Fikret Başkaya / Muhalefet aklını başına almazsa….

 

 

Müslüman Kardeşlerin Türkiye versiyonu olanPolitik İslamcı AKP, her ne surette olursa olsun, iktidarı bırakmak istemiyor. İki nedenle: Birincisi, geride kalan 15-16 yılda sömürünün, yağma ve talanın tadına öylesine vardılar ki, ballı böreği bırakmak istemiyorlar; ikincisi, iktidardan düştükleri anda mutlaka yargılanacaklarını, hesap vereceklerini biliyorlar… Lâkin, oy tabanı eriyor ve AKP’nin seçimi kazanması, %50 sınırını aşması artık mümkün değil… Aynı şekilde oy kaybeden, oy tabanının çoğunu İyi Parti’ye kaptıran MHP de, %10 seçim barajı korkusuna kapılmış durumda.  Her ikisi de kendi sorunun çözmek üzere bir seçim ittifakı oluşturdular… Görüldü ki, AKP-MHP ittifakı da derde deva olmuyor… O zaman seçimi ‘mutlak zafere dönüştürmenin’ bir yolu bulunmalıydı ve seçim kanunu değiştirerek kaybetme riskini ortadan kaldırdılar… Öyle bir kanun ki, iktidar partisine kazanma garantisi veriyor…Bu yeni Seçim Kanunu dünya siyaset tarihinde bir ilk, eşi görülmemiş bir şey… Her halükârda iktidar partisi AKP’nin iktidarda kalmasını güvence altına alıyor,  MHP’yi de %10 baraj sıkıntısından kurtarıyor.

 

O halde böyle bir tablo söz konusuyken, muhalefet cephesi hangi durumda ve nasıl bu oyunu bozabilir? Muhalefetin bu soruya gereken cevabı verebilmesi için öncelikle, ülkenin nasıl bir zemin üzerine durduğu, ‘rejimin niteliğine’dair bilinç açıklığına kavuşması, bir dizi yanılsamadan yakayı kurtarması gerekiyor… Muhalefet hâlâ Türkiye’ de ‘hukuk’ olduğunu sanıyor… Oysa çoktan hukukun yerinde yeller esiyor… Olmayan şeyi varmış saymanın ne alemi var?Şu anda Türkiye’deki rejim despotik bir rejim… Tüm baskı rejimlerinde, diktatörlüklerde [faşizm, asker-polis diktatörlüğü, Bonapartizm, vb.]  asgari bir hukuk vardır. Bir tek despotizmde hukukun -adaletin kırıntısına bile yer yoktur, hiç esamesi okunmaz… Onun için işte, çıkarılan bu kanunu Anayasa Mahkemesine götürmek türü girişimler abesle iştigal etmektir… Ortada bir Anayasa Mahkemesi mi var da ondan medet umacaksınız!Kaldı ki, böyle bir kanunu çıkarılabilmek ancak hukukun, adaletin olmadığı, keyfiliği kural olduğu yerde ve durumda mümkündür…

 

Esasen gözden kaçan bir şey var: Hiç bir despot kazanamayacağı bir seçime izin vermez… Ancak, mutlaka kazanmayı garanti altına aldığında seçime izin verir. Ve çıkarılan kanun da zaten seçimi kazanma garantisi demek… Dolayısıyla muhalefetin böyle bir oyuna dahil olması, oyuna gelmek olur, sonu mutlaka hüsran olur… O halde yapılması gereken şey,kategorik olarak seçim oyununa dahil olmamak, uzak durmak,bu sefil oyunu bozmaktır… AKP ve ortağı tarafından kurulan tuzağa düşmemektir… Beladan uzak durmaktır… Böylesi bir kanuna rağmen hala seçim kazanmayı düşlemek abestir…

 

Artık bildik tüm kurumlar çökertilmiş bulunuyor. Parlamento da bilinen anlamda parlamento olmaktan çıkalı çok oldu. Elbette bu eskiden matahtı demek değil… Burjuva parlamentoları oldum-olası, bidayetten itibaren kitleleri oyalamak, aldatmak, kitlelere tuzak kurmak üzere peydahlanmıştı. Söylendiği gibi asla ‘milli iradenin’, ‘halk iradesinin’, ‘genel iradenin’ tecelli ettiği bir yer değildir… AKP aslında Meclis’i by-pass edeli çok oldu ama muhalefet partileri hâlâ Meclis var sanıyorlar… Onu bir ‘demokratik mevzi’ olarak görüyorlar… Oysa mevzi dedikleri çoktan AKP tarafından iğdiş edilmişti… Dolayısıyla Türkiye’de hayli zamandır adı konmamış bir tek parti diktatörlüğü geçerliydi… Şimdilerde yapılmak istenen, ‘tek parti diktatörlüğünü’ olan’despotik rejimi’kurumsallaştırmak, kalıcılaştırmak… Dolayısıyla ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir…

 

Artık ‘eski kafayla’, ‘eski yöntem ve araçlarla’ siyaset yapmanın, bir şeyleri başarmanın imkânı yok… Zira, hiçbir şey eskisi gibi değil… Ayaklarımızın altındaki zemin kaymış bulunuyor… AKP geride kalan 15-16 yılda rejimi çökertti, ekonomiyi çökertti, ülkeyi sanayisizleştirdi, tarımı çökertti, eğitim ve sağlık sistemi yerlerde sürünüyor, hukukun/adaletin yerinde yeller esiyor… Düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü diye bir şey yok! Üstelik devlet aygıtı ve toplum dinci gericilik tarafından kuşatılmış bulunuyor… Velhasıl tüm gösterge ışıkları kırmızıda…

 

AKP’nin tarımı ve sanayiyi çökerttiği bir vakıa olmakla birlikte, yine de nüanse edilmesi, hatırlanması gereken bir şey var. Aslında ekonominin temelinin aşınması ünlü 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Amerikancı/NATO’cuKemalist ordu darbesiyle başladı. Ve yapılan da tam bir yeniden kompradorlaşma tercihiydi… Her türlü ulusal kalkınmacılığa elveda demek, neoliberalizme teslim olmak, ülkenin kaderini ve geleceğini küresel şirketlere, emperyalizmin hizmetindeki IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü… gibi kurumlara, ihale etmekti… O tarihten sonra ekonominin temeli aşınmaya devam etti. AKP iktidarıyla daha da hızlandı ve derinleşti… Komprador bir rejim söz konusu olduğunda ekonominin ‘iç eklemlenmesi’ mümkün olmaz ve ekonomi dış belirleyiciliklere açık, dolayısıyla kırılgan hale gelir…

 

