Sonlarını İlan Ettiler!

 

 

Meclis Başkanı’nın laiklikle ve din devleti kurma niyetleriyle ilgili açıklaması her şeyi apaçık ortaya koydu. İslamcı diktatörler, yeni anayasa derken, aslında bir din devleti rejimi kurmayı planlıyorlar. Böylece, “yeni anayasalarıyla” bu ülke insanlarının hayat tarzına devlet gücüyle doğrudan doğruya saldıracaklar akılları sıra. Eğer bunu başarırlarsa olacakları tahayyül etmek  bile acı verici. Burada tekrarlamayayım.

 

Şimdi cumhurbaşkanı ve başbakan, Meclis Başkanı’nın “boşboğazlığını” toparlama peşindeler ama boşuna çabalıyorlar. Takke düştü, kel göründü. Bütün açıklamalar aslında birer tevilli ikrardır.

 

İslami devleti, oy aldıkları %50’nin yarısı bile kabul etmeyecektir. Kaldı ki, geriye kalan %50, doğrudan günlük hayatını ilgilendiren bu meselede kuşkusuz sonuna kadar mücadele edecektir. Dolayısıyla geçemeyecekler.

 

Geçememeleri bir yana, bu adım onların sonunun başlangıcıdır. Bütün diktatörler, kendilerini fazlasıyla güçlü hissettikleri an, en hayati adımı atarlar. Örneğin dünya savaşını başlatırlar ya da büyük “temizliklere” girişirler. Veya komşularına saldırırlar. Veya muhaliflere karşı toplu bir saldırı düzenlerler. Fakat bu “ileri” hamle, eninde sonunda onların sonunu getirir. Bunların da sonu, atacaklarını ileri sürdükleri anti-laik adımla olacaktır. Bu, hamleyi yapmak, bu adımı atmak, bundan öncekilere benzemez. İnsanlar doğrudan kendi hayatlarına, yaşam tarzlarına dokunulduğunda ayağa kalkarlar. Bu sefer de böyle olacağını hep birlikte göreceğiz. Kendilerini güçlü hissedip attıkları bu adım aslında onların yumuşak karnıdır. Diktatörlüğe bu noktadan yüklenmek için bütün koşullar mevcuttur. Bu mücadele, devrilecekleri güne kadar soluksuz sürdürülmelidir.

 

Bu sitede, facebooktaki notlarını aktardığım Kürşat Kızıltuğ’un belirttiği gibi yan yana gelmenin zamanıdır. “Kılı tüyü” bir yana bırakalım. Küçük ihtiraz kayıtlarıyla kaybedecek zaman yok. Laikliğin ne olup ne olmadığıyla da. Bugün laiklik mücadelesi, İslamcı zorbalığa karşı seküler hayat tarzımızı savunma mücadelesidir, o kadar.

 

CHP, geleneklerine sahip çıkmalı ve bu mücadelede ön almalıdır. CHP’li olsun olmasın, herkesin beklediği budur. BHH’liler bir öncü güç olarak ilk anda sokaklara çıkarak yapılması gerekeni yapmış ve göstermişlerdir. Devamını getirmek gerekir. Durmak yok, mücadeleye devam.

 

Sosyalistler, komünistler, anarşistler, Kemalistler, demokratlar, liberaller, Aleviler, işçiler, köylüler, gençler, kadınlar, herkes bu mücadele için seferber olmalı, el ele vermelidir.

 

Geçmişteki hatalarımızı da görelim. Kemalistler, geçmişte laiklik adına baskı yaparak hata yapmışlardır. Her baskı zıddını güçlendirir. İslamcılığın güçlenmesinde payları olduğunu görmelidirler. Diğer yandan, Kemalistlerin, İslamcı tehlike konusunda geçmişte önemli uyarıları da olmuştur. Biz devrimciler onların baskıcılığına ve seçkinciliğine karşı çıkalım derken bu uyarıları gereğince dikkate almadık. Bu da bizim hatamızdır. Açık yüreklilikle ortaya koyalım. Ben kendi adıma bu konuda aymazlık içinde olduğumu kabul ediyorum. Geçmişin hatalarını görmek bugünkü mücadeleye güç verir. Bir hata da, Kürşat Kızıltuğ’un belirttiği gibi, kendi küçük köylerimizi savunmak adına daha büyük davalara omuz vermekten imtina etmemizdir. Bunu tekrarlamayalım. Aramızdaki ayrılıklar yine var olsun ama omuz omuza verip İslamcı faşizme karşı direnmezsek yenilmemiz kaçınılmaz olur.

 

Bazı arkadaşlarla tartışıyorum ara sıra sosyal medyada. İslamcı taarruzun karşısında toplumun sessiz kalması, özellikle Kürtlere karşı girişilen saldırılarda gereken tepkinin verilmemesi bazı arkadaşlarda karamsarlığa yol açıyor, doğal olarak. Ama bu hep böyle gidecek diye bir şey yok. Toplum susar susar, fakat sonunda öyle bir noktaya gelinir ki, suskunluk bir patlamaya dönüşür. Bugün o noktadayız.

 

Kürt hareketi için de büyük bir fırsattır İslamcı faşizme karşı mücadele. Kürt mücadelesi, toplumun farklı kesimleriyle bağlantı kurabildiği zaman kendini daha fazla anlatma şansını da elde edecektir. Kaldı ki, İslami faşizmin en fazla saldırısı altında olan bugün Kürt hareketidir. İktidarın terör saldırılarına terörle karşılık vermenin sadece iktidara yaradığı görülmelidir artık. Kemalizm korkusuyla laiklik konusunda yan çizmek sadece İslami faşizmin işine yarar. HDP başta olmak üzere Kürt hareketi, İslami faşizme karşı mücadelede ön almalı, müttefik beğenmeme tutumunu bir yana bırakmalıdır. Elbette CHP ve Kemalistler de HDP’ye karşı daha kucaklayıcı bir tutum içinde olmalı ve “bölücülük” vb. söylemlerini bir yana bırakmalıdır. Bu büyük mücadelede herkesin bazı ağırlıklarını bir yana bırakması gerekiyor.

 

İslamcı iktidarın yumuşak karnına yüklenmenin zamanıdır. Sonun başlangıcındayız.

 

Gün Zileli

27 Nisan 2016

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

 

 

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Yerelden Yenmek!

Artıgerçek YEREL MÜCADELELER Merkeziyet-âdemimerkeziyet tartışması son 200 yılın en önemli tartışmalarından biridir. Marksist sol, her …

59 Yorumlar

  1. Boş hayaller…

  2. Also spracht Gün Zileli.

  3. İslami faşist iktidarın yandaşlarından birinin bu olaya değinen son yazısı;
    http://bekirlyildirim.wordpress.com/2016/04/27/gene-laiklik/

  4. bu olgu
    belki artık bekleyerek, “dur bakalım ne olacak” havasında yaşayan insanların da ayıkmasına; Ulusçu önyargılarıyla, Sosyal demokrat hatta “kemalist” geçinip de bu şeriatçı güruha bir şekilde örtülü destek verenlerin de safını değiştirmelerine, tarafsızlıktan vazgeçmelerine yardımcı olur mu?
    Olur ise yazıdaki iyimserlik paylaşılabilir…

  5. özgürlükçü

    ”İslamcı iktidarın yumuşak karnına yüklenmek”’
    yok artık son yirmi yıldır laiklik laikçilik vatan millet milli değerler kurucu irade milli duygularla bu iktidarın güçlenip hegemonik hale gelmesinin hatta sizin dar katı laikçiliğiniz inanç özgürlüğüne saldırı algılanıp akp nin toplumsal rıza üretmesinin nedeni olduğunu ne çabuk unuttunuz?
    laiklik diye diye bir 20 yılıda heba etmeyi sen chp ye öner ama bereketli toprakların asıl sorunu bu sistem olduğunu bilip toplumsal muhalefetin politik örgütüne dar sığ laikçilik mücadelesini önermek asıl toplumsal ve politik sorunların mücadele programını unutturmak tamda düzenin istediği işi yapmak gibi duruyor.
    ortalıkta kan gövdeyi götürüp ırkçı faşist saldırıların tavan yaptığı şu iklimde insanları hayali umaca korkuları ile ürkütüp hedef saptırmak bu olsa gerek.
    laikliği bu iktidar zileliden daha fazla savunursa şaşırmam adam düzenini din devletiyle tehlikeye atarmı?
    Sanırım siyasi iktidar eski günlerindeki laikçi Atatürkçü milli zilli duygular muhalefetini özledi çünkü baş edemediği baş eğmeyen dik duran toplumsal muhalefetin politik örgütüHDP var onun yerine eski laikçi Atatürkçü millici muhalefet ile daha kolay baş edeceğini bildiğinden suni gündemler peşinde milli zilli duyguları tavan yapanlar hemen gündemin peşine düştü.
    Bu günün sorunu bumu????
    Her şey tamam da laiklikmi eksik kaldı???????

  6. Türkiye’de İslâm bu partiler tarafından veya bazı çevrelerce gerçekten siyasete âlet ediliyorsa, devletin İslâm politikasında yanlışlıklar olup olmadığı, Cumhuriyetin başından beri uygulanan laisizm anlayışının bu yolu açmakta payı bulunup bulunmadığı korkmadan sorulmalıdır. Zaten sık sık vurgulanan dinin siyasete alet edilmemesi uyarıları, dikkat edilirse, fazla muhatap bulamamakta, en keskin laik çizgiye sahip partiler bile zaman zaman, bazı çevrelerce laiklikten ödün vermek şeklinde yorumlanan uygulamalara sapmak, yumuşamak zorunda kalmaktadır. Laikliği korumanın yolu, mevcut laiklik siyasetinin halk çoğunluğunda yarattığı tepkiyi kullanarak iktidara gelen siyasi partileri hukuk ve demokrasi dışı yöntemlerle iktidardan uzaklaştırmaktan ziyade, bu tür partilerin ortaya çıkış ve hatırı sayılır bir kalabalığı arkasına takış nedenlerini anlamaya ve sağ partilerin niçin “dini siyasete âlet etme” yoluna saptıkları sorusunun cevabını aramaya yönelmektir. Toplumun İslâmî taleplerini ciddiye almaksızın, bu taleplere olumlu yaklaşmayı gericiliğe verilen taviz şeklinde ideolojik ve basitçi yaklaşımlarla yorumlamaksızın, ciddi sosyolojik araştırmaların sonuçlarına kulak vermek daha gerçekçi bir tutum olacaktır.
    Bugün Türk siyasi hayatındaki tıkanıklığı yaratan kavganın arkasında da, aslında bu Kemalizm-lslâm çalıştırılması yatmaktadır. Bazen açık açık, bazan üstü örtülü olarak siyaset, ekonomi, medya, eğitim ve kültür alanında sürdürülen bu çatışma Türkiye’de çok vahim bir şekilde, sanki iki rakip dinin kavgası gibi cereyan etmektedir. Bu çatıştırılma eğer durdurulmazsa, Türkiye’nin gerek içeride, gerek dışarıda bugüne kadar karşı karşıya kaldığı problemlerden kat kat daha vahimleriyle yüz yüze geleceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır.
    Bu çatışmayı durdurmanın yolu, bizce şuralardan geçiyor:
    Atatürk’ün tarihi şahsiyeti, özellikle tek parti döneminde dayatmacı bir zihniyetle topluma yeni din olarak sunulan Kemalizm’den ayrılmalı, Atatürk antropomorfizm konusu olmaklan çıkartılmalıdır. Atatürk hakkındaki nihai hükmü hiç şüphesiz tarih verecektir ve bu konudaki tartışmalar ancak ve ancak bilim adamlarını ilgilendirir. Kemalizm’e yönelik eleştiriler, bilimsel temellere dayanmayan, anlamsız ve faydasız bir Atatürk düşmanlığına dönüştürülmemelidir. Zira böyle bir düşmanlık Türkiye’yi acılara boğacak bir kardeş kavgasının kapılarını açacaktır. Tabiî ki Kemalizm de eleştirilecektir. Bunu bilimsel çerçevede yapanları da, ideolojik bir fanatizmi yansıtan gerici, çağdışı gibi birtakım ifadelerle mahkûm etmeye çalışmak, düşünce özgürlüğünü zedeleyici bir davranış olur. Buna karşılık, İslâmiyet’i eleştirenler veya eleştirmek isteyenler de vardır ve olacaktır. Ancak onların, bunu yaparken, bu ülke halkının büyük bir kesiminin inançlarını, dolayısıyla, o inançlara bağlı olanları karşılarına aldıklarını hesaba katmak, bu sebeple saygılı bir üslup kullanmak zorunda olduklarını bilmeleri yerinde olacaktır. Bilimsel nitelikten uzak, alay edici, küçümseyici, küçük düşürücü ve yalnızca ideolojik önyargılardan ve şartlanmalardan kaynaklanan, seviyesiz ve bilgisiz eleştirilere girişerek bu kitleyi rahatsız etmemeli, onları tahrike kalkışmamalıdırlar.

    [Ahmet Yaşar Ocak – Türkler, Türkiye ve İslâm – s. 112, 113, 142, 143]

  7. “İslamiyet kadar orijinallikten uzak başka bir din yoktur. Temelde ‘Hanif’lik ve Zerdüşt inançlarından etkilenmiş; Arabistan’ın eski dini, Musevilik ve Hıristiyanlık’tan yapılmış alıntılarla desteklenmiş ve Muhammed’in en büyük ve en son peygamber olduğu inancıyla donatılmıştır. Kur’an, ne derin düşünceleri içeren, ne de kutsal ve hayranlık uyandıran bir dille ifade edilmiş bir kitaptır. Yenilenmeye, geliştirilmeye en elverişsiz olanıdır.”
    “İslam Tarihi”, R. P. A. Dozy

  8. “Anadolu insanı İlkçağ’da inancını kendi yaratan, yönü­nü kendi seçen bilinçli bir varlıktı. Türk insanında, daha açığı Anadolu ulusunda ilk bunalım tektanrıcı dinlerle başlamıştır. Tektanrıcı dinler Anadolu in­sanını inanç kaynaklarından koparmaya, İlkçağ’dan kalan tarih varlıklarını yıkmakla başlamış. Anadolu insanı yapay tarihinden kaynaklanan bir anlayış eksikliğiyle varlığını İslam’la bütünleştirmenin yollarını aramış, İslam’dan öncekini kendinden saymamış, ayaklarını üzerinde yaşadığı toprağa basamamış, yürürken salındıkça, sarsıldıkça başkalarından değnek almaya başlamış. Dünyada dinini, inançlarını başkalarından ödünç alan ulusların çoğu bunalım içindedir. Dinini üzerinde yaşadığı topraktan alamayan bir ulus kendi kendine yetmiyor demektir.”
    “Nakşibendilik”, İ. Z. Eyuboğlu

  9. Ben doğrudan umutsuzum. Osmanlı 600 yıl, istibdat rejimi 30 yıl devam etmiş. Sonuçta dünya da yıkılacak ama ne zaman…
    Bunlara rağmen umutlu olmak istiyorum

  10. Bu aşamada gericiye gerici diyebilecek misiniz?

  11. Bu hoşlandığım bir kavram değil. Bugün “gerici” denenler, “ilerlemek” için doğayı falan dümdüz ediyorlar. Ona karşı direnenler ise ülkenin “ilerici” birikimi. 1960’lara göre her şey zıddına döndü.

  12. Gün Bey, HDP’nin laiklikle ilgili tavrı hakkında görüşünüz nedir? Bu yazıda bir miktar değinmişsiniz gerçi ama daha kapsamlı görüşünüzü merak ediyorum. Sizce HDP laiklik konusunda net mi? Doğru bir çizgide mi?

  13. Bence tam net değil. Kemalist anılardan korkuyorlar haklı olarak, fakat aslında kenedileri de Kürdistan’daki en seküler güç durumunda. Kısacası ikircimli bir halleri var. Parti içinde dinci bir damar da var üstelik.

  14. marxist argüman

    ANARSIST VE SOSYALIST BIR FANTEZI: ölümü (islami devlet) hayal ederek sitmaya (laik devlet) razi olmak.

    yani ya gecmiste olmus daha kötü bir durumu hatirlayarak ya da gelecekte olabilecek olasi daha kötü bir durumu hayal edip, “beterin beteri var” diye düsünmek yetiyor. hemen su anda yasadigimiz kosullarin kiymetini anlayip, statüko quo’yu sahiplenmeye, savunmaya basliyorsun. eskiden milliyetci muhafazakar kesim “yetisin, din elden gidiyor” diye, simdiyse atatürkcüler ve bazi solcular “yetisin laiklik elden gidiyor” diye yaygara kopararak insanlari seferber etmeye calisiyorlar. T.C. markali bu sirki-tiyatroyu anlamak icin kilit kavram: türk-islam sentezi. kemalist NATO generallerinin12 eylül askeri darbesini yapmasina üc neden sayabiliriz: “IMF’nin dikte ettigi 24 ocak 1980 ekonomik kararlarini hayata gecirmek, sovyetler birliginin varligina bagli olarak gelisen ve halk icinde taban bulan sol-sosyalist-sendikal hareketi ve ayrilikci-bölücü kürtcü akimlari bastirmak. kemalist generallerin devletin düzenini, birlik-bütünügünü tehdit eden bu tehlikelere karsi cözümü-formülü: halka, vatandasa türk-islam ideolojisi siringa etmek. darbeci general kenan evren gittigi yurt gezilerinde kuran’dan hadis ve ayetler okuyup, tespihli pozlar veriyordu. din dersleri 1982 yilinda zorunlu hale getirildi: darbe sonrasi topluma ayar vermek icin ortak calisan fakat simdi kirmizi bülten ile aranan paralel yapinin lideri fetullah gülen, nami diger fetullah hoca din derlerinin zorunlu hale getirilmesi hakkinda “bunlar kimsenin yapamadigini yaptilar, direk cennete gitmek icin bu tek basina yeterli bir neden” diye övmüs. diyanet isleri bakanliginin bütcesi olaganüstü derecede artirildi, yilda ortalama 1500 camii yapilmaya baslandi, 1980-82 döneminde üniversitelere 23 yeni ilahiyat fakülteleri acildi, imam hatip mezunlari üniversitelere girmeye, kaymakamlik, valilik gibi devletin kilit noktalarina yerlesmeye basladilar. yurt disina gönderilen din adamlarina bir suudi arabistanli kurulus tarafindan maasa baglanmalarina devlet izni verildi (meshur rabita skandali) vs.

    yukarda saydigim üc tehlikeyi savusturmak icin toplumu islamilestiren kemalist devlet fraksiyonu, simdi kendi büyüttügü canavarla bas edemeyince “yetis vatandas, laiklik elden gidiyor” yaygarasi kopariyor. “laik devleti” kurtarmak icin seferber olan sosyalist ve anarsistlere son olarak sunu hatirlatayim: bu devlet kendisine gönüllü fedailik yapan ülkücü fasistleri bile devletin yüksek cikarlari ve bekaasi icin iskenceden gecirip, idam sehpasinda sallandirmakta tereddüt etmemistir. laiklik adina, laikligi idealize ederek islamci devlet fraksiyonuna karsi kemalist fraksiyona yedeklenmekle nasil bir yanlis-hata yaptiginizi farkinda misiniz?

  15. marxist nakarat

  16. sevgili gün zileli, ben eski kitap işiyle uğraşıyorum.yıllar önce bulduğum unları karıştıu bir dev yol iddanamesinde , başına yazılan el yazısından ismail kahramanı kafama not etmiştim.merhum mahir kaynak, okuduğum bir söyleşisinde devletin kendini deşifre etmesine kızıyor, bir sol patinin başında olurdum en azından diyordu. düşünüyorumda demekki böyle şeyler olabiliyor. hayal etmek acı olurdu diyorsunuz, biraz düşünsek olanlar acı değilmi. iyimsersiniz , ben o kadar değilim. bütün diktatörler bu toptancılık niye? birde hitler, stalin bunları karıştırmak bu konu geniş bir konu diktatörlük. bir mayıs marşı , günlerin bugün getirdiği baskı zülüm ve kandır diye başlıyordu. bir yerinde gün gelir zorbalar kalmaz gider diyordu. ben burda şöyle düşünürdüm. abi derdim bir zorba çıkar. düşününcede hep tarihimiz baskı sıkıyönetim , olagan üstü hal , takriri sükun. 1876 , 77 de savaş yüzünden askıya alınıyor 1908-9 1923 1925 yakın dönem vs çok az vahalar var. sarper özsan a b.brecht e gorkiye selam. herkesin bir mayısı kutlu olsun. heybeliada ahmet aslan

  17. Bu konuda hem biraz dusundum, hem de etrafa biraz sordum ettim.

    Once, etraftan edindigim ve cok ilginc buldugum kismini yazayim:

    Kadinlarla konustugumda, koyu derecede AKP taraftari olanlar bile Anayasadan alikligin kaldirilmasini istemiyorlar. O kadar ki, “bu lakirdilarla AKP simdi secime gidecek olsa, en tatsiz surprizle karsilasir” diyorlar.

    Sebebi de, Anayasada laiklik bahsinin gecmesini, en azindan hukuk karsisinda, kadin-erkek esitliginin teminati olarak goruyorlar.

    Yani, kimse miras sozkonusu oldugunda, ‘erkege 2 pay, kadina 1’ olmasina razi degiller. Ayni sekilde, kadinin sahitliginin erkege kiyasla yarim sayilmasina da.

    Kisacasi, “laiklik giderse seriat gelir” korkulari ve son derece maddi gerekceleri var.

    Isin ilginc yani, medeni kanundaki bu degisikliklerin laiklik prensibinin edinilmesinden cok once (1926’da) yapildigini, bu degisikligin de kadinlarin baskisiyla filan degil, tersine, son derece erkek-egemen bir meclis tarafindan yapildigini; yapilis gerekcelerine bakarsak, tekrar eskiye (seriatin dediklerine) donmenin artik mumkun olmadigini anlatmak pek mumkun olmadi.

    Kisacasi, benim yaptigim –son derece kistli– ‘kamuoyu yoklamasi’ bana boyle bir degisiklige AKP’nin kalkisamayacagini gosteriyor.

    Ote yandan, simdi de kendi adima yazacak olursam, ben iki alternatiften birisine taraftarim:

    1) Laikligin supheye yer birakmayacak (su gecirmez) bir tarifinin yapilmasi halinde Anayasada yer almasini, aksi halde

    2) Hic bahsinin gecmemesini; fakat inanc ozgurlugune tehdit olabilecek hareketlerin denetlenmesi ve engellenmesi icin (tipki bir ‘Ozgurlukleri Koruma Kurumu’ filan gibi) bir yapinin kurulmasi

    gerektigini dusunuyorum.

    Laikligin (muglak ve tarifsiz/tanimsiz haliyle) Anayasada bahsinin gecmesinin yanlis oldugunu, bunun sadece (bir gun gelip, konjonkturu ele geciren birileri tarafindan) comak olarak kullanildigini dusunuyorum.

    Tipki, simdi kaldirilan 35.ci Maddesiyle Ic Hizmet Kanunu misali. O madde de aslinda kimseye acikca darbe yetkisi vermiyordu; ama, o muglakliktan hareketle, darbenin dayanagi aniden o olabiliyordu.

    Tanimsiz/tarifsiz/muglak haliyle ‘laiklik’ her zaman her sekilde suistimale acik duruyor. Bir taraftan dindar cevreleri militanlastiriyor (sayilarinin da artmasina yol aciyor, bloklasmasina hizmet ediyor); ote taraftan da aradabir ‘laiklik elden gidiyor’u gerekce yapan darbelere imkan taniyor.

    Bence, ne idugu belursuz bir zombi ‘prensip’i hayatta tutmaga ugrasmak yerine, bunu ozgurlukler baglaminda halletmek daha dogru.

    Bakalim AKP’li kadinlari (dahi/bile) ikna edebilecek miyim? 🙂

  18. marxist argüman

    12 nolu fikir fukarasi yorumcuya cevap:

    yazdiklarimin seni fena halde rahatsiz ettigi belli oluyor. benim yukarda yazdiklarim icinde neyi, neden yanlis buldun? ya bunu birkac cümle ile ifade etmekten acizsin ya da yazdiklarimi cürütemedigin icin “anonim” kodunun ardina gizlenerek satasiyorsun. sinek kücük ama mide bulandiriyor. böyle davranirsan sinek gibi mide bulandirmaktan baska bir ise yaramazsin. T.C. devlet erkaninin vatandasa siringa ettigi türk-islam ideolojisini iliklerine kadar özümsedigin belli oluyor. benim yukarda ki yazi ile dikkat cekmeye calistigimda tam da buydu. kemalist generallerin sirf komünizm tehlikesini savusturmak icin senin gibilerine yaptiklari türk islam a$i$i öyle kuvvetli bir tesir gösterdi ki, dinci-islamci etkiyi kirmak icin verdikleri “laiklik” denilen antibiyotikler kar etmiyor artik. kemalistler simdi siseden cikardiklari cin’i umutsuzca siseye geri koymakla ugrasiyorlar. tipki bas emperyalist A.B.D.’nin eskiden sosyalist bloka karsi, simdiyse kaddafi, esad gibi rejimleri yikmak icin destekleyip kullandigi islamci cihadcilarin batili epmeryalistlere karsi da eylem yapmaya baslamalari gibi. “herkesin ettigi kadar bulmasi var” diyecem ama dogru degil, yaptigi yanina kar kalan nice egemen, sömürgen var. dogrusu: devleti ve toplumu yönetenlerin evde ki hesabi her zaman carsidakine uymuyor. fakat onlar da zaten büyük oyuncular, büyük oynayanlar o kadar rizikoyu zaten göze aliyorlar.

  19. Kimin İçin Çözüm

    Aslında kapitalizm açısından şöyle sormak gerekir: İslami diktatörlük mü laik diktatörlük mü?

    Çünkü kapitalizmin bugünkü geldiği noktada onlar için başka seçenek yok gibi. O yüzden bu iki çözüm arasında gidip geliyorlar.

    Laik diktatörlük de aslında kapitalizm için bir seçenek, İslami diktatörlüğün çaresiz kaldığı yerde, o kalınan yerden hiç şüphesiz devam edecek. Kalınan yer derken kalınan yerden egemen sınıfına hizmet etmeyi kastediyorum.

    O yüzden bugün için İslami diktatörlük de laik diktatörlükte işçi sınıfı için gerçek bir çözüm değildir, bu çözümler sadece burjuva için zaman kazanmaktır ve burjuvanın ve egemen sınıfların çıkarına hizmet etmekten öte bir anlam taşımaz.

  20. marxist argüman

    ahmet aslan’in 14 nolu yorumuna atfen:

    (ahmet kardes; evvela gecmis olsun, acil sifalar!)

    sayin zileli’nin tayyip erdogan’in bir politikaci olarak misyonunu, icraatlarini “diktatörler diye bir zümre vardir, tayyip de bunlardan biridir, bunlarin ne zaman ne yapacaklarini önceden kestirmek zor degil, eski zamanlarda ki diktatörlerden biliyoruz” seklinde basit bir sema ile aciklamaya calismasi olan biteni aciklamiyor. bir olguyu degerlendirmek cin önce anlamak, aciklamak sart.

    tayyip erdogan’in T.C. devlet adami olarak misyonu nedir? tayyip kendisi zaten tekrar tekrar ifade ediyor: “beyaz türkler” olarak adlandirilan ve 2008’e kadar devleti ve toplumu yöneten, kaymagi yiyen kemalist elit zümreye karsi “siyah türkler” olarak adlandirilan, genelde fakir fukara “anadolu cocugu” denilen alt tabakalarin temcilcisi olmak. tayyip’in “halk devletin degil, devlet halkin hizmetinde olmali” diye nakarat gibi tekrar ettigi ile vurgulamak istedigi sudur: simdiye kadar devleti yöneten askeri-bürokratik elit tabaka halki temsil etmiyor, hem sinirli halk destegi anlaminda hemde bati degerlerini benimsedikleri icin bunlar anadolu halkini temsil etmiyorlar. iste tayyip T.C. devlet programinda, devlet rezonun da (raison d’etat, staatsräson) kendince tespit ettigi bu “yanlisi” düzeltmek istiyor. yani batili anlamda laik-seküler devlet-toplum yerine, müslüman-muhafazakar bir toplum. simdi soru su: kendilerini sayin zileli gibi anarsist olarak, birlesik haziran hareketi gibi sosyalist-komünist olarak tanimlayanlarin “nasil bir devlet, nasil bir T.C.” tartismasinda taraf olmalarinin, devlet-iktidar fraksiyonlarindan birini digerine karsi desteklemelerinin anarsist-sosyalist devrim davasi ile alakasi nedir?

  21. Devletin bir fraksiyonu dedikleriniz devletleşmiş, artık kendi içinde fraksiyon kavgalarına (paralel vs.) tutuşmuş.
    Bu gelişmenin gerisinde kaldığınızdan hala yok 12 Eylül, Türk-İslam, yok bilmemne nakaratını tekrarlıyorsunuz.
    Gün beyin İslami diktatörlük (veya faşizm) gibi tanımları belki abartılı, bu konuda haklı olabilirsiniz ama bunların devletleştiğini söylerken haklıdır. Siz hala eski ezberlerle cevap veriyorsunuz.

  22. sevgili marxsist argüman, çok teşür ederim.. kendimi kısaca tanıtayım, siyasal bilgiler mezunuyum.rahmetli babam, birinci tip üyesiydi. üye fişini bana çerceveli olarak tüstavdan verdiler. ilerici liseliler üyesiydim.fatih ödp de bulundum. eleştirsemde kendimi haziran hareketinde kabul ediyorum. kabaca en kötü sosyalizmin, en iyi kapitalizmizden iyi olduğuna inanan kesimden yanayım.senin fazla yazını okumadım , bizde analışrşizim yanlış biliniyor.kabaca ne denirdi, sapık akımlar , maoculuk, anarşizm, goşizm, troçkizizm.vs. ne kaba ne kadarda kötü. anarşizm herhalde benden solda.erdoğan ı çok büyütmemeli , iki mehmet akif şiiri demogogun biri. bir sürü danışmanı var. bir gün iranlı şehit askerin rütbe ilerledii yazılıyor , adam ikinci gün bunu uyarlıyor.çok sosyolojik açıklama yapmak zorunda hissetme kendini, sevgiler, saygılar.

  23. marxist argüman

    önce sayin zileli’nin yazisindan alinti:

    “Kürt hareketi için de büyük bir fırsattır İslamcı faşizme karşı mücadele. Kürt mücadelesi, toplumun farklı kesimleriyle bağlantı kurabildiği zaman kendini daha fazla anlatma şansını da elde edecektir. Kaldı ki, İslami faşizmin en fazla saldırısı altında olan bugün Kürt hareketidir.”

    yuKarda yazilanlar siyasi-toplumsal gerceklerle ne kadar uyusuyor?

    1-) kürt hareketinin kendini, derdini türklere anlatma gibi problemi olmadigi gibi, türklerin de kürt hareketini anlama gibi bir ihtiyaclari yok. bunu nerden biliyoruz? birincisi, türkiyede ki kürt ulusal taleplerine nasil yaklasilacagini, nasil muamele yapilacagini halk belirlemiyor, devlet belirler. daha somut söylersek milli güvenlik kurulu, ic isleri bakanligi, milli istihbarat teskilati, emniyet müdürlügü vs. bu devlet kurumlarinin devlete yönelik ic-dis tehdit saptamalari dogrultusunda olusturduklari stratejiye bir devletin milli güvenlik stratejisi denilir. bir devletin milli güvenlik stratejisi olusturulurken vatandasin görüsü-düsüncesi sorulur mu? hayir. vatandasin bu milli güvenlik stratejisi hakkinda görüs, elestiri belirtme hakki var midir? hayir.kürt sorununu “ic tehdit, bölücü terör” olarak kategorize eden devletin cumhuriyetten beri kürt sorununu katliam-asimilasyon-entegrasyon uygulamalari ile cözmeye calistigini biliyoruz. peki hal böyleyken “kürt hareketi bati da yasayanlara kendini anlatabilirse hedeflerine kavusma sansi artar” yanilsamasinin kaynagi nedir? demokrasi idealizmi, ya da söyle diyeyim burjuva demokrasisini idealize etme yanlisi.

    devam edelim. sayin zileli kürt hareketine ve kemalist fraksiyona (chp-ordu) islamci fraksiyona karsi ittifak yapmayi öneriyor. böyle bir öneri yapmanin dogrulugu yanlisligi orda kalsin biz gerceklerle alakasina bakalim.

    islamci AKP hükümetinin kürt ulusalcilarina bir takim dil-kültür haklari taniyarak ayrilikci-bölücü ulusal hareketi devlete-topluma entegre etmeye calisma projesine “cözüm süreci” denilmisti. AKP neden cözüm sürecini baslatma ihtiyaci duydu. kürt hareketinin sadece imha ve asimilasyon ile bitirilemeyecegini; “bölücü terörün” T.C. devletin güclenip en azindan bölgesel bir emperyalist devlet olma hedefinin önünde engel, ayak bagi oldugunu tespit edip, ayrilikci kürt hareketini entegre projesini uygulamaya koydu. AKP’nin orduya ayar vermesinden sonra ordu cözüm sürecine acikca muhalefet edemezse de, ordunun genel görüsünün cözüm sürecini “ihanet” olarak degerlendirdigini sehit cenazelerinde ki aciklamalardan vs. biliyoruz. T.C. ordusunun, eski basbakan turgut özal’in da cözüm sürecine benzer bir süreci baslatmasini “devlete-vatana ihanet” olarak degerlendirdigi biliniyor. hatta özal’in zehirlenmesinin asil sebebinin bu oldugu iddia ediliyor. asil konumuza geri dönelim. cözüm sürecinin bitmesinde-bitirilmesinde rol oynayan ic ve dis faktörler neydi?
    -suriye ic savasi, kürt ulusal hareketinin rojavada ki kazanimlari, uluslararasi konjonktürün ISID ile alakali olarak kürt ulusalcilarinin lehine, islamci AKP’nin alehinde gelismesi neticesinde kürt hareketinin talep citasini yükseltmesi, tayyip’in de buna karsilik “kürtlere tanidigimiz dil-kültür haklarini terör örgütü devleti-vatani bölmek icin zemin olarak kullanma tesebbüsünde bulunmasin” seklinde ki uyari ve tehditleri vs.
    -cözüm süreci bir AKP projesi olmasina ragmen, catismalarin-ölümlein bitmesinin meyvelerini AKP degil kürt hareketi ve kemalist CHP toplamaya basladi. söyle ki: catismasiz toplumsal baris ortami ayrilikci kürt ulusalciliginin HDP sahsinda devlete-topluma entegrasyon sürecini baslatmis, laik seküler HDP ile CHP’yi yakinlastirmis, kürt hareketi-kemalistler-paralel yapi AKP’ye ve baskanlik projesine karsi ortak hareket etmeye baslamisti. AKP hükümeti, cözüm sürecinin hem kendisine hem devlete zarar vermeye basladigina kanaat getirdikten sonra askeri operasyon ve catismalar tekrar basladi. simdi devlet kaynakli milliyetcilik-irkciligin tavan yaptigi bu catisma ortaminda, üstelik kürt sorununun cözümünde her zaman daha kati, radikal olan kemalist fraksiyon ile kürt hareketini islamci AKP’ye karsi ittifak yapmaya cagirmak hic gercekci midir?

  24. PELİKAN DOSYASI ERDOĞAN'IN EMRİYLE YAZILDI!

    “PELİKAN DOSYASI” ERDOĞAN’IN BİZZAT DİREKTİFİYLE YAZILMIŞ BİR METİNDİR!

    HER DİKTATÖR, KOLTUĞUNU SAĞLAMLAŞTIRMAK İÇİN, KENDİ HİZBİNDE BİLE “BANA ULAŞILAMAZ” ALGISI YARATMAK İSTER! KENDİNİ İKTİDARA TAŞIYAN HİZBİ (PARTİYİ) BİLE KATLETMEKTEN ÇEKİNMEZ!

    STALİN’İN UYGULADIĞI TAKTİKLER 2016 DA BİLE DEVAM EDİYOR!

    “zannedildiğinin, üzerine atlanıldığının aksine akp içi bir kavga değildir.

    bilinçli olarak akp içinde bir muhalefet oluşturmaktır. bizzat erdoğan ve çevresi tarafından yapılmaktadır.

    zira dikta rejimlerinde, tek partili ülkelerde de muhalefet vardır ve bu muhalefet bizzat iktidar partisi içinden bazılarına bahşedilmiştir.

    bu pelikan mevzuu da bu gidişatın bir parçasıdır. akp’yi bölmez, güçlendirir. kendine muhalif diyen insanlar bile şimdiden reise karşı hocacı oldu bile.”

    https://pelikandosyasi.wordpress.com/2016/05/01/selam-olsun/

  25. 25
    Kuşkusuz ki AKP de katledilebilir; haklısın. Ama bu ancak Başkanlık sistemi sonrası mümkün.
    Bugün ise AKP çok önemli!
    Sanırım gün gelecek ve hesap sorulacağından korkarak ikircikli davrananların tasfiyesine ait meseleler daha öncelikli şimdi.
    Pelikan Dosyası’nı izlemiştim. O bambaşka bir mevzuydu.
    Bıçak sırtında yürüyorlar. Sürekli tahkimat dertleri. Koşulsuz biat eden köleler istiyorlar… Davudoğlu yeterince deserebre davranamıyor.
    Ölümcül bir savunma savaşı veriliyor.
    Sürekli, sürekli.. sürekli yeni hamleler yapmak zorundalar. Onlar için artık her şey siyah ve beyaz. Siyah taş, beyaz kareler…
    Artık plan, dosya yok! Sürekli vuruşmak zorundalar; sürekli saldırmak; en iyi savunma anlayışı gereği… Direnci, karşı tarafın inadını görüyorlar… Önümüzdeki günlerde yep yeni provakasyonlar planlıyor olmalılar ve bu nedenle Davudoğlu atılacak safra durumuna gelmiş olabilir…

  26. Birkaç güne kadar açıktan patlayacağı belli.

  27. Gün bey, yukarıda gericilik üzerine yazdıklarınız iyi güzel de, gericilik denebilecek şeyler hiç mi yok?
    Sanata, tarihi eserlere düşmanlık gericilik değilse nedir?
    Afganistan’da Buda heykellerini yok eden mollalar
    Heykellere “ucube” diyen (daha sonra c.başkanlığı ve hatta fiili başkanlığa/diktatörlüğe terfi eden) başbakanlar
    “Ben böyle sanatın içine tüküreyim” diyen belediye başkanları
    Osmanlı döneminde “tasvir”in günah olduğu gerekçesiyle minyatürleri parçalayanlar
    “Şirk” olduğu gerekçesiyle türbeleri, mezarları yıkanlar (örneğin Arabistan’dan yayılıp Mekke, Medine ve Taif’in ardından Kerbela’yı ele geçiren, bu yerlerde yağma ve katliam yapan Vehhabiler, bugün aynı şeyleri yapan IŞİD)
    Tabii ki hiçbir şey tek taraflı değerlendirilmemeli. Bunlardan bazıları “ilerlemeci” iktidarların aksine uygarlığa büyük ölçüde düşman ilerleme karşıtı hareketlerdir. Dolayısıyla ilerlemeciler gibi dünyanın ekolojik felaketine yol açmazlar. Fakat ilerlemeciliğe karşı çıkma adına böyle bir yağmacılık savunulabilir mi?

  28. Saklı canlılar, piramitler, doğuran bakireler
    Tüm dinlerin en temel katmanı, başlangıç noktası: Saklı canlılar teorisi. Doğada kendinden hareket eden ya da değişen her şeyin ardında bilinç ve irade sahibi birtakım canlı varlıklar olduğu düşüncesi.
    Muhtemelen insanın fabrika ayarları ile ilgili bir yanılsama olmalı. İnsan beyni canlı ile cansızı ayırır; canlılık belirtilerini teşhis etmekte olağanüstü hızlı ve hassastır. Kıpırdayan şeyler canlıdır: Kasıtla hareket ederler. Ne yapacaklarını bazen tahmin edebilirsin, ama asla emin olamazsın. Kategorik bir varsayımdır, sonradan öğrenilen bir şey değil. Bebekler bu bilgiyle doğarlar. Kendiliğinden hareket eden şeylerin mesela taşlardan ya da ağaçlardan farklı bir mantığa göre işlediği bilgisi DNA’mıza kazılmış olmasa muhtemelen hayatta kalamazdık. (Bu konuda bkz. Steven Pinker, How the Mind Works, ufuk açıcı bir kitap.)
    Doğada kendiliğinden hareket eder gibi görünen, ya da öngörülmesi güç bir şekilde değişen sayısız şey var. En kolay -ya da en güvenli- varsayım, bunların da ardında görünür ya da görünmez canlılar olduğunu düşünmektir. Güneş neden doğup batar? Sürücüsü olmalı, ya da belki kendisi canlıdır. O ses nereden geldi? Orman cinidir, ya da orada saklanan eskilerin ruhları. Karnım neden ağrıyor? İblis girmiş olabilir, ya da birisi büyü yaptı. Basit ve şahane bir bilim metodudur. Açıklayamayacağı olgu yoktur. Rakip teorilere ve uzmanlaşmaya müsaittir. Tezler biriktirilebilir, test edilebilir, kuşaktan kuşağa aktarılabilir, çürütülebilir. Ateş başında sabahlara dek tartışılabilir.
    Cinler, ruhlar, iblisler -ve onların daha gelişkin modeli olan tanrılar, tanrılar tanrısı Zeus ve Yahve- şüphesiz birer canlı türüdür. Canlıların temel iki özelliğini taşırlar: bir, algılarlar; iki, kasıtla hareket ederler. Canlıların diğer özelliklerini -beslenme, çiftleşme, doğum ve ölüm gibi- taşırlar mı? Orası senin teorik cüretine ve kültürel tercihlerine kalmış. Tevrat tanrısı, tıpkı Homeros’un tanrıları gibi, kebap kokusu sever, o yüzden Habil’i kayırır. Hıristiyanların tanrısı, tıpkı Zeus gibi, bakire kızları gebe bırakır. Kimilerine göre ise, tövbe, Allah’ın eli olur, gözü olur ama pipisi asla.
    Doğadaki hareketi/değişimi canlı bir varlığa atfetmeden de tarif edilebileceğini görmek için Eski Yunan’ı beklemek gerekti. Homo Sapiens’in 200.000 yıllık serüveninin son 2.500 yılıdır, yüzde bir küsur eder.
    Dönüm noktası Milet’li Thales olabilir; güneş tutulmasını matematik hesabına bağlayan ilk kişi olduğu söylenir. Matematik demek, arkasında canlı kasıt olamaz -olsa da bizi ilgilendirmez- demektir. Canlı olsa bizi şaşırtabilir, güneş tanrısı bir gün uyanmayı unutabilir, ya da Tevrat tanrısı bir gün Kızıldeniz’i yarar, belli olmaz. Matematik o ihtimali yok eder, canlı yaşatmaz.
    Asıl dönüşüm tabii iki bin küsur yıl sonra, 17. yy’ın bilim devrimiyle geldi. Galileo ve Newton saklı canlılar teorisini, kendinden en emin gördüğü zeminlerde yerle yeksan ettiler. Descartes ve Spinoza mezar taşını yazdılar. Eskiden açıklanmaz sanılan bazı değişimlerin ardında gerçekten saklı canlılar -mikroplar- keşfedildi. Diğerlerinin matematik formülleriyle tarif edilebileceği anlaşıldı. Dönüşümün en simgesel alanı belki de modern biyolojidir. Linnaeus 1730’larda canlıların taksonomisini sistematik bir temele oturttuğunda, bilinen ve tarif edilebilen canlıların listesinde yer almayan canlıların -cinler, ruhlar, tanrılar- ayakta duracak yeri kalmamıştı.
    Dinler buna rağmen ayakta kaldı. Asıl şaşırtıcı olan ve açıklama gerektiren olgu budur. Eğer din, temel varsayımı yıkıldığı ve toplumun en cahil tabakaları dışında herkes bunu az çok idrak ettiği halde ayakta kalabiliyorsa, demek ki başka dayanakları da olmalı, ilk hareket noktasından farklı işlevler kazanmış, farklı bir temele ya da temellere oturmuş olmalı.
    Elektrikli balıklar dine dair ne söyler
    Jared Diamond’ın kabile toplumlarına dair muhteşem kitabını (The World Until Yesterday, Penguin Books, 2012) iki ay önce Söke Cezaevindeyken okumuştum. Esas konusu din değil, antropoloji. Ama küçük toplumların davranış kalıplarını incelerken ister istemez homo sapiens’i daha kıllı atalarından ayıran temel davranış biçimlerinden biri olan dine de sıra gelmiş.
    Diamond toplumsal evrim sürecinde dinin yedi farklı işlevine değiniyor. Demin sözünü ettiğimiz açıklayıcı işlevin dışında teselli edici, otoriteyi meşrulaştırıcı, aidiyet kurucu ve güven inşa edici, kabile dışı insanlarla etkileşimi düzenleyici, öldürmeyi meşrulaştırıcı işlevler üzerinde duruyor. En ilginci aidiyet ve güven maddesi, ona birazdan döneceğim. Ama önce “işlev” kavramı üzerine birkaç söz.
    İşlev dönüşümü ya da adaptasyonu, biyolojik evrimin kilit kavramlarından biri. Asıl mesleği biyoloji olan Diamond’ın öncelikle anlatmaya çalıştığı konu bu. Dine ilişkin bölümünün başlığı da “Elektrikli Yılan Balıkları Bize Din Hakkında Ne Öğretir.”
    Bu balıklar 600 voltla çarpıp bir atı öldürebiliyorlar. Evrim olgusunu reddeden Yaratılışçılara göre, 600 voltluk akım doğal evrimle açıklanamayacak bir mucizedir. Evrim kuramına göre bu kapasite sıfır volttan peyderpey evrilmiş olmalıdır. Oysa mesela on veya elli volt kimseyi öldürmeye yetmez, dolayısıyla işlevsizdir, dolayısıyla 600 voltla at devirmiş olma yeteneği doğal seçilimle evrilmiş olamaz, Allah vergisi olmalıdır.
    Diamond doktorasını elektrikli balıklar üzerine yapmış. Diyor ki, elektrik alanı algılayıcı (pasif) organlar derin deniz balıklarının birçoğunda vardır. Karanlık sularda yön bulmaya ve civardaki mahlukları algılamaya yarar. Bunun daha gelişmiş modellerinde balık, varolan elektrik alanını algılamakla yetinmez, düşük voltajlı elektrikli sinyalleri üretip ortamı “pingler”, yönü daha iyi bulur, etrafı daha iyi kolaçan eder, hatta çok ufak mahlukları sersemletip yakalamayı başarır. Voltaj arttıkça bu son işlev öne geçer. Ta ki 600 voltluk yılan balıklarında artık elektriğin yol bulma ve radar işlevleri kadük olur, sadece öldürücü silah görevi geriye kalır. Din gibi çeşitli kurumların evriminde de orijinal işlev arka plana düşmüş; hatta kör bağırsak ve kuyruk kemiği gibi tamamen işlevsiz, arkaik bir kalıntıya düşmüş olabilir. Din, binlerce yıllık evrimsel geçmişini bir bohça gibi sırtında taşıyor olabilir.
    Algılayan ve eyleyen bir canlı tanrı kavramı, mesela dinin güncel işlevleri açısından da bu tür bir arkaik kalıntı olabilir.
    Din ve israf
    Kaliforniya’da bir ara Göklerdeki Spagetti Canavarına inanan Pazartesi Gecesi Futbolu dini türemişti, duymuş olmalısınız. Bu din neden din değildir, ya da yıldız falı inancı ve Fenerbahçe inancı neden din sayılmaz? Çünkü insanların bu inançlar uğruna yapabilecekleri fedakârlık -ödemeye razı oldukları bedel- sıfırdır ya da çok sınırlıdır. Oysa din uğruna insanlar en değerli varlıklarını, hatta hayatlarını ve evlatlarını feda edebilirler ya da en azından bunları feda edebileceklerine başkalarını ikna etmeye büyük önem verirler. Kilit unsur bu sonuncusudur: Yalnız feda değil, feda etme iradesinin topluma kanıtlanması. Yani göstere göstere feda.
    İlkel kabile düzeyini aşan toplumlarda dinlerin en belirgin tezahür biçimi bireysel ve kitlesel fedakârlık gösterileridir. İnsanlar mal ve mülklerini, emeklerini, vakitlerini din uğruna feda ederler. En eski Hint destanlarında dindarlığın temel göstergesi, on binlerce davarın kurban edildiği devasa şölenlerdir. Tanrıların kutsadığı kahramanlar, ekonomik yıkım pahasına, birbirleriyle şölen yarıştırırlar. Şölende fakirler de doyurulur gerçi; ama asıl amaç o değildir, israf gösterisidir; dünya servetini gözünü kırpmadan yok etme raconudur. Homeros’un dünyasında kızartılmış etin en lezzetli parçası ve şarabın en seçkini her törende tanrılar adına toprağa dökülür – zebil edilir. Bu tavrın bir sonraki adımı piramitlerdir; ekonomik faydası olmayan bir iş uğruna toplumsal emeğin ve kaynakların devasa bir parçası israf edilir. Piramitlerin yerine ortaçağ katedrallerini, Osmanlı camilerini koyabilirsiniz: aynı şey. Faydası değil faydasızlığıdır bunları cazip kılan.
    Her dinde, öyle ya da böyle, kurban vardır. Değerli bir mal varlığı feda edilir. Tevrat dininin merkezî miti İbrahim’in oğlunu kurban etmesidir. Hıristiyan dininin merkezî miti İsa’nın kendini kurban etmesidir. Tesadüf olmasa gerek.
    Hemen her dinde bedene zarar verme ritüelleri bulunur -büluğ çağına erenlerin ön dişleri kırılır, veya bir parmak kesilir, penise şiş sokulur, köz üzerinde yürünür. Dindar insanlar birçok toplumda dünya nimetlerinden geçici veya kalıcı olarak el çekerler, manastıra kapanırlar, derviş olurlar, oruç tutarlar, en azından Şabat günü nefislerini terbiye etme uğruna her türlü faydalı işten sakınırlar. Yıllarca çalışıp uzun ve zor metinleri -özellikle anlaşılmaz bir dilde yazılmış metinleri- ezberlerler; günlük yaşamlarının bir kısmını belli sözleri defalarca tekrarlamaya ayırırlar. Bu davranışların her birinin mesajı aynıdır: Bak, ortak değerler uğruna ne çok şeyi feda etmeye hazırım. Bana güven! Benim aidiyetim ucuz ve fırsatçı bir aidiyet değil, hayat boyu beni bağlayan, yaşamımı ve bedenimi şekillendiren, samimiyetinden kuşku duyamayacağın bir aidiyettir. Beni aranıza alın, sizi yarı yolda bırakmam. Ödediğim bedeller ödeyeceklerimin güvencesidir.
    Oysa Fenerbahçeli olmak ya da Spagetti Canavarı “dinine” mensup olmak için arasıra bazı etkinliklere katılmak ve uygun ortamda birtakım kalıp sözleri söylemek yeterlidir. İnancı terk etmenin bedeli cüzidir. O yüzden bu inançlar din sayılmaz.
    Tarihteki büyük dinî nefret hadiselerinin birçoğu yabancı dinden olanlara değil, aidiyet ve samimiyetleri kuşkulu olan dindaşlara yöneltilmiştir. İspanyol engizisyonun hedefi kâfirler değil, 1492’den sonra zorla ya da fırsat saikiyle Hıristiyan olan Yahudi ve Müslüman dönmeler idi. Alman Yahudileri gettodan çıkıp kitlesel olarak asimile olmaya başladıklarında yok edildiler. Tekfirci mücahitler asıl misyonlarını, Batılıları bırakıp içerideki şirk ve bidat ehline yöneldiklerinde buldular. “Biz bu din uğruna bunca bedel ödedik, ödüyoruz, bunların bedavadan faydalanmasına izin vermeyiz” -mantık budur.
    Fedakârlık fikrinin izini sürdükçe daha ilginç yerlere de varmak mümkün. Evladını feda etmekten ötesi nedir? Aklını feda etmek. Dini inanç denilen şey de sonuçta bu değil midir? Rasyonel düzlemde savunamayacağın, aynı inancı paylaşmayanların gülünç bulup alay edeceği tezleri insan neden benimser? Bakire kızın çocuk doğurmayacağını, İsa’nın öldükten sonra kendini diriltemeyeceğini herkes bilir. Bunların aksini savunmak tıpkı penisine şiş sokmak, kebabın lezzetli kısmını toprağa dökmek gibi bir tür radikal fedakârlık değil midir? “Öylesine sadığım ki ortak davaya, al, beynimi de atıyorum toprağa.”
    Milyarlarca insanın akıl dışı şeylere inanmasını ya da inanıyor görünmesini böyle açıklayınca nasıl aydınlanıyor her şey!
    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2016/05/sakl-canllar-piramitler-doguran.html

  29. İlerlemeden, doğadan ve uygarlıktan söz açılmışken, başka bir sitede bir yazıya şöyle bir yorum ve altına şu yanıt yazılmış;

    Gidenler bir cumhuriyet projesinin labaratuvarda yapay olarak üretilmiş ölmeye mahkum garabetleri, “gerçek” değiller, hiç olmadılar. Gelenler ise ahlaklısı ahlaksızı ile “gerçek” insanlar, doğanın içinden geliyorlar. Bu fark bile yeter.

    Bir bakıma haklısın. Uygarlık biraz da doğanın içinden gelen hayvanların evcilleştirilmesidir. Doğru, uygar insan her zaman biraz laboratuvar (demek ki -o- ile yazılıyormuş) çıkışlıdır, yapaydır, o nedenle uygar erkek çevresinde gördüğü her güzel kadını …mek istemekle birlikte tecavüze kalkışmaz, bazılarını örten diğerlerini cariye pazarlarında satan bir toplumsal düzenlemeye yanaşmaz, yapay davranıp çoğun onlara gülümsemekle yetinir. Doğa çirkindir, makyaj iyidir.

  30. Elbette savunulamaz, tam tersine. Bu tür hareketler tutucu, muhafazakâr olarak nitelendirilmelidir. Günümüzde kavramlar deforme oldu. Bu yüzden “gerici”de ısrar etmemek gerekir. Bir de gerici dediğiniz zaman ilerlemeci, modernist diktatörlükleri onaylama riski var. Bunun dışında yazdıklarınızla tabii ki tamamen mutabıkım.

  31. Gün abi Demirtaş’ın Baydemir’in Cumaya gitmelerine ne diyorsun?

  32. inanıyorlarsa gideceklerdir elbette. Ne diyebilirim?

  33. Dinin bazen ilerlemeci olabilmesi şuradan da anlaşılır ki İslam ülkelerinde birçok şehir ya da ilçe bir türbenin etrafında gelişmiştir.
    Örneğin Türkiye’nin Eyüp, Hacıbektaş ilçeleri
    Afganistan’ın Mezar-ı Şerif şehri
    Irak’ın Necef (Ali), Kerbela (Hüseyin) şehirleri, Bağdad’ın Kâzımiye (Musa Kâzım), Âzamiye (İmam-ı Âzam) semtleri
    İran’da Meşhed (Ali Rıza), Kum (Fatma) şehirleri
    gibi.

  34. Günümüzde teokratik bir düzen getirmek gerçekten mümkün müdür yoksa sosyo-ekonomik olarak imkansız mıdır?
    Bir dinci yazarın aşağıda önerdiği düzen ham hayal değil midir?

    İslâmî Sistem ile Laikliğin Karşılaştırılması
    Mehmed Şevket Eygi
    İDAM cezası: Kur’ana göre, kasıtlı olarak adam öldüren idam edilir, laik sistem idam cezasını kaldırmıştır.
    RİBA: İslam ribayı haram kılmıştır, laik ekonomi riba üzerine kuruludur.
    SEKS KÖLELİĞİ: İslam, kadınların seks kölesi olarak çalıştırılmasına izin vermez. Laik sistem, resmî vesikalarla yasal seks köleliğine izin verir, bundan KDV ve gelir vergisi alır.
    KARMA EĞİTİM: İslam buna izin vermez, laik sistem verir.
    MÜSTEHCEN YAYINLAR: İslam izin vermez, laik sistem izin verir.
    HIRSIZLIK: İslama göre hırsızın eli kesilir, laik sitemde hırsızlara verilen ceza pek hafiftir.
    ZİNA: İslama göre zina ağır bir suç ve büyük bir günahtır. Laik sistem zinayı suç olarak kabul etmez.
    AİLENİN REİSİ: İslama göre ailenin reisi erkektir. Laik sistemde aile reissizdir.
    RAMAZAN ORUCU: İslamî sistemde Ramazan günlerinde açıkta yenilip içilemez. Laik sistemde serbesttir.
    HİLAFET: İslamî sistemin başında, Müslümanların kendisine biat ve itaat ettiği râşid bir halife bulunur. Laik sistemde, Müslümanların başında muktedir bir reis yoktur, Müslümanlar başsızdır.
    ÜMMET: İslamî sistemde bütün Müslümanlar tek bir Millet ve Ümmettir; laik sistemde Ümmet birliği yoktur, cemaatler fırkalar hizipler mozaiği vardır.
    DİN İŞLERİ: İslamda din işleri Kur’ana, Sünnete, Şeriata, fıkha, İslam ahlakına ve İslam hikmetine göre yürütülür. Laik sistemde din işleri, genel müdürlük seviyesinde resmî bir kurum olan ve rejimin emrinde olan Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla yürütülür.
    HARAM HELÂL: İslam’da haram ve helal kavramları vardır. Haram kazanmak, haram yemek, haramla zengin olmak büyük günahtır, suçtur. Laiklikte haram helâl kavramı yoktur.
    MEDRESELER: İslamî sistemde din hizmetlileri, cami hocaları, müftüler, vaizler, din ve Kur’an öğretmenleri, icazet veren İslam medreselerinde yetiştirilir. Laik sistemde medreseler kapalıdır.
    EĞİTİM: İslamî sistemde Tevhidî eğitim veren İslam mektepleri bulunur. Laik sistemde din dışı Kemalist Tevhid-i tedrisat sistemi geçerlidir.
    EHL-İ SÜNNET: Şeriat üzerine kurulu Osmanlı Hilafeti Ehl-i Sünnet İslamlığını kabul etmişti. Laik sistemde mezhepçilik terör kadar tehlikeli görülür.
    BEŞ VAKİT NAMAZ: İslamî sistemde Müslüman halkın yüzde doksan beşi beş vakit namaz kılar. Laik sistemde bu oran yüzde ona düşmüştür.
    TESETTÜR: İslamî sistemde Müslüman kadınlar şer’î tesettürlüdür. Laik sistem kadınları açar, açık saçık dekolte kıyafetlere, kadın erkek karışık plajlara izin verir, hattâ teşvik eder.
    CUMA VAKTİ: İslamî sistemde cuma ezanı okununca Müslümanlar dükkanlarını, bürolarını, işyerlerini, atölyelerini kapatır camiye gider. Laik sistemde böyle bir şey yoktur.
    CAMİ ZİYARETİ: İslamî sistemde gayr-i müslimler ancak yazılı izinle camileri gezebilir. Laik sistemde büyük tarihî camiler, bazısı saygısız turistlerle doludur.
    AHLAK ve TEMİZLİK: İslamî sistem yüksek ahlaklı, faziletli, temiz bir toplum oluşturmak için çalışır. Laik sistemin böyle bir derdi yoktur.
    TOPLU TAŞIMA VASITALARI: İslamî sistemde kadınlar ve kızlar kendilerine mahsus araçlarda, vagonlarda, otobüslerde, tâcize uğramadan rahatça seyahat eder. Laik sistem buna izin vermez.
    TASAVVUF TARİKATLARI: İslamî sistem, Şeriata uygun olmaları, başlarında icazetli gerçek şeyhler bulunması ve sıkı şekilde denetlenmeleri şartıyla tasavvuf tekkelerine izin verir. Laik sistemde tekkeler yasaktır.
    ŞERİAT MAHKEMELERİ: Laik olmayan, din-devlet birliğine sahip olan, hükümdarın aynı zamanda Anglikan kilisesinin başı bulunduğu İngiltere’de şu anda 85 Şeriat mahkemesi faaliyet göstermektedir. Laik Türkiye’de böyle bir şey düşünülemez.
    TİCARÎ ve İKTİSADÎ FAALİYETLER: İslamî sistemde Kur’ana, Sünnete, Şeriata, hikmete dayalı fütüvvet ahlakı ve ahîlik zihniyeti hakimdir. Laik sistemde bu yoktur.
    ŞEFFAFLIK ve TEMİZLİK: Gerçek bir islamî sistemde temizlik ve şeffaflık vardır. Laiklikte yoktur.
    İSRAF, LÜKS, AŞIRI TÜKETİM: Kur’an ve Sünnet bunları yasaklar, laik sistem teşvik eder.
    SEMBOL: Osmanlı cihan devleti ve Hilafeti, Hulefa-i Râşidîn devrinden sonra islamî sistemin örneği ve sembolüdür.
    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Islm_Sistem_ile_Laikligin_Karsilastirilmasi/29300

  35. Bunu İsmet Zeki de güzel ifade etmiş;
    İslamla gelen inançların sınırlandırdığı, değişmez koşullara bağladığı bir ortamda bireysel tepkilerin doğmasını önleyecek bir engel uzun süre dayanabilir mi? Peygamberin yaşadığı gibi yaşamak gerekirse, bütün islam toplumlarını 1400 yıl geriye götürmek, bütün çağdaş olanaklardan yoksun bırakmak kaçınılmazdır. Özellikle kızların, kadınların okutulmaları, toplum kurumlarında görev almaları, çağdaş ev donatım gereçleri, giyim kuşam biçimleri, yemek yeme gelenekleri, mutfak, sofra, tarım düzeni, ev kurma biçimi, yapı düzenlemeleri, ulaşım iletişim araçları yasaklanmalıdır, sözün kısası çağımızın bulduğu, geliştirdiği, yarattığı ne varsa atılmalıdır. Bunlar okuyucuya çok gülünç gelebilir, ancak islam dininin yapısı böyledir işte.

  36. Hüseyin Üzmez, İslam ve Muhammet

    Bir katil ve pedofil olan İslamcı gazeteci Hüseyin Üzmez’in bir rapor vesilesiyle cezaevinden salıverilmesi üzerine Türk basınında yoğun tartışmalar yaşanıyor. Müslüman toplumun iki yüzlülüğü midemi bulandırıyor. Ahlaksız toplum modal bir ahlaksızlığı mahkum ederek temize çıkmak istiyor. Halbuki Muhammet mahkum edilmeden Hüseyin Üzmez mahkum edilemez.

    Hüseyin Üzmez gözaltına alındığı ilk günden beri Muhammet’in arkasına sığındı. Tecrübeli katil ve sapık en sağlam kalenin burası olduğunu çok iyi biliyordu.

    Keza AKP’nin küçük bir kız çoçuğunun ırzına geçmiş olan ve kişiliği, davranışları ve konuşma biçimiyle İslam´ın peygamberine çok benzeyen bu şahsı cezaevinden çıkarmak üzere çok büyük bir çaba göstermesi de dini açıdan son derece tutarlı bir davranıştır.

    Öte yandan, AKP sözde laik hukuk devletinin doktorlarının, yargıçlarının ve generallerinin nasıl satın alınabilineceğini gerçekten çok iyi biliyor. Devlet teşkilatı ile Nuriş’in veya Sedat Peker’in çetesi arasında bir fark yoktur. Olsa olsa fiyat farkı olur.

    Yukarıda da belirttiğim gibi, AKP’nin İslamcı sapıklara ve rüşvetcilere destek vermesi anlaşılır bir durumdur. Yapılan İslami ahlaka tamamen uygundur. AKP bu bakımdan tutarlı bir partidir. Hatta denilebilir ki AKP Hüseyin Üzmez’i cezaevinden çıkarmakla aslında Muhammet’i hapishaneden çıkarmış oldu. Böylece AKP son derece tutarlı bir biçimde dinini ve peygamberini korudu. Çünkü ahlaki ilkelerinin ne olduğu belli olmayan ve doğru dürüst düşünmeden konuşan bir dizi Türk gazetecisi ve yazarı Hüseyin Üzmez nezdinde ahlaki açıdan aslında Muhammet’e saldırıyorlardı. Aşağılanan İslam dini ve peygamberiydi. Bunun farkında değillerdi. Çünkü Müslüman toplumların insanları genellikle çok sayıda referans çerçevesini aynı anda kullanıyorlar. Onun için bu insanların tartışmalarını izlemek ve görüşlerini anlamak çok zordur.

    Özetle Hüseyin Üzmez Müslüman toplumların modal erkek tipini temsil eder. Hüseyin Üzmez’in arsızlığı Müslümanların arsızlığıdır. İslam var oldukca Hüseyin Üzmezler de var olacaktır.

    Mehmet Yıldız

    http://www.oragora.com/cgi/forum1610.cgi?numforum=16102&codep=&th=1&nbpage=13&sortmg=40&thread=651&trimv=4&rec=&rech_op=&champ=&read=1037-0&session=48

  37. “Kemalistler, geçmişte laiklik adına baskı yaparak hata yapmışlardır. Her baskı zıddını güçlendirir. İslamcılığın güçlenmesinde payları olduğunu görmelidirler. Diğer yandan, Kemalistlerin, İslamcı tehlike konusunda geçmişte önemli uyarıları da olmuştur. Biz devrimciler onların baskıcılığına ve seçkinciliğine karşı çıkalım derken bu uyarıları gereğince dikkate almadık.”
    Burada “Batı eşittir elit, İslam eşittir halk” şeklindeki -maalesef solun büyük bölümüne bulaşan- peşin hüküm doğru kabul edilmiş sanki. Bunun yanlışlığını Nişanyan güzel ifade etmiş;
    *
    “Batı eşittir elit, İslam eşittir halk” söylemi, ucuz siyasi propagandadan öte bir değer taşımaz.
    Birkaç yüzyıl boyunca İslam – İslam’ın bir türü – Osmanlı elit kültürünün kilit unsuruydu. “Cahil” halka dayatıldı.
    19. yüzyılda o İslam’ın artık kıymeti harbiyesi kalmadığı, ayak bağı haline geldiği idrak edildi.
    Elit zümrenin ittifakıyla Batımtırak bir yeni sentez inşa edildi. “Cahil” halka dayatıldı. Eski elitin rota değişimine direnen, ya da sosyolojik nedenlerle ayak uyduramayan unsurları – bazı medrese hocaları, bazı tarikat şeyhleri, kimi Kürt ve Arnavut feodalleri – önce marjinalize, sonra tasfiye edildi. Olay bundan ibarettir.
    Önceki iki yazıda vurguladığımız gibi, getirdikleri şey “Batı” değildi. Batı soslu bir sentezdi. Her şeyden önce Batı’nın bir dini vardı: o dinin alınması söz konusu olmadı. Dolayısıyla yapılan sentez ismen ve ruhen İslami bir sentez olarak kaldı. Kurulan yapı Batı’ya karşı derin bir güvensizlik ve düşmanlık altyapısı üzerine kuruldu. Elitlere “merak etmeyin yakında Batılılaşıyoruz” diye göz kırpılırken, halk kitlelerine vatan-millet-sakarya söylemiyle gavur düşmanlığı ve İslami aidiyet aşılandı. Daha önemlisi, Batı medeniyetini özgül ve ilginç kılan esas unsura – bireysel özerklik, ya da seçkinlerin özerkliği fikrine – zerrece geçit verilmedi. O yönde atılan her adımın görüldüğü yerde başı ezildi. İfade ve inanç özgürlüklerini, hak ve kazanç güvencelerini önemseyen herkese, ister filozof ve bilim adamı, ister tüccar ve maceracı, ister şair ve derviş olsun, TC sınırları dar edildi.
    Bu yüzden, Batımtırak sentezin sahibi olan elit zümre 1950-2010 sürecinde çöktüğünde, o sentezden geriye kala kala Hürriyet gazetesinin magazin eki kaldı. Miadı yüzlerce yıl önce dolmuş saçma sapan bir hurafeler yığını, memleketin Cumhuriyet-öncesi kimliğinin tek ifadesi, “yerel” kültürün biricik temsilcisi olarak önümüze konabildi.
    Ha, peki, bir de ODTÜ ile Boğaziçi var. Bir de Alsancak’taki cafeler. “Yerel”in alternatifi.
    *
    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2014/10/cumhuriyetin-batllg-degil-mesele_15.html

  38. İslamın elitler tarafından halka dayatılması üzerine başka bir yazıdan;
    *
    Başarısı, düşünsel içeriği, erekleri ne denli büyük-üstün sanılırsa sanılsın, kendinden olmayana yasak koyan bir inanç insan özüyle, istenç özgürlüğüyle bağdaşmaz. En güçlü sanılan inançların bile çok kısa sürelerde yenilgiye uğradığı, sarsıldığı, geçersiz kaldığı görülmüştür. Sözkonusu inanç kurumu çelişen koşullarla yüzyüze gelirse ya içeriğini değiştirmeli ya da kendine başka bir uygulama alanı bulmalı. İslam ülkelerinde bu uygulama biçimini aramanın yoluna gidilmemiş, yaşama ortamlarının doğal koşulları-ayrılıkları düşünülmemiş, birtakım “değişmezlikler”in gündeme getirilmesiyle soruna çözüm bulunacağı yanılgısına düşülmüştür.
    (Alevi-Bektaşi Edebiyatı / İ. Z. Eyuboğlu)

  39. Aslında İslamın (alt sınıfların bazı kesimlerinin desteğine dayanmasına rağmen) daha başlangıçta Mekke-Medine şehirlerinin elit-egemen sınıfının dini olarak ortaya çıktığını söylemek pek yanlış olmaz.
    Müslümanlar Muhammed’in ölümüne yakın Arap yarımadasının büyük bölümünü ele geçirseler de dinden kopmalar o daha sağken başlayıp geniş bir alana yayılmış, ardından gelen Ebubekir döneminde bastırılabilmişti.
    Onun ardından gelen Ömer döneminde de rakip elit-egemen zümre olan Hıristiyan ve Yahudiler yarımadadan tamamen çıkarılıp yerlerine Müslümanlar iskân edilmişti.

  40. 28’deki örneklere IŞİD’in kapitalist düzenin önemli ayaklarından olan futbolu hedef almasını da ekleyebiliriz;

    IŞİD’in hedefi bu kez Real Madrid oldu! 14 ölü…
    Terör örgütü IŞİD militanları, dün gece yarısı Irak’ın başkenti Bağdat yakınlarında Real Madrid taraftarlarının bulunduğu futbol temalı bir kafeye Kalaşnikoflarla saldırdı.
    En az 50 kişinin bulunduğu tahmin edilen Real Madrid konseptli kafeye üç IŞİD militanının yaptığı saldırıda 14 Iraklı taraftar hayatını kaybederken, en az 20 yaralının olduğu belirtildi.
    Taraftar topluluğunun Real Madrid’in eski maçlarını izlemek için toplandığı öğrenildi.
    ‘FUTBOLU İSLAM’A KARŞI GÖRDÜKLERİ İÇİN SALDIRDILAR’
    Bağdat’ın 80 km kuzeyinde yer alan Beled kasabasındaki Real Madrid taraftar topluluğunun başkanı Ziad Subhan yaptığı açıklamada, “Bir grup IŞİD militanı ellerinde Kalaşnikoflarla kafeye girip rastgele ateş açtı. IŞİD, futbolu İslam karşıtı gördüğü için bize saldırdı. Bu çok kötü bir trajedi” dedi.
    http://www.hurriyet.com.tr/isidin-hedefi-bu-kez-real-madrid-14-olu-40103607

    Yöntem olarak böyle bir şiddetin savunulamayacağı ortada. Ama yozlaşmış kâr düzeninin bir sektörü olan futbolun ortadan kalkmasını istemek yanlış olmaz sanırım.

  41. ’68 hareketinin türkiye’de neden başarısız olduğu bu yazıdan belli. kendinize demokratsınız, beyim. tutturmuşsun bir kemalizm dırdırı kafa ütülüyorsunsunuz. demokrasinin en moda olduğu yıllarda bile başarısız olmuş bir hareketin bayraktarısın. daha kendi aranızda bile birlik olamamışsınız o gün. sizde mi birleşelim bizde mi birleşelim kavgası vermişsiniz ki bugün bile vermeye devam ediyorsunuz. aranızda önce bir örgütlenmeyi başarın da sonra kendi doktrininize göre bir devlet örgütlersiniz.

  42. Devlet örgütlemek 🙂

  43. Sosyalistler, komünistler, anarşistler, Kemalistler, demokratlar, liberaller, Aleviler, işçiler, köylüler, gençler, kadınlar demişsiniz de askerleri ve amerikan savcısını saymamışsınız. Washington ziyareti ve nikah şahitliğinden sonra darbe veya dış müdahale beklentiniz azaldı mı?

  44. Durmak yok saçmalamaya devam;

    Erdoğan: Nüfus planlamasıymış, doğum doğum kontrolüymüş…

    Cumhurbaşkanı Erdoğan TÜRGEV’in 20. kuruluş yıldönümünde “Açık söylüyorum, zürriyetimizi arttıracağız, neslimizi çoğaltacağız diyorum. Nüfus planlamasıymış, doğum kontrolüymüş, hiçbir Müslüman aile böyle bir anlayışın içinde olamaz. Rabbim ne diyorsa, sevgili Peygamberimiz ne diyorsa biz o yolda gideceğiz” dedi

    Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan TÜRGEV’in kuruluşunun 20. yıldönümünde konuştu. İşte Erdoğan’ın konuşmasından satır başları:

    “Kuruluşundan bugüne kadar TÜRGEV’in çalışmalarına katkı sağlayan emek veren destek olan tüm kardeşlerime şükranlarımı sunuyorum. TÜRGEV’i 20 yıl önce bir avuç insan gençlerimize kendi değerlerimize hizmet vermek amacıyla kurmuştu. Bugün TÜRGEV çok daha farklı noktada. Yeterli mi değil. Bu 20 yıl başarılar yanında çok zorlu mücadelelere de sahne oldu. Özellikle paralel ihanet çetesi TÜRGEV’e yönelik her türlü yalan, iftira ve saldırının kaynağı haline geldi. Bu saldırılarının dorukta olduğu günlerde 2014 yılı ramazan ayında şöyle demiştim: daha çok çalışın daha çok üretin ve sizden rahatsız olanlar daha da rahatsız edin demiştim. O kadar rahatsız oldular ki kimileri bu ülkeden kaçtı kimileri de adalet karşısında hesap veriyor.
    Sizler nur akan olukların temsilcilerisiniz. 20 yıldır olduğu gibi desteğim duam ve teşvikim sizlerle birlikte olmaya devam edecek. Dava taşlını gediğine koyacağınız güne kadar mücadelenizi sürdüreceğinize inanıyorum.

    KENDİ GÖBEĞİMİZİ KENDİMİZ KESECEĞİZ

    Son üç yıldır art arda gelen hadiseler bizler için çok önemli dersler oldu. Kendi meselelerimizi kendimiz çözmek zorundayız. İster öğrenci yurdu ister savunma sanayii olsun hiç fark etmiyor hepsinde de iş dönüp dolaşıp aynı yere çıkıyor. Kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz başka çaremiz yok. İdealimizdeki gençliği mi yetiştirmek istiyoruz aileden başlayarak kendi müesseselerimizi kurup geliştirmemiz gerekiyor. Geçmişte hangi sorunu kime havale ettiysek zarar gördük. Sadece altyapının yetmediğini gördük. Yeni nesillere verilecek eğitimi için çok ciddi emek verilmesi şart. Bir, itikadi noktada çok sağlam olacağız. Bizim itikadımızı imanımız evelallah kimse teraziye çıkaramayacak kadar sağlam kılacağız.

    OKUL MÜFREDATINDA YOĞUNLAŞACAĞIZ

    Ahlakta örnek bir gençlik inşallah Türgev’in yetiştirdiği yurtlarında kalan gençler olacak. İbadetinde inanıyorum ki taviz vermeyen bir gençlik olacak. Bunlar da çok çok önemli. Muamelatta sağlam bir gençlik olacak. Gençler inanın bunu başardığınız başardığımız anda sizden de çok farklı bir nesil tevaruz edecektir. Bunun için yeni dönemi okul yapmaktan ziyade, Milli Eğitim Bakanı ile de konuştum. Okul müfredatında yoğunlaşılması olarak karar erdik. Bu gençlerin bir bölümünü bölücü terör örgütü kullanıyor ve acı bir akıbete sürüklüyor. Onların gidişini durduracak bir birikime alt yapıya şiddetle ihtiyaç var. Aynı şekilde DAİŞ gibi terör örgütlerinin ağına düşen gençlerimiz var. Ve bunlar bakıyorsunuz inancı olan gençler. İnancı var ama şuuru yok. O işin hazzına tama anlamıyla ulaşamamış. Uyuşturucu kumar hatta teknoloji bağımlılığı yaşayan gençler de var. Bu ülkenin bir tek evladının dahi zayi olmasına gönlümüz razı olmaz.

    “ZÜRRİYETİMİZİ ARTIRACAĞIZ”

    Vakıf hizmeti, nefsi tatmin etme değil, nefsi terbiye etme yeridir. Vakıf hizmeti dünyaya değil ukbaya yapılan yatırımdır. Bu çerçevede TÜRGEV gibi çalışacak olan daha pek çok kuruma ihtiyacımız var. Çünkü önümüzde 79 milyonluk bir Türkiye ile birlikte medeniyet ve tarih ortaklığı içinde olduğumuz milyarlarca insan bulunuyor. Ve açık söylüyorum, zürriyetimizi arttıracağız, neslimizi çoğaltacağız diyorum. Nüfus planlamasıymış, doğum kontrolüymüş, hiçbir Müslüman aile böyle bir anlayışın içinde olamaz. Rabbim ne diyorsa, sevgili Peygamberimiz ne diyorsa biz o yolda gideceğiz.”

    http://www.hurriyet.com.tr/erdogan-zurriyetimizi-arttiracagiz-40110923

  45. Laiklik adı altında Tek Parti Cumhuriyetinin uyguladığı politika, İslam dinini toplumsal yaşamdan tasfiye etme çabasıdır. Bunun bıraktığı boşlukta, peygamberi Atatürk ve kitabı Nutuk olan bir devlet dini ikame edilmeye çalışılmıştır.
    Başarısızlıkla sonuçlanan bu çabanın tek kalıcı sonucu, İslamiyeti dar ve bağnaz bir kalıba hapsetmek, toplumsal elitle bağlantısını koparmak olmuştur.
    20. yüzyıl başında dörtte bir oranında gayrımüslim nüfus barındıran Türkiye toplumu, bugün neredeyse tüm fertleri müslüman olan bir toplumdur. Bu ürkütücü dönüşümü başarmış olan kadroların ideolojik ve örgütsel mirasçısı olan Kemalist rejim, Türk toplumunu gayrımüslim unsurlardan arındırma sürecini bizzat sürdürüp sonuca vardırmakla, gerçek anlamda bir laikliğin – dindışı bir ulusal kimlik tanımının ve dinlerüstü bir devlet anlayışının – bu topraklarda yerleşmesini belki ebediyen engellemiştir.
    Din kurumları, Osmanlı döneminde olmadığı oranda devlet mülkiyetine ve denetimine alınmış, İslam dini müstakil mali kaynaklarını, özerk eğitim kurumlarını yitirmiştir. Din üzerindeki vesayet gücünü sonuna kadar kullanan devlet, İslamiyetin kendi doğal mecraı içinde evrilmesine engel olmuş, din bünyesinde yeni arayış ve oluşumları a priori reddetmiştir. Bunun bir acı sonucu, yüzyıllardan beri İslam dünyasının entelektüel ve siyasi önderliğini yapmış olan bir ülkenin bugün İslam dünyasında, en azından entelektüel anlamda, marjinal bir konuma itilmiş olmasıdır. Türkiye’deki İslami oluşumları bugün “Suudi Arabistan’dan beslenmekle” suçlayanlar, beslenme ihtiyacını Arap çöllerinde gidermeye çalışan bu kesimleri kimin ve neden aç bıraktığı sorusuyla yüzleşmek zorundadırlar.
    Kemalist devrimin “millet yarattığı” tezi, inandırıcı olmaktan çok uzaktır. Anadolu ve Rumeli’nin müslüman halkı – “Türk” adını taşımasalar dahi – millet olmanın temel vasıflarına yüzlerce yıldan beri sahip olmuşlardır. Ortak bir kültürü ve yaşam tarzını benimsemişler, birbirlerini “biz”den saymışlar, ortak bir siyasi iradeye boyun eğmişler ve “biz”den olmayan bir siyasi iradenin yönetimine girmeyi en büyük toplumsal felaket olarak algılama eğilimini göstermişlerdir.
    Bu eski ve köklü milletin modern çağa ayak uydurması için aşması gereken büyük sınav, aynı topraklarda yanyana yaşadığı gayrımüslim unsurları ortak bir milli kimliğe dahil edebilme sınavı idi. Modern devletin ihtiyaçları, farklı din ve kimliklere mensup uyrukların ortak bir vatandaşlık statüsünde toplanabilmesini, bu anlamda gerçek laikliğin tesisini gerektirmiştir. 19.cu yüzyılda bir “Osmanlı milleti” yaratma çabaları bu gayretin ifadesidir.
    1908 ihtilaliyle başlayıp Cumhuriyetle noktalanan olaylar manzumesi, bu gayretin iflasını ifade eder. Gayrımüslimlerle aynı ulusal kimliği paylaşmayı gururuna yediremeyen Türk eliti, çareyi o unsurları Türkiye coğrafyasından topluca tasfiye etmekte bulmuştur. Jön Türk döneminde başlatılan tasfiye süreci, cumhuriyet döneminde bir milyonu aşkın Rumun Anadolu’dan ihracıyla amacına ulaşacak; varlık vergisi, 6-7 Eylül hadiseleri ve 1964 zorunlu göçüyle son kalan artıklar da milli bünyeden temizlenecektir.
    Milli Mücadele ve Cumhuriyet, Müslüman Türk milletinin, Tanzimattan beri süren kabuk değiştirme çabasına “dur” dediği noktadır. Türk devrimi adı verilen süreç, gerçekte Türk milletinin modernleşmeyi başaramayışının hazin hikayesidir.
    Aradan yetmiş yıl geçtikten sonra, yaldız döküldüğünde, geriye, yüzde doksan dokuz onda dokuzu müslüman olmakla “övünen” bir millet kalacaktır.
    Bugün Türkiye’de çağdaş, Batılı, liberal düşünceyi temsil eden insanların trajik çıkmazı, totaliter rejimler çağının bir liderini bayrak edinmiş olmaktır. Avrupa demokrasisi için Mussolini veya Franco ne kadar tuhaf bir simgeyse, Türk demokrasisi için Kemal Atatürk o denli çelişkili bir bayraktır. Çağdaş dünyanın yarım yüzyıldan beri terk ettiği bir zihniyet, Türkiye’de halen çağdaşlığın adı olarak anılmakta ve yüceltilmektedir.
    Uluslararası platformlarda bu anlayış, ülkeyi yalnızlığa itmiştir: Nelson Mandela’nın almayı reddettiği Atatürk ödülü, Türkiye’yi dünyadan soyutlayan kavram kargaşasının çarpıcı bir örneğidir.
    İçte modern ve özgür toplum yandaşları, zihin ve iradelerini felç eden bir çelişkiler dizisine saplanmışlardır.
    Savundukları cumhuriyet, demokratik anlayışın inkârı üzerine kuruludur. Bu yüzden özgürlük inancının içtenliğinden kuşku duyulamayacak kişiler, “rejimi korumayı” görev saymakta; her siyasi ayrımda polisten, ordudan, “zinde güçlerden”, devlet güvenlik mahkemesi savcılarından yana tavır almak zorunluğunu duymaktadırlar.
    Bayrak edindikleri “laiklik”, halk çoğunluğunun değer yargıları ve kültürüyle aralarına aşılmaz bir duvar koymuştur. Ait oldukları toplumu anlamaktan aciz oldukları gibi, o topluma önder ve örnek olma yeteneğini de kaybetmişlerdir.
    Propaganda formüllerinden ve tabulardan örülmüş bir tarih öğretisi, kendilerini bu ülkenin tarihini anlamaktan – anlamak bir yana, merak etmekten – alıkoymuştur.
    İçgüdüleşmiş bir milliyetçilik, aralarında en ufuklu olanların bile Batı uygarlığına samimi ve önyargısız yaklaşımını olanaksız kılmaktadır.
    “Batı” adına savundukları şeyin, tüketim ekonomisinin nimetleri dışında elle tutulur bir içeriği kalmamıştır. O nimetleri de reddeden “has” Kemalistlerde Batı kavramı büsbütün kayıplara karışmış, yerini “kuvayı milliye ruhu” ile “kahrolsun emperyalizm”den yoğrulu ilkel bir şovenizme bırakmıştır.
    Oysa Türkiye bugün çağdaş ve Batılı düşünceye her zamankinden daha muhtaçtır. Sınıfsal nefretten ve tepkici ideolojilerden oluşan büyük bir dalga toplumun derinliklerinden kabarmakta, ülkeyi karanlık bir serüvene sürüklemekle tehdit etmektedir.
    Bu dalgaya direnebilecek olan insanlar, Türkiye’de ekonomik güce ve sosyal ayrıcalıklara sahiptir; yerleşik iktidar kurumlarının birçoğu ile iyi ilişkileri vardır. Basın ve üniversite ellerindedir. Fakat inançları yıpranmış, vicdani dayanakları tükenmiştir. Temsil ettikleri şeyler, pek çok insana sakat ve yetersiz görünmeye başlamıştır. “Demokrasi” platformunu karşı taraf hızla ele geçirmektedir. “Laiklik” henüz toplum çoğunluğunun desteğine sahiptir; fakat “yüzde doksandokuzu müslüman Türkiye” söyleminin genel kabul gördüğü bir ortamda, bu desteğin buharlaşması an meselesidir. Cumhuriyet elitinin öteden beri kendi tekelinde görmeye alıştığı “milliyetçilik” aslında karşı tarafın elini güçlendirmekte, gönülsüzce benimsediği modernizm kisvesini atıp gerçek kimliğiyle ortaya çıkacağı günü beklemektedir. Modern düşüncenin Türkiye’deki en doğal müttefiki olması gereken Batı kamuoyu ve etkili çevreleri ile Türk inteligensiası arasında derin ve karşılıklı bir güvensizlik vardır.
    Tüm bu çelişkiler, Türkiye’de çağdaş düşünceyi felç etmiştir. O düşünceye önderlik edebilecek olanların siyasi tavırları inançsız, inançları tutarlılıktan yoksun ve kaypaktır.
    Bu çıkmazı aşmak için, bir zihin devrimine gerek vardır. Türkiye’de çağdaş ve özgürlükçü düşünce, kendisini yetmiş veya seksen yıldan beri cenderesine alan ipoteği atmalı, Türk modernleşmesinin tarihi eleştirel bir gözle yeniden değerlendirilmelidir.
    http://www.nisanyansozluk.com/book/book_S.pdf

  46. durmak yok nefret söylemine devam

    RTE’nin “cehennem”, “diniMİZ” referanslarını kullanması skandal. Bu adamlarla aynı kafada olduğunun ve desteklediğinin de kanıtı;

    “Şimdi Yeşilköy’ü gelip bunlar bombaladı, ne günahı vardı o insanların? Çocuk, kadın, yaşlı… Yerlisi var, yabancısı var. Bu sivil insanların ne günahı vardı? Hem kendini patlatıyorsun hem de o insanlar bu sebeple orada ölüyorlar. Bunun insani, vicdani herhangi bir yanı var mı? İslami herhangi bir yanı var mı? Yok. Bunlar ne Müslümanı ya, bunlar ila cehenneme zümera ya, oraya gidici bunlar. Bunlar cehennemde yerlerini hazırlamışlar. ‘Bir kişinin ölümüne neden olmak tüm insanlığın ölümüne neden olmaktır.’ diyor bizim dinimiz. Böyle bir şeyi nasıl yaparsınız?”
    http://www.milliyet.com.tr/erdogan-allah-in-izniyle-terorun-gundem-2270900/

  47. İ. Karagül adlı çakma-omurgasız ideolog yazmış…
    ” Bu çokuluslu bir saldırıdır. Doğrudan Türkiye’yi hedef alan, terör üzerinden yürütülen, terör görüntüsü verilen, uluslararası boyutu olan, bir dış müdahaledir, Türkiye’ye doğrudan bir saldırıdır. Birileri Türkiye’yi terörle terbiye etmeye, kontrol altında almaya,belli bir mevzide tutmaya, diz çöktürmeye çalışmaktadır.”

    Adam haklı. Bu bir “uluslararası terör” eylemi. Ama Türkiye’ye değil, kendilerini Türkiye sananları hedef almış! Politik hedeflerine ulaşma yolunda en az kendileri kadar acımasız; Suruç ve Ankara bombacılarını organize edenlerin dilinden anlıyorlar!
    Amaçları “Türkiye’ye diz çöktürmek” değil, Batı taşeronu olarak bölgede haraç kesmek üzere iş başına getirilmiş olanların, kendi hesabına iş tuttuğu için “cezası kesilmiş” olanların hesabını görmek..
    *
    Bu terör eylemi bir destabilizasyon “programının” başlangıcı… 1970 sonları gibi… Askeri darbe yolunun taşları döşeniyor.
    *
    O Muhammed Ali cenazesi ile belli oldu; sifonun tuşuna basıldığı.
    O gezi dönüşü İsrail ve Rusya kararı alındı. Uçakta, gökyüzünde, bulutlar üstünde, dünyadan uzaklaşmışken.. Aşağıda kurulmuş cehennem kazanları görüldü.
    Bu denli utanç verici bir U dönüşüne o sırada karar verildi…

    Zaman kazanmak… Ve 3 ay, 6 ay.. 1 yıl… sonra “sabah ola, hayır ola!” Ama… ama… Artık çok geç… “Kuyudan çıkarttıkları”, onu o “kuyuya” indirecek…
    *
    2-3 yıl sürecek bir “toplumsal kargaşa” dönemi bizi bekliyor… İnfial uyandıracak cinayet listesi yapılmış olmalı… Ve arada uygun zamanda “aman asker gelsin” arzusu uyandıracak katliamlar da eklenecek bu “destabilizasyon programına…”
    *
    Askeri darbeye karşı mı olmalı… Elbette… Ama sivil darbecilere de karşı olmak gerekiyor…
    Darbeciler giydikleri giysilere göre mi seçilmeli?

    Anayasayı çiğneyenlerin; temel hukuk kurallarını iplemeyenlerin, tüm kurumları yozlaştıranların; acımasızca insanları işten attırıp, zindana tıkanların rezil sonlarına acınır mı?
    12 Eylül sonrasını “içeriden” yaşayan biri olarak yazıyorum…
    Umurum değil! Kahrolsun tüm darbeciler! Sivil ya da üniformalı….
    Ama en sivilleri en çok kahrolsun; çünkü ellerinde diğer seçenek de vardı….
    Ama demokratikleşme-AB, Kopenhag Kriterleri vs. yalanlarıyla iktidarı ele geçirenler; vaadlerinin tam karşıtını halkı aldatarak hayata geçirenler daha çok kahrolsun….
    “Sıradan” insan için de, demokratik muhalefet için de olgu şöyle bir şey artık… Daha kötü ne olabilir ki…
    “Ne fark etsin bana…”
    İktidar bugüne kadarki politikalarıyla demokratik olarak çoktan giderdi ama muhalefet partilerini komplolarla çökerterek, basın-ifade özgürlüğünü boğarak, ekonomik çıkar ile suç ortaklarını büyüterek… bunu önledi… Önlüyor…
    Hayatın her zaman bir yanıtı bulunur…
    Öyle ise… böyle…

  48. Not… İlginç mi… Uluslararası terminal bölgesinde hem de…
    Zamanlama “manidar” mı?
    Ölenlerin hepsi Türkiye veya Doğu’lu.. Batı ülke vatandaşı yok.. Bu bir tesadüf mü… Planlama mı?
    —–
    İstanbul Atatürk Havalimanı’nda gerçekleştirilen kanlı terör saldırısının bir benzerinin CIA tarafından fonlandığı öne sürülen Call Of Duty’nin Modern Warfare serisinin ikinci oyununda tasarlandığı ortaya çıktı.

    http://www.cumhuriyet.com.tr/video/video_haber/559849/CIA_in_fonladigi_iddia_edilen_oyun_ile_ayni_senaryo.html