinde “onlarca” olduğu ileri sürülürken, bunun da PKK’nin teçhizat açısından “çok güçlendiği”nin kanıtı olarak sunuldu. Oportünist mantık ya da ajitatif söylem açısından, “bu kadar gelişkin havasavunma sistemi”ne sahip olan PKK’nin “stratejik karşı-saldırı” yapabilmesi pekala “mümkündür”!
    A. Öcalan 1999’daki sorgusunda bu havasavunma füzelerine çok uzun süredir sahip olduklarını söylemiştir: “SAM-6/SAM-7 füzeleri 1990’dan sonra Körfez savaşında alındı. Diğer füzeler Yunanistan aracılığı ile (Sterella) alındı. Füzeler gemilerle tüccar malı içerisinde Körfez üzerinden K. Irak’a getiriliyordu. Sırbistan’da Strella (Kosova-Bosna) eğitim kampları var. 20 adet Strella alındığını biliyorum. SAM-6 ve SAM-7 füzeleri sağlıklı kullanılamadı. Strella’ların tanesi 18.000 dolar karşılığında satın alındı.”
    Kısacası, bugün “yeniymiş” gibi sunulan uçaksavar roketleri PKK’nin elinde yirmi beş yıldır vardır ve değişik zamanlarda da kullanılmıştır.

    KURTULUŞ CEPHESİ – Mayıs-Haziran 2016
    http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc150_4.html

  149. Kürdlerin Gordion’u ve 21. Yüzyılda MİT(olojinin) zaferi!

    Kürdlerin Gordion’u Öcalan/PKK’dir!

    Bir lider arayışında olan Friglere bir kahin, ‘şehre öküz arabası ile giren ilk adamı kral ilan edin’ der. Öküz arabasıyla kente giren ilk kişi bir köylü olan Gordios olur ve Kral ilan edilir. Gordios, arabasını Tanrı (Zeus) için tapınağa adar ve kızılcık dallarıyla tapınağa bağlar. Bu düğümü çözecek kişinin Asya’ya egemen olacağı söylentisi yayılır ve buna inanılır…

    PKK gereceği neredeyse bire bir bu Mitolojiyle örtüşüyor. Kürdlere bir “lider” yaratan işgalci devletler, Kürdler içinde olabilecek en kaba, değersiz, kompleksi ve hastalıklı kişinin (Öcalan) Kürdlere “lider” olmasını sağladılar. Öcalan şahsında şekillendirilen PKK, Kürdleri öyle bir çıkmaza soktu ki; bu kirli düğümü kimse çözemiyor. Kürd kanıyla besleniyor ama Kürdlerin devletleşmesi önünde en büyük engeli teşkil ediyor. Kürdler adına hareket ediyor ama sadece Kürdlere zarar veriyor. Bazen TC’nin, bazen Suriye’nin, bazen Irak’ın, bazen İran’ın çıkarları için savaşıyor; bazen her dört işgalcinin ortak çıkarı için Kürdistan’a saldırıyor. TC ile İran arasında devam eden “Kim Asya’da (Kürdistan’da)söz sahibi olacak’ kavgasında PKK şu anda ciddi bir rol oynuyor.

    Kürdlerin devletleşmemesi esas amaçtır PKK için, bazen git-gel yaşaması, Kürdistan’ı hangi efendisine peşkeş çekeceğine dairdir sadece… Bugün Kürdistan’da birçok “okur-yazar/aydın/siyasetçi” efsanelerle/mitolojilerle dalga geçerken, 21. Yüz yılda bir MİTolojiye esir olduklarını göremiyorlar. Frigya efsanesi ile Kuzey Kürdlerinin yaşadıkları arasında nüanslar dışında bir fark yoktur.

    Efsaneye göre Gordion düğümünü çözmek için uğraşan Büyük İskender, çözüm olarak düğümü kılıçla kesmekte bulmuş ve Asya’nın hakimi olmuştur. Kürdler; Öcalan/PKK düğümünü çözüp Kürdistan’da egemen olmak istiyorlarsa, tıpkı İskender gibi kirli düğümü bir kılıçla kesmek zorundadırlar, yoksa bu kirli düğümü egemen devletler çözecek ve Kürdistan’da egemenliklerini pekiştireceklerdir…

    Frigyalılar öküz arabasıyla gelen Gordion’u kurtarıcı yaptılar; Kürdler ise devlet arabasıyla gelen öküzün kendisini kurtarıcı olarak kabul ettiler… Dikkat ettiyseniz, Öcalan MİTolojiye sıkça vurgu yapıyor. Çünkü gerçeklikte karşılığı olmayan saçma sapan söylemleri ancak MİT(oloji) ile süslenerek aktarılabilir ve yaratılan yanılsama sayesinde aptallaştırılanlarca savunulabilir…

    Tarih, modern çağda MİTolojik bir yaratığı/Öküz’ü “lider” diye pazarlayan egemen devletlerin kurnazlığını yazacağı gibi, buna inanan aptalları da yazacaktır; en çok ta “aydın/yazar/siyasetçi” diye geçinen ukala ve kişiliksizlere vurgu yapılarak…

    Haber/Yorum

    02.07.2016

    Nasname
    http://www.nasname.com/a/kurdlerin-gordionu-ve-21.-yuzyilda-mitolojinin-zaferi

  150. Eskişehir’de CHP İl Başkanı’nın tepki çeken şehit cenazesi paylaşımı

    ESKİŞEHİR,(DHA)- CHP Eskişehir İl Başkanı Sinan Özkar’ın, Diyarbakır Lice’de PKK’lı teröristlerle girdiği çatışmada şehit düşen ve bugün Eskişehir’de toprağa verilecek olan Jandarma Uzman Çavuş Mehmet Arıyeşil’in cenazesine katılmak için sosyal paylaşım sitesinde, ‘Katil PKK işbirlikçi AKP diye haykırmak için katıl’ şeklinde yazı yayınlaması tepkilere neden oldu.
    Eskişehir Barosu avukatlarından olan Sinan Özkar, dün akşam saatlerinde kendi Facebook’undan ‘Şehidimiz Jandarma Uzman Çavuş Mehmet Arıyeşil’in cenazesi Reşadiye Camii’nde öğle namazına müteakip kılınacak cenaze namazı sonrasında Seyitgazi İlçesi Ayvalı Mahallesi’nde defnedilecektir. Katil PKK işbirlikçi AKP diye haykırmak için katıl. Kurtuluş CHP ile olacak. Şehidimize Allah’tan rahmet diliyorum. İl Başkanı Av.Sinan Özkar’ yazısı yayınladı.
    SAĞDUYU ÇAĞRISI
    CHP İl Başkanı Sinan Özkar’ın yazısına tepki gösteren AK Parti İl Başkanı Dündar Ünlü, Özkar hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını söyledi. Ak Parti Eskişehir Milletvekili Harun Karacan da vatandaşların provokasyonlara gelmemesini isteyerek “Sağduyulu davranmaya ihtiyacımız var” dedi.
    Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı CHP’li Yılmaz Büyükerşen de sosyal paylaşım sitesinde “Tüm Eskişehirli hemşerilerimi kahraman evladımız Jandarma Uzman Çavuş Mehmet Arıyeşil’in cenaze töreninde sağduyulu olmaya, her türlü provakatif söylem ve eylemlerden uzak durmaya, şehidimize olan son görevimizi ona yakışır şekilde yerine getirmeye davet ediyorum” ifadelerini kullandı.

    http://www.hurriyet.com.tr/eskisehirde-chp-il-baskaninin-tepki-ceken-seh-40288948

  151. CHP il başkanının tespiti baş aşağı duruyor (Marx ve Hegel’in kulakları çınlasın), tersine çevrilmeli: “Katil AKP işbirlikçi PKK”.