Öyle ki, AKP iktidarı her seferinde çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor. Esasen politik İslamcıların bir toplum projesi yoktur. Çözümü geride, geçmişte ararlar… Oysa, tarihte geriye dönüş hem mümkün değildir ve hem de zaten arzulanır bir şey de olmamalıdır… Ellerinde şiddeti, terörü ve parayı manipüle etmekten başka bir koz yok! İyi de bunlarla nereye kadar… Gerçek durum böyle olsa da söylem farklı… Tam tersine ‘Türkiye’nin harikalar yarattığı’ söyleniyor ve bu yalana inananların sayısı da az değil…  Aslında rakamlar ve istatistikler manipüle ediliyor. İstatistiklere, rakamlara istediğiniz yalanı söyletebilirsiniz… En çok da ekonomik büyüme rakamları/oranları manipüle ediliyor… Oysa, büyüme ölçüsü olan GSYH [Gayri Safi Yurtiçi Hasıla] paranın hareketini izler, para her el değiştirildiğinde GSYH de büyümüş görünür… Neyin büyüdüğü, ne pahasına büyüdüğü, büyümenin sonuçlarının nasıl bölüşüldüğü, insana, topluma ve doğaya verilen zararlar dikkate alınmaz… Dolayısıyla bazı durumlarda ‘büyüme’ bir yıkıma bile dönüşebilir… Esasen iktidar hesabına yalan üreten bir ‘uzmanlar’ taifesi var… Onlara ‘konunun uzmanları’ diyorlar ve iki çeşidi var: ‘Konunun uzmanları” ve “her konunun uzmanları”… Bilhassa bu ikincilere sözde tartışma programlarında sıkça rastlarsınız… Medya da seferber edilerek, olup-biteni farklı sunmayı, farklı bir görüntü yaratmayı, yalanı büyütmeyi şimdilik başarıyorlar…  Tabii iktisatçı tayfası baş rolde olmak kaydıyla…

 

Böylesi bir tablo ortaya çıkmışken, rejim çürümüş, toplum kritik bir eşiğe gelip dayanmış, riskler büyümüşken, artık siyaset yapma zeminini, yöntem ve araçlarını değiştirmek gerekiyor. Bir kere ve ivedilikle muhalefet partilerinin zaten olmayan Meclis’ten çekilmeleri gerekiyor. Böyle bir karar, fotoğrafın netleşmesini sağlar. Yanılsamayı ortadan kaldırır. Mücadeleyi asıl bulunması zemine çekmeyi kolaylaştırır. Daha doğrusu ‘Meclisi’ halkın yaşadığı yere taşımak gerekiyor. Böylece politika yapma eylemini’sahte bir sirk oyunu’ olmaktan çıkarmak mümkün olabilir… Başka türlü söylersek, ‘politika yapma eylemini’ kaşarlanmış profesyonel burjuva politikacılarının elinden alıp, asıl bulunması yere taşımak, asıl sahiplerine tevdi etmek gerekiyor. Böyle bir şey kitlelerin ilk defa ve gerçekten sürece dahil olmalarını, gerçek politik özneler olmalarını, gerçek yurttaşlar olmalarını sağlar… Onları pasif, edilgen “sayın seyirciler” olmaktan kurtarır…

 

Bir kere politika yapma yöntem ve araçları değiştiğinde, insanlar başta olmak üzere her şey hızla değişir, dolayısıyla perspektifin ve paradigmanın değişmesiyle, bir bilinç sıçraması olanaklı hale gelir… Her kentte, köyde kasabada, mahallede… ‘halk meclisleri’, ‘halk konseyleri’, ‘tartışma grupları’, ‘halk okulları’, ‘radikal eleştirel düşüncenin yeşerdiği’ gerçek üniversiteler, sanat ve edebiyat kurumları, yardımlaşmayı-bölüşmeyi-paylaşmayı, dayanışmayı esas alan ortak yaşam alanları oluşturulabilir… Bürokratik olmayan politik örgütlenme modelleri geliştirilebilir… Aslında perspektif değiştiğinde insanların önüne yeni ufuklar açılır… Alışılmış olanın dışına çıkmak, başka bir şey, farklı bir şey yapmak neden mümkün olmasın! Ellerimiz ilelebet armut toplamak zorunda olmadığına göre… Velhasıl, yazının başlığındaki gibi, aklımızı başımıza almaz ve gereğini yapmayı başaramaz isek, olabilecekleri tahayyül etmek zor değil… Zira, radikal çözümlerin gerekli olduğu bir zamandayız… Muhalefetin amacı asla AKP öncesine veya AKP’nin ‘gerçek yüzünü gösterdiği’ dönem öncesinedönüş olmamalıdır. Çürümüş ve çürüten bu sefil düzeni radikal olarak aşmak olmalıdır… Boşuna ‘ehveni şer şerlerin en kötüsüdür’ denmemiştir… Kötüyle az kötü arasında seçim yapmanın ne alemi var…

Hakkında Gün Zileli

Okunası

MHP Takozu! (ve Artı-Gerçek’teki yazılarımın Sona Erişine İlişkin Kısa bir Açıklama)

Bu yazı, her zamanki gibi cumartesi gecesi Artıgerçek’te yayınlanmak üzere yazılmıştı. Dün, (yani 10 Mayıs, …

9 Yorumlar

  1. 'Anadolu oligarşisi' nedir? - Murat Belge

    Türkiye toplumunda siyaset düzeyinde ‘popülizm’ dediğimiz türden bir ideolojinin geçerli olmasına katkıda bulunan çeşitli etkenler arasında, oldukça eski tarihlere uzanan ögeler ya da kurumlar da olmuştur. Osmanlı’da toprak üzerinde özel feodal mülkiyet olmamasını bunlar arasında sayabiliriz. Osmanlı hanedanının kendisine rakip olabilecek yapılanmalara izin vermeme içgüdüsünün sonucu olan bu toprak düzeni (‘mirî’, yani devlete ait), Avrupa’da gördüğümüz katı, kastlaşmaya yaklaşan bir sınıflaşmaya engel olmuştur. Batı’daki ‘serf’e karşılık (ya da Rusya’daki ‘mujik’), burada bir çift öküzüyle (‘çiftlik’ kavramı buradan geliyor) sürebildiği kadar bir toprağın ‘mülkiyeti’ne değil ‘tasarruf’ hakkına sahip ‘bağımsız köylü’ ortaya çıkmıştır. ‘Küçük meta üretimi’ dediğimiz üretim ilişkisi en yaygın ilişki olmuştur. Bunlar her düzeyde ‘kolektivite’ye karşı çalışan dinamiklerdir.

    ‘Kul’ kelimesinin kökeninin Türkçe olduğunu düşünürüz. Bir ‘etimoloji’ uzmanı olmadığım için bilmiyorum, Sanskrit dilindeki ‘kul’ ya da ‘kula’ kelimesiyle ilişkisi olabilir mi? Hindistan’da bu, ‘aile’ ile yakın anlamlıdır: Örneğin ‘Gurukula’ terimi bir ‘guru’dan ‘Vedanta’yı öğrenen (onun evinde yatıp kalkarak) gençleri anlatır. Yunus Emre’nin ‘Tapduk’un tapusunda – Kul olduk kapusunda’ dizeleri bunu akla getiriyor.

    Osmanlı tarihinde, başından beri, ‘kul’luk kurumunun fazla gelişmemiş örneklerine rastlanır. Bir yönetici sınıf ya da ‘zümre’ olarak kullar, Mısır’daki Kölemenler gibi, Ortadoğu’da ve İslâm medeniyetleri çerçevesinde, Osmanlılar’dan gerilere giden bir geçmişe sahiptir.

    Osmanlı’da Yeniçeri kurumu I. Murad zamanında başlamakla birlikte ‘kul’ sistemi Fatih Mehmed’le olgunlaşmış ve imparatorluğun bir buçuk yüzyıllık yönetim sistemi haline gelmiştir. Bu sistemden gelen ve Enderun’dan yetişmiş son sadrazam Köprülü Mehmed Paşa’dır (Arnavut kökenli).

    Yunus Emre’nin andığım dizeleri simgesel değil olgusal bir ilişkiyi anlatıyor. Yunus, genç yaşında iken, bir şeyh olan Tapduk Emre’nin dergâhına intisab etmiştir. Bu yazıda bu ‘intisab’ kelimesi üstünde durmak istiyorum. ‘Tensib’, ‘münasib’, ‘mensub’ gibi kelimeler hep ‘nisbet’ten türüyor. Devellioğlu ‘intisab’ın Türkçesi olarak ‘kapılanma’yı vermiş. Bu ‘kapı’ kavramı da (‘kapıkulu’nda olduğu gibi) Osmanlı’da önemli. Başlangıçta ‘kapı’ hemen hemen bütünüyle ‘devlet’le sınırlıyken zaman içinde çoğalıyor, on yedinci yüzyılda sancak beylerinin, hattâ Celâli elebaşlarının da ‘kapı’ları ve dolayısıyla bu ‘kapı’ların da kulları oluyor.

    ‘Kul’, ‘köle’ değil. ‘Kul köle olmak’ gibi bir deyim de var ama aslında o deyim de bir özdeşlikten çok bir farklılığı vurgulamak için. Bu, öncelikle hukukî bir ayrım: köle satılabilir; kul satılmaz. Kul, bir kölenin hayal edemeyeceği yetkilere sahip olabilir. Osmanlı devlet sisteminde zaten Sadrazam’dan başlayarak neredeyse bütün devlet aygıtı kulların elindedir.

    Devlet yapılanmasını anlatarak başladım ama bu ilişki sadece bu düzeye özgü bir ilişki biçimi değil. Kentlerde gördüğümüz ‘lonca’ örgütlenmesinde de aynı temel yapıyı tesbit ediyoruz. Burada bir ‘çırak’ bir ‘usta’nın işyerine ‘intisab’ ediyor, zamanla ‘kalfa’ oluyor ve bütün ustalar, kalfalar v.b. belirli bir loncaya ‘intisab’ ederek onun ‘mensub’u olmuş durumdalar.

    ‘Lonca’dan muhtemelen çok daha yaygın olan ‘tarikat’ ilişkisi. Tabii Osmanlı öncesinde, Türkler’in Anadolu’ya yerleşmeleri sürecinde biçimlenen Ahilik kurumu lonca ile tarikatı birleştiriyordu; ama lonca ile, zenaatla ilgili olmayan tarikatlarda, tarikatların, şeyhlerin dergâhlarında da aynı ilişki biçimini görüyoruz.

    Bu ilişki biçiminin temelinde ‘sadakat’ yatıyor. ‘Kul’, ‘kapı’sına girdiği şeyhe, pire, otoriteyi kim temsil ediyorsa ona, mutlak bir sadakatla bağlı olmalı. Bir yere ‘intisab’ etmek her şeyden önce bunu içeriyor. Bu, devlet katında, efendinin (o katta ‘efendi’ tabii padişahtır) kulu ‘öldürme hakkı’na kadar uzanır. Padişah, reayadan herhangi birine kızıp adamlarına ‘Alın şunu, idam edin’ diyemez. İdam ettirebilmesi için kadının ‘caiz’ demesi gerekir. Ama bir hamalı kadıdan onay almaksızın idam edemeyen padişah kendi kulu olan sadrazamı kimseden sormayarak öldürtebilir. Tabii bu devlet katında, padişah ile kapıkulları arasında geçerlidir; tarikat şeyhinin tarikat mensubunu öldürtmesi sözkonusu değildir. Ama iş buraya varmamak koşuluyla bütün bu kurumlarda sadakat çok önemlidir. ‘Koyun olduk, ses anladık, sürüye saydılar bizi’ dizesi bu ruh halini iyi anlatır.

    Sadakat, çok zaman, kişisel bir ilişkiyi öngerektirir. Modern dünya, artan nüfus, büyüyen nicelikler, insanlar arası ilişkilerde olduğu gibi insanlar ve değerler arasındaki ilişkilerde de belirli bir soyutlaşma durumu üretiyor. Örneğin ‘bayrak’ çok eskiden beri bilinen ve kullanılan bir araç ama zamanla temsil ettiği şey değişti. Diyelim ‘Bourbon hanedanı’nın beyaz zemin üstünde üç sarı zambakla simgeleşen bir flaması vardı. Savaş meydanında bunu görenler ‘bizimkiler orada’ deyip oraya doğru giderdi. Ama bu aile flaması zaman içinde ‘Fransız bayrağı’na dönüştü ve şimdi bir aileyi değil, ‘Fransız milleti’ni temsil ediyor. Bu aynı zamanda sadakat duygusunun da ‘Bourbon hanedanı’na sadakattan ‘Fransız milleti’ne sadakata evrildiği anlamına geliyor.

    Böyle büyük birimler eskiden de vardı. Sözgelişi padişahın kendisine kul olan otuz bin Yeniçeri’si ya da on bin Sipahi’sini ‘şahsen’ tanımasına imkân yoktu. Ama daha küçük birimlerde bu kişisel tanışma imkânı olabiliyor, oluyordu. Tarikat şeyhi müritlerini teker teker tanıyordu. Lonca şeyhi lonca erkânını tanıyordu. Sancak beyi de, Celâli beyi de, maiyetlerindeki herkesi tanıyor, biliyordu. Buralarda sadakat somuttu: Tapduk’un kapısında kul olunuyordu. Birimler büyüyünce, aynı temel üstünde, sadakatı da bir simgeye yöneltmek gerekiyordu.

    Bu ‘kişisellik’ popülizm örneklerinin de belirleyici bir ögesidir. Popülizm modern bir olgu olduğu için çok zaman kişi kişiye ilişkilerin kolay, hatta mümkün olmadığı ortamlarda örgütlenmek gerekir; ama bu kişisel sadakat ve onun temelinde yatan ‘aile’ kurumunun ilişkileri, popülist örgütlenmenin de analojik modelidir. Hitler bütün SA’larını (‘Sturmabteilung’) ya da ordusunu ya da Alman milletini tek tek tanımıyordu ama bu milyonlarca birey, birbirleriyle, ‘Heil Hitler’ diyerek selâmlaşıyordu.

    Çünkü ‘tarikat şeyhi’ ya da ‘siyasî önder’, kitlesiyle arasında bir sadakat bağı oluştururken, o kitleyi meydana getiren kişileri de birbirine bağlar, onları ‘aynı yolun yolcusu’, dolayısıyla ‘yoldaş’ yapar.

    Geçenlerde Hsi-Ping üstüne bir haber okuyordum. Bir yerleri ziyaret etmiş, oturmuş insanlarla ‘sohbet’ etmiş v.b. Sonradan bu insanlara izlenimlerini sormuşlar. Onlar da ‘Biz onu bir aile büyüğü gibi görüyoruz’ anlamına gelecek cevaplar vermişler.

    19. yüzyıldan beri, ‘Sanayi Devrimi’, sanayileşme, modernleşme, tabii bölgesel farklılıklarla, dünyayı sarmış durumda. Hemen hemen herkes evrensel modernleşme sürecinin bir parçası. Ama sürecin bir parçası olmak ‘modern’ olmak anlamına gelmiyor. Herkes, kendi toplumunun ona verdiği ideolojik kalıplar içinde ne olacaksa oluyor, yaşadığı dünyayı o kalıplar içinde anlıyor ve anlamlandırıyor.

    Osmanlı toplumunda ‘avukatlık’ diye bir meslek yoktu. Batılılaşma başladıktan sonra ‘dava vekili’ falan diyerek böyle bir şey ortaya çıktı ve bir zaman sonra da ‘baro’ adı verilen meslek birlikleri kuruldu. Buraya ‘intisab’ edip ‘mensub’ olmak için bir şeyhten ‘olur’ almak gerekmiyor. Yasaların belirlediği ilişkiler bunlar.

    Ama böyle avukat, dişçi, mühendis v.b. olmayan toplum tabakalarından kişiler örgütlenme ihtiyacı duyduğunda ne yapacaklar? ‘Modern’ toplumda ‘intisab’ ilişkisi mafioso kılıklarda karşımıza çıkıyor. Bu ‘mafioso’ örgütlenmenin bazı ögeleri, popülist siyasî yapılarda da gözlemlenebiliyor. Bu konuya da, sonraki yazıda gireyim.

    Murat Belge
    ‘Birikim’ dergisi
    20 Mart 2018

  2. Alevi köyleri & Karadeniz çepnileri

    (Sevan Nişanyan, 20 Mart)

    Index Anatolicus sitesinin göze çarpmayan marifetlerinden biri de bu. Herhangi bir köy veya kasabanın herhangi bir özelliğine (mesela eski adına, etnik yapısına, aşiretine) tıklayıp, aynı özelliğe sahip olan tüm yerleşimleri dökebiliyorsunuz. Sonra tepedeki “Grafik harita göster”i tıklayıp aşağıdaki gibi bir döküm alabiliyorsunuz. Henüz verilerde çok eksik var. Ama tamamlandıkça, bayağı kullanışlı bir araştırma aygıtına dönüşecek sanırım.

    Haritada nüfusunun tümü veya büyük çoğunluğu “Alevi” olarak işaretlenen yerleşim birimlerinin dağılımını görüyoruz. Sitede hepsi 2625 taneymiş. Bir kısmını kullanıcılar işaretlemiş; bir kısmını ben internette bulabildiğim kaynaklardan derledim. Eksikler ve yanlışlar mutlaka vardır; mesela Erzincan epeyce eksik. Ama kabaca doğru bir fikir veriyor.

    Birkaç gözlem:

    (1) “Alevi Üçgeni”ndeki Alevi nüfus teorik olarak Zaza (Dersimli), Kürt (Kurmanci) ve Türkmen olmak üzere üçe ayrılıyor. Detaya girince görülüyor ki net ayrım neredeyse imkansız. Zazaların bir kısmı Kurmanci dilini benimsemiş; “Kürt”lerin bir kısmı kuşaklardan beri Türkçe konuşuyor; “Türkmen” olanları deştikçe altından hemen her zaman Kürtlük çıkıyor. Mesela 19. yy’da “Kürt” diye kayda geçmiş topluluklar bugün yemin billah “Türkmen” olduklarını ispatlama derdindeler. “Orta Asyadan geldiler, Şaman gelenekleri sürdürüyorlar” gibi söylemleri ciddiye almaya imkan yok.

    (2) Büyük çoğunluğu 16. yy’ın başındaki büyük Alevi katliamları esnasında kendilerini Fırat’ın batısına ve kuzeyine atıp canlarını kurtarmış Kürtler. Harita bunu çok net gösteriyor. İkinci bir göç dalgasında 18.-19. yy’larda Dersim’den çıkıp çevre illere, Sivas, Tokat, Amasya, Çorum’a yayılmışlar. Hemen görülüyor, Fırat’ın doğu ve güneyinde (Diyarbakır’daki birkaç köyü saymazsanız) Alevi nüfus yok gibi.

    (3) Kars-Ardahan’daki yoğunlaşma da manidar. Orada gördüğünüz şekil 1878’den sonraki Osmanlı-Rus sınırıdır. Rusya’ya iltica etmişler, Osmanlı sınırının hemen dışına iskân edilmişler. 1920’de gerisin geri anavatana katılmışlar.

    (4) Hatay ve Adana’nın güneyindekiler Nusayrı, yani Arap Alevisi. Başka bir olgu. Adana dağlarından sahil boyu Çanakkale’ye kadar uzanan yaydaki dağınık noktalar Tahtacı yerleşimleri. Özbeöz Türk Alevileri onlar.

    (5) Edirne ve Kırklareli’nde bir grup Rumeli muhaciri (çoğu galiba Arnavut) Bektaşi/Alevi yerleşimi görüyorsunuz.

    Harita (jpg)

    https://1.bp.blogspot.com/–kUSP5gYfng/WrAxXd5_G_I/AAAAAAAABaY/YXBUmNeLltMrxgECLVZtCWOp4iX-3LFhQCLcBGAs/s1600/AleviMap.JPG

    * * * * * * * * * *

    YORUMLAR:

    Adsız: Giresun’da Şebinkarahisar’ın bir bölümü ve biraz daha kuzeyde küçük bir nokta ve Trabzon’da deniz kıyısında bir nokta Alevi olarak görünüyor. Oralar nerelerdir? Haritaya bakar bulurum ama benim bildiğim Giresun’un büyük bir bölümü çok eskiden tamamen Alevi’ymiş. Çepni boylarının Alevi olduğu rivayet edilir ki Giresun ve diğer birkaç Doğu Karadeniz illerinin bir bölümünün Çepni boylarının torunları olduğunu biliyorum.

    SEVAN NİŞANYAN: Böyle bir çalışmada en büyük sıkıntı, kimliklerin belirsizliği/kayganlığı. Çepniler Alevi mi? Alevidir desen bin kişi bağıracak, değildir desen iki bin kişi. Kuşku olan yerde yerlinin beyanını esas almaya çalıştım. Karadeniz Çepnileri, ‘Alevi değiliz’ diyorlar genellikle.

    Adsız: Şebinkarahisar Alevi köylerinin 1 tanesi hariç gerisi şuan tamamen boş konumdadır. Sosyal, ekonomik sebepler ve toplumsal baskılardan dolayı göç yoğun olmuştur bu bölgede. Alevi köylerinin tamamı Çepni kökenlidir.

    Cem Yıldız: Trabzon ve Giresun’u bilmem ama Gümüşhane’nin güneyinde kalan Alevi köylerinin çoğunluğu Kürt köyü. Aleviler ayrıca çoğunlukla dağlık verimsiz yerlere yerleşmişler. Bunun en büyük istisnası Maraş’taki Alevilerdi.

    Abdurrahman Karyel: Nişanyanmap’in bu özelliğini bilmiyordum, güzel bir uygulamaymış. Ben kendi köyümün “manav” takısına bakınca güney ve doğu marmarada yoğunlaşmış şekilde bulunduğunu gördüm. Peki neden böyle bir dağılım var? Manavların hep kayılardan v.s önce bölgeye gelen ve göçerliği bırakarak, güney ve doğu marmarada yerleşik hayata geçen türkler olduğu söylenir veya yazılırdı. Katılıyormusunuz? Şu “manav” tabirinede el atsanız ve bizi aydınlatsanız Sevan bey ne iyi olur. İyi çalışmalar.

    SEVAN NİŞANYAN: Manavlar hakkında çok şey bilmiyorum. Müslümanlaşmış Anadolu yerlileri olmaları akla uygun. “Manav” nickli bir kullanıcımız bine yakın yerleşimi “Manav” olarak işaretlemiş, etnografik bilgi vermiş. Karşıt görüşleri almadıkça emin olamıyorum.

    Y. Pehlivan: Bursa bölgesi ile ilgili. Anekdot.
    Babaannem ‘manav’dı. Çocukluğumda anneme sorduğumda o yörede çok eski tarihlerde rumlardan dönmelere manav dendindiğini söylemişti. Kendi fikri olmadığını, yaygın olarak öyle kullandıklarını biliyorum. Doğu Marmara’da bu ‘manav’ kavramını örtülemek için çaba görülüyor. Etimolojik izah bulamadım.

    Y. Pehlivan: Doğu, G.Doğu Marmara yöresinde manav, çok eskiden ‘dönme rumlar’ olarak anlamı yaygın. Osman/Orhan döneminin alanı olduğu için ‘eski’nin anlamı buralara kadar götürülüyor olabilir. Herhangi bir küçümseme ifadesi olarak kullanıldığını duymadım. ‘Yerli’ tabiriyle birlikte kullanıldığını da izledim. Müslümanlak sözkonusuysa ilk Enevi dönemine kadar neden gitmesin!
    (Babaannem Bursa bölgesinde ‘manav’dı).

    Fırat Gökdemir: 1 – Hocam eldeki az veri ile çok büyük tespitler yapmışsınız, eksikler epey fazla. Hem haritanın batı tarafında hem doğu tarafında. Ancak elinizdeki veriler de gayet değerli ve muteber.

    2 – 16.yy’da alevi katliamının boyutları konusunda ciddi bir araştırma göremedim. Bu hep iddia ediliyor belli kaynaklara atıf yapılıyor. (İdris-i Bitlisi gibi) ama Tahrir defterleri üzerine yapılan bir araştırma göremedim. Nihayetinde o dönem devlet aklı bir şeyleri saklamaya çalışmayan bir yapı. Örnek olarak Hangi aşiretler nereye göçtü? Kayıpları ne kadardı? İyi-kötü Tahrir defterlerinden yola çıkarak en azından belli aşiretler üzerinden bir sayı telaffuz edebilmek pekala mümkün ama bildiğim kadarıyla yok.

    3 – Bu görüşünüze dair bir araştırma var mı? Nasıl ve neden Rusya’ya iltica etmişler (‘Kars Oblast’ına)? Sonra anavatana katılınca niye tekrar iltica etmemişler?

    4 – Tahtacılar ile alakalı Suha Arın’ın – Tahtacı Fatma belgeselini hazır burada diğer okuyuculara da tavsiye edeyim.
    https://www.youtube.com/watch?v=D62eCwcSIIU

    5 – Çoğu galiba Arnavut demişsiniz ama bu sanıyorum “Balkanlarda Alevi/Bektaşi nüfus varsa yüksek ihtimal Arnavuttur” yargınıza dayanıyor.

    SEVAN NİŞANYAN: 2- Katliama ilişkin verileri Tahrirlerden çıkaramazsınız. Asli kaynaklar nedir bilmiyorum. Ebussuud Efendi fetvalarını biliyorum, her zaman ve her koşulda Kızılbaşların katlinin vacip olduğuna dair.

    Haritanın kendisi çok manidar. Fırat-Murat-Peri Suyunu izleyen keskin bir sınır var. Orijinal Alevi yerleşimi bu hattın sol ve üstüne yığılmış. Varto-Hınıs ve Amasya-Çorum ikincil göç ürünüdür. Bunu bilince harita daha da netleşiyor.

    3- Aynı şekilde, harita çok net bir öykü anlatıyor. Kars’taki Alevi yığılması 1878-1918 sınırının hemen dış yanı, Erzurum Şenkaya, Kars Selim ve Kağızman. O sınırın beri yanında tek bir Alevi yerleşimi yok. Detaylı tarihi biri yazsa da öğrensek.

    5- Arnavutlar konusunda yanılmışım. Bir iki örnekte kullanıcı notlarından genellemişim. Kırcaali ve Dobruca Alevilerini bilmiyordum öğrendim.

    Cem Yıldız: Kırcaali daha doğrusu Bulgaristan Alevilerinin sanırsam büyük çoğunluğu İç Anadolu kökenli.

    Taner Ulupinar: Sevan bey, bizim memleketimiz Çemişgezek (Tunceli) hakkında bir kaç bilgi paylaşabilir misiniz? Veya hangi kaynaklardan faydalanabilirim? Köylerin eski adlarının çoğu Ermenice, nüfusu bugün kendisini Sünni Türk olarak sayıyor, eskiden beri Kürtçe konuşulmaz galiba. Garip bir durum. Eskilerin ağızından bu hususta makul şeyler çıkmıyor. Aydınlatmanız mümkün mü?

    SEVAN NİŞANYAN: Tastamam bu konuyu merak ettiğim için 2000 yılında kalkıp Çemişgezek’e gittim. Kasaba girişinde gözaltına aldılar, beş altı saat tutup sınırdışı ettiler. Öğrenemedim.

    Adsız: Slm sevan bey ben Gümüshaneliyim bizim ordaki aleviler icin bir calismaniz varmi. alevi köylerinin cogu kürt ama türk alevileride var özellikle kürt alevileri sadili asiretine mahsus lar, türk alevileri ise zogari olarak tabir ediliyor zogari hakinda bir bilginiz varsa sevinirim, tesekkürler

  3. 'Tahtacı Fatma', Anadolu oligarşisine karşı

    Süha Arın’ın efsane belgeseli ‘Tahtacı Fatma’nın 12 yaşındaki unutulmaz karakteri Fatma Şimşek’le 34 yıl sonra Tahtacıları, Toroslar’ı, yoksulluğu ve umudu konuştuk…

    Unutulmaz belgesellere imza atan, 2004 yılında yitirdiğimiz usta yönetmen Süha Arın’ın 1979 yılında çektiği Tahtacı Fatma belgeseliyle zorlu yaşam öyküsünü tüm dünyaya duyurduğu 12 yaşındaki Fatma Şimşek (Yıldız), 34 yıl aradan sonra ilk kez konuştu. Süha Arın’ın, Toroslar’da keşfederek yaşamını belgesel yapmaya karar verdiği Tahtacı Fatma, bugün iki çocuk sahibi oldun bir kadın. Antalya’nın Kumluca ilçesine bağlı Çalka (Hızırkahya) köyünde eşi ve çocuklarıyla birlikte yaşayan Fatma Yıldız, uzun süredir felçli olan annesinin bakımını da üstlenmiş. “Dağlarda geçirdiğim günleri, yediğim ekmeği içtiğim suyu özlüyorum” diyen Tahtacı Fatma, “o yıllarda daha özgürdüm” diye de ekliyor…

    İşte Türkiye’yi çarpan öyküsünün ardından zaman içinde unutulan ama yaşamı hep merak edilen Tahtacı Fatma’nın düşleriyle, yaşamın gerçekliği arasında salınan bir ömrün satır araları…

    SÜHA ARIN: ‘FATMA’YI GÖRDÜM, TAHTACILARI FİLM YAPACAĞIM’ DEDİM

    Usta yönetmen Süha Arın (1942-2004), 1977 yılında TRT için Yörükler’in yaşamını ele alan kurmaca bir film çekmek için Toroslar’da bir geziye çıkar. Arın ve ekibi, Orhan Asena’nın öyküsünü yazdığı ‘Yörük Elif’ adını taşıyan film için mekân seçmek için Antalya’nın Elmalı ilçesi köylerinde dolaşırken Tahtacılarla karşılaşır. Arın, 1999 yılında öğrencileriyle yaptığı bir söyleşide bu karşılaşma anını şöyle anlatıyor: “ailecek, büyük tehlike altında çoluk çocuk kadın erkek hepsi bir arada çalışıyorlar. Çok iyi eğitilmiş gibi görünüyorlar. Çok açık fikirliler. Sorulara çok net, açık yanıtlar veriyorlar. Dünya görüşleri benim tahmin ettiğimden çok çok ileride, çok farklı bir düzeyde. Beni çok etkiledi bunlar. Fatma’yı o zaman gördüm. 12 yaşında bir kız çocuğu ve hayalleri var. Ama ailesiyle birlikte dağa çıkıp ağaç kesme zorunluluğunu duyuyor, onlara yardımcı oluyor. Dedim ki, ‘ilk fırsatta Tahtacılarla ilgili bir film yapacağım.”

    TAHTACI FATMA’YI BORÇLA ÇEKTİ

    Arın ve ekibi bu kararın ardından Tahtacıların zorlu yaşamını belgesel olarak çekmek için kolları sıvar ancak o yılların koşullarında böyle bir belgeseli finanse etmek bir hayli zordur. Arın, bu zorlukla baş başa kaldığının farkındadır ve bunun için yaptığı diğer filmlerden az çok kazandığı parayla bu filmi kendi olanaklarıyla çekmeye karar verir. Borçlanarak çektiği filmin borçlarını yaklaşık 2 yılda ödediğini anlatan usta yönetmen, yıllar sonra o günleri anlatırken “benim için bayağı masraflı oldu ama bence değdi” diyecekti.

    YOK SAYILAN ‘AĞAÇ ERLERİ’NİN ÖYKÜSÜ

    Tahtacı Fatma belgeseli, 1979 yılında katıldığı Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ‘Altın Portakal’ ödülünü alır. Ardından Balkan Film Festivali’nde birincilik, Şam Film Festivali’nde ise Gümüş Kılıç’ ödülüne layık görülür. Kısa ama etkileyici belgesel bir süre sonra TRT arşivinin tozlu raflarına kaldırılırken Başta Süha Arın’ın öğrencileri olmak üzere birçok genç sinemacı ve belgeselcinin ilgisini çekmeyi sürdürür. Ancak 1970’li yılların Türkiye’sinde emekleri ve alın terleriyle milli ekonomiye çok önemli bir katma değer sağlamalarına rağmen, sosyal güvenceden yoksun, zorlu doğa koşullarında orman işçiliği yapan ve yüzlerce yıldır “ağaç erleri” olarak anılan Tahtacı toplumunun yaşamına ayna tutarak yaşanan sıkıntıları işaret eden belgeselin ardından 34 yıl geçmesine değişen çok fazla bir şeyin olmaması insanı bir kez daha çarpıyor.

    ‘TAHTACI FATMA ŞİMDİ NE YAPIYOR ACABA?’

    Süha Arın, Tahtacı Fatma’yı çektikten 30 yıl sonra (1999), o yıllarda bir çocuk olan Fatma’nın bugün ne yaptığını çok merak ettiğini dile getirerek,“şimdi belki de evlenip çoluk çocuğa karışmıştır. En büyük ideallerimden biri Tahtacı Fatma 2’yi yapmaktır. Çünkü bunun bir devamı olsa gerek. Oradaki insanların şimdi ne yaptığını herkes merak ediyor. Ben de çok merak ediyorum. Özellikle Tahtacı Fatma ne yapıyor. Yaşam biçimlerini sürdürüyorlar mı? Yoksa hiç bir şey değişmedi mi? Her şey benim bıraktığım gibi mi? sosyal güvencelerinin olmadığını biliyorduk. Orada bir ilk yardım çantasının bile bulunmadığını biliyorduk. Acaba koşullar değişti mi değişmedi mi? Açıkçası bunları çok merak ediyorum ve de olanak bulursam oraya gidip bir film yapmak istiyorum bunlarla ilgili olarak” demişti.

    TAHTACI FATMA’NIN EVİNDEYİZ…

    Arın’ın da aklını kurcalayan soruların yanıtını bulmak için Tahtacı Fatma ile buluşuyoruz. Kumluca’nın Çalka köyünde eşi Zait Bey karşılıyor beni. Çalka, eski adı Hızırkahya olan bir köy. Köyün büyük çoğunluğu Alevi ailelerden oluşuyormuş. Zait Bey’le iki katlı evin avlusuna girdiğimizde Tahtacı Fatma karşılıyor bizi. Elindeki süpürgeyi yere çalarak “hoş geldiniz” diyor, yıllar öncesinden belgeselden kulağımda kalan sesiyle. Evde beni bir de sürpriz bekliyor. Odadan içeriye girdiğimde adeta 12 yaşındaki Fatma’nın ikizi gibi duran 14 yaşındaki kızı Sedef koltukta oturmuş televizyon izliyor.

    ZAMAN GÖZLERİNDEKİ IŞILTIYI SİLEMEMİŞ

    Yılların ağır yükünü taşıyan yorgunluğu yüzünden okunuyor Tahtacı Fatma’nın ancak aradan geçen zaman gözlerindeki ışıltıyı hiç eksiltememiş. Acıyla ve mücadeleyle geçen yaşamların, yürekte yanan insanlık ateşini hiç söndürmeden yaşama direnebilmelerinin arkasında yatan görünmez güç gözlerden yansıyan bu ışık sanırım…

    ‘FİLM ÇEKECEĞİZ DEDİLER, NASIL YAŞIYORSAK ÖYLE GÖRÜNDÜK’

    Teybimizi açıp 1979 yılına gidiyor ve Tahtacı Fatma ile koyu bir sohbete dalıyoruz…

    -Süha Arın sizinle karşılaşınca Tahtacıların yaşamını belgesel yapmaya karar vermişti. O günlerden neler hatırlıyorsunuz? Belgesel çekimleri sırasında neler yaşadınız?

    -Süha Bey bize rastlantı üzerine gelmiş. Biz böyle çalışıyorduk. Ben 12 yaşındaydım. Beni küçük halimle çalışırken, boyumdan büyük işleri yaparken görünce bunların dikkatini çekmiş. Geldiler, “film çekeceğiz” filan dediler. Tanıştık. Ben küçük çocuktum, büyüklerimizle konuştular. Ne yapabilirdim ki? Ne söylerlerse onu yapardım. Sonunda film çekmeye karar verdiler. Bize eğitim vermediler. Nasıl yaşıyorsak öyle, olduğumuz gibi göründük. Bizi öyle kabul ettiler, çok da hoşlarına gitti. İki buçuk ay kadar bir çalışmamız oldu. Suluçukur ve Dokuzgöller arasında iki Tahtacı obasında çekildi film. Biz Suluçukur obasındaydık.

    -Belgeseldeki insanlara ne oldu, içlerinde yaşayanlar var mı? Mesela yaşlı bir teyze vardı, “hastayım ben guzum” diyordu hani…

    -O nenemdi, öldü.

    -Sizin nineniz mi?

    -Babamın akrabasıydı ama yaşlı olduğu için biz ona nine diyorduk. İsmi Elif Şen’di.

    -Bir de “35 yaşındayım ama başım kel kaldı, dişlerim döküldü” diyen bir adam vardı…

    -O’na ‘Gabaş Ahmet’ diyorduk ama soyadını hatırlayamadım şimdi. Hatırladım şimdi… Kara, Ahmet Kara… O da öldü…

    -Belgeselde yer alan bugün hayatta olan kimler kaldı sizin bildiğiniz?

    -Bildiğim kadarıyla kardeşimle ben kaldım…

    -Ağabeyiniz yani…

    -Evet. Hurşit Ağabeyim. O şimdi Antalya’da kendi işinde çalışıyor. Temizlik şirketi kurdu.

    -20 yaşında olduğunu ve lisede okuduğunu söyleyen, büyüyünce doktor olmak isteyen bir genç kız vardı Ona ne oldu?

    -‘Erkek Melahat’ derdik biz ona. (Gülüyor…) Lakabı öyleydi yani. Melahat Civaroğlu…

    -Doktor olabildi mi peki?

    -Hayır. Okuyamadı. O da evlendi sonra.

    -Belgeselde saz çalıp ağıtlar, türküler söyleyen Aşık Mehmet Civaroğlu da öldü mü?

    -Evet. O da öldü.

    -Kaç yılında evlendiniz peki?

    -1990 yılında evlendim.

    ‘ŞEHİR ŞİMDİ BİR HİÇ BENİM İÇİN’

    -Bu döneme kadar yaşamınız nasıl geçti? İlkokulu bitirdikten sonra eğitime devam etmediniz sanırım…

    -Hayır devam etmedim. Hep Tahtacılık yaparak devam etti hayatım. Sonra eşimle tanıştık ve evlendik. Evlendikten sonra Tahtacılık yapmadım artık. Babam 1994 yılında öldü. Kardeşimin yanında kalıyordu, Antalya’da. Orada öldü. Sonra götürüp köye (Akçaeniş) gömdük. Yani ondan sonra Tahtacılık bitti bizim için.

    -Belgeselde okumayı, öğretmen ya da doktor olmayı istediğinizi söylüyordunuz…

    -Okumayı çok istiyordum ama babamın gücü olmadığından okuyamadım. Fakirdik, yoksulluk içindeydik…

    -Belgeselde konuşan Fatma çok zeki bir kız çocuğu aslında. Öylesine içten ve doğal ifade ediyordu ki yaşadıklarını. Örneğin şehirde yaşamaya bir özlem vardı küçük Fatma’da. O günkü duygularınızla bugün yaşadıklarınız arasında neler değişti? Şimdi yaşadığınız yer de şehre yakın, küçük bir şehir sayılır. Dağlardaki yaşamı özlüyor musunuz?

    -Oradaki yaşamım daha özgürdü. Zordu ama özgür bir hayattı. Nane, kekik kokusu dolu, mis gibi doğada yaşıyorduk. O an içinde olduğumuz için değerini bilmiyorduk. Sorumluluğumuz da çok büyüktü. Ağır işler yapıyorduk. O zaman şehri gözünde büyütüyorsun. Şehre özlem duyuyorsun. Oraya gidince her şey daha iyi olacakmış gibi geliyor. Şehir şimdi bir hiç benim için. Şehri sevmiyorum.

    -Bugünden 12 yaşındaki dağda yaşayan Tahtacı Fatma’ya bakınca o döneme ait en çok neyi özlüyorsunuz?

    -Ay o yılları çok özlüyorum gerçekten. Mantar toplamaya giderdik. Kır çiçekleri toplardık. Top oynardık, saklambaç oynardık. Ağaçların arkasına saklanırdık. İp atlardık, salıncak kurardık. O günlerimi çok özlüyorum. 1981 yılında bir kış boyunca ailemle Kaş’ta hem ağaç diktik hem de orman işinde çalıştık. Şöyle yamaçta bir yerdeydi, deniz görünüyordu uzaktan. Babam nereye götürürse oraya gidiyorduk. Bir kış kaldık. Bahar olunca köye geldik. O yıllar çok güzeldi ama yüküm de çok ağırdı. Annem benim çocukluğumdan beri hasta. Babamın maddi durumu da iyi değildi. Küçük yaşlardan beri hep kardeşimle ikimiz çalıştık. Bu yüzden çocukluğumu doya doya yaşayamadım.

    -Doya doya yaşayamadığınız çocukluğunuzu, sıkıntılı da olsa yine de güzel hatırlıyorsunuz. Bunun nedeni, çocukluğunuzun doğayla iç içe geçmiş olması olabilir mi? Yani başka bir ortamda olsa bunca zorluğa direnebilmeniz zor olur muydu?

    -Şimdilerde hep söylüyorum, o yıllarıma geri dönebileceğimi bilsem şu an her şeyimi feda ederdim. Çocukluğumdaki gibi güzel günüm olmadı. Mesela o zamanlar aklına bir yere gitmek geliyorsa, kalkar gidersin. Özgürsün yani. Git şöyle ormanı, dağları gez, bir rahatlarsın. Açılır, ferahlarsın. Ama burada öyle değil. Burada eşinden izin almayınca gidemiyorsun. Orada kendi başına hürsün, özgürsün. İstediğin yere gidebiliyorsun. Ama burada gidemiyorsun. Burada dağdaki kadar özgür hissetmiyorum kendimi. Sürekli evdeyim şu anda. Anneme bakıyorum işte…

    ‘O FİLM ÇEKİLEN YERLERİ ÇOK ÖZLEDİM AMA GİDEMİYORUM’

    -Köye gidiyor musunuz arada. Dokuz Göllere hiç gittiniz mi mesela?

    -Köye gidiyorum ama sık değil. Dokuz Göller’e hiç gitmedim. O film çekilen yerleri çok özledim. Gidip gezmek istiyorum ama gidemedik, öyle kaldı. Çok gitmek istesem de maddi durumum da el vermiyor. Ben çalışmıyorum şimdi. Sadece eşim çalışıyor. O da asgari ücretle…

    -Belgeselde en çok kuru fasulye, pilav, lokanta yemekleri sevdiğinizi söylüyorsunuz. Şimdi çocukluğunuzdaki yemekleri özlüyor musunuz?

    -Yufka yapardık o zaman. O zamanlar yeni öğreniyordum. Ormandan ot toplayıp yerdik. Dağ nanesi, devetabanı, gelincik, kuş tırnağı otları topluyorduk. Onları özlüyorum.

    -Çadır hayatı mı iyiydi, yoksa şimdiki ev hayatı mı?

    -Çadır iyiydi bence…

    -Neden iyiydi?

    -Çünkü dünyaya doğduğunda; mal, mülk ve para içinde gelmiyorsun. Yokluk içinden mücadele ederek geliyorsun bu duruma. Bu duruma gelene kadar her şeyini kazanıyorsun ama sonunda sen tükeniyorsun. Şimdi benim her yerim ağrıyor. Bedeli çok ağır oluyor yani. Yaşamda bir şeyleri kazanmak için sağlığını feda etmek önemli değil. Çulla çaputla yaşa ama sağlığın yerinde olsun. En önemlisi bu benim için. Şimdi benim her şeyim olup da sağlığım yerinde olmayınca ben ne edeyim o parayı. Kazandığını sağlığın için, hastane, doktor, ilaç parasıyla gene kaybediyorsun. Yediğinin tadı olmuyor. Zevki yok. O dağlardan içtiğim suları arıyorum şimdi. Hem de nasıl arıyorum. Şimdi dolapta soğutup içiyorum, hiç… O zaman eline bir ekmek al ye, bir su iç oyna gez, süperdi… O yılları özlüyorum.

    ‘ARADA DÜĞÜNLERDE SEMAH DÖNÜYORUM’

    -Dağlarda, çadırlarda geçen o özgür hayattan sonra yerleşik düzene geçmek zor oldu mu?

    -İnsan her şeyi yaşaya yaşaya öğreniyor. O zaman şehirdekiler rahat yaşıyorlar gibi geliyor. İyi giyiniyorlar, geziyorlar, rahatlar diye düşünüyorsun. Ama yaşaya yaşaya öğreniyorsun. Ben flört ederek evlenmedim. Tanımadığın bir çevreye geliyorsun. Orada çok zorlandım. Buranın kuralı başkaydı, benim yaşadığım yerin başka…

    -Semah döner miydiniz eskiden?

    -Dönerdim…

    -En son ne zaman Semah döndünüz?

    -En son filmin son sahnesinde gösteriliyor, orada döndüm… Evlenmeden önce düğünlerde filan da dönerdik. Burada da düğünlerde arada döndüğümüz oluyor.

    ‘SÜHA ARIN ÇOK İYİ BİR İNSANDI’

    -Süha Arın’la daha sonra bir daha görüşemediniz değil mi? Babanız Ali Şimşek’le bir süre mektuplaşmışlar ama sonraları bu iletişim de kopmuş sanrım…

    -Hayır, görüşmedik.

    -Süha Arın, 1999 yılında bir söyleşisinde, bugün ne yaptığınızı çok merak ettiğini, Tahtacı Fatma’nın devamını yapmak istediğini söylemişti. Süha Arın size göre nasıl bir insandı?

    -Çok iyi bir insandı. Film ekibinin hepsinin de davranışı mükemmeldi. Çekimler sırasında beni çok severlerdi. Hepsi de çok iyi davranıyordu. Hiç zorlanmadım.

    -Tahtacıların yaşadığı sıkıntıları aktaran bu önemli belgeselin ardından, devlet yetkililerinden ya da herhangi bir kurumdan sıkıntıların çözümüne yönelik sizi arayıp soran oldu mu?

    -Hayır, asla… Hiç kimse gelmedi. Geçen yıl bir hanım geldi, film yapmak istediklerini söyledi ama başka bir gelen olmadı. Bir de İzmir’den birileri geldi, konuştuk. O kadar…

    -Tahtacı Fatma’nın üstünden 34 yıl geçti. Aradan geçen zaman içinde, Tahtacıların yaşamında, Türkiye’de ne değişti size göre.

    -Ben 24 yaşında evlendim. Evlendikten sonra seralarda, halde çalıştım. Geçmişte elma topluyordum, sonra portakal toplamaya başladım. Yani benim açımdan değişen bir şey olmadı. Yani hayat böyle devam ediyor. Hayatımda önceki durumlarımdan fazla bir farklılık yok. İki üç yıl öncesine kadar eşimle birlikte kendimiz sera yaptık. Sonra eşim kereste atölyesinde çalışmaya başladı. Ben de gündelikçi olarak başkalarının seralarında çalışmaya başladım. Üç yıl önce kızım rahatsızlandı. Her doktora götürdük, bilemedik. Sonra beyin tümörü olduğu anlaşıldı, ameliyat oldu. Şimdilerde durumu iyiye gidiyor. Düzenli kontrollerini yaptırıyoruz. Oğlum da üniversiteyi bitirdi, askere gidecek.Türkiye şu anda ne iyi ne kötü. Berbat durumda. Kadın cinayetleri çoğaldı. Haberlerde izliyoruz her gün…

    ZAİT YILDIZ: ‘BİZİM EVDE DEMOKRASİ VAR’

    Tahtacı Fatma ile sohbetimizi bitirince 14 yaşındaki kızı Sedef Yıldız bize kahve ikram ediyor. Eşi Zait Bey’e de teybi uzatıp “Tahtacı Fatma’nın eşi olmak zor mu?” diye soruyorum. “Görücü usulü evlendik ama birbirimizi beğendik. O’nu fazla sıkmadım, baskı yapmadım. Evimizde demokrasi var bizim. Birbirimize saygımızı yitirmedik” diyor.

    SEDEF YILDIZ: ‘ANNEMİN YAŞADIKLARINI ÇOK MERAK EDİYORUM’

    Sedef ise “annemin küçüklüğünde yaşadıklarını çok merak ediyorum. Arkadaşlarıyla dağlarda ne güzel oyunlar oynuyorlarmış. Benim hiç arkadaşım yok. Annem anlattıkça ben de gitmek istiyorum” diyor, gözleri dolarak. Başta dediğim gibi Sedef, Tahtacı Fatma’nın ikizi gibi. Yüzlerce yıldır süregelen doğa ve insan birlikteliğini önceleyen kültürleri, gelenekleri ve yaşama biçimleriyle Türkiye’nin en önemli renklerinden biri olan Tahtacı topluluklarının sorunları bir yandan görmezden gelinmeye devam ederken diğer yandan da bu köklü kültürü var eden doğa alanlarının hızlı tahribi bu sorunları daha da katmerlendiriyor. Biz de Süha Arın Usta’nın temennisi ile bitirip, Tahtacı Fatma ile yaptığımız bu söyleşimizi, Küçük Sedef’in düşlerinin gerçekleşmesi dileğiyle Türkiye’nin tüm orman emekçilerine ve onların cefakâr çocuklarına adıyoruz…

    BELGESELDEN: ‘DEVLET BİZİ NE ETSİN, BİZ ÖLESİYE ORMANDA YAŞARIZ…’

    Benim adım Fatma Şimşek. İlkokulu bitirdim. 12 yaşındayım. Babam tahtacılık yapıyor. Annem hasta olduğu için ormana gelmiyor. Genellikle köyde kalıyor, annem yokken burda işleri ben yapıyorum. Ağacın çok işleri var adamı yoracak. Ağacı yıkıyon, metreylen ölçüp kesiyon, kabuğunu soyuyon, odunları topluyon, odunları çekiyon, tomruğunu çekiyon, teslim ediyon bir sürü işi var.

    Patates yaparım, fasulye, makarna, pilav. En çok sevdiğim yemek, et, fasulye, piyaz bunlar. Lokantadaki yemeklerin hepsini severim.

    Gördüğüm en güzel rüya, annem, babam, ben bir yolda gidiyorduk. Arkamızdan küçük boylu bir dede geldi. Bir ağacın dibine durduk. Ağaç üstümüze eğilip eğilip kalkmaya başladı. O dede “yanıma kaçın” dedi, “ağaç üstünüze göçer” dedi. Ordan geçtik, eve vardık, uyanıverdim.

    İlkokulu bitirdikten sonra ortaokula girmek istiyorum, ne babam vermez. Annem hasta en büyük ablam da yok, evin işine kim bakacak?

    Ben böyle göç etmeyi sevmiyorum. Hemen rezil oluyor, her yerden her yere göç. Bir yerde durdun mu durmalısın. Bir yerde durdun mu bir gelirin olmalı, yeyip yeyip yatmalısın. Ben devamlı bir yerde kalmak istiyorum bir evim olmasını istiyorum.

    Ben hayatımda hasta olduğumda ağlarım, abim döver ağlarım, annem azarlar ağlarım. Babam hiçbir şey yapmaz, babam beni çok sever.

    Okusam öğretmen olmak isterdim. Öğretmen olmak iyi, maaş aylık alıyorsun. Doktor da olsam olurdu. En istediğim şehirde yaşamak. Orda aylıklı bir memur olucan şehirde yaşayacaksın. Şehirde rahat ediliyor dağdaki gibi irezil olunmuyor, hem de aylık alıyorsun, memur oluyon para kazanıyon.

    Biz aylıklı değiliz ki biz ormanda çalışıyoruz. Onlar şehirde. Devlet bizi ne etsin? Biz ölesiye orman yaşarız.”

    Yusuf Yavuz, odatv, 24 Nisan 2013

  4. Yorum özelliğinin kötüye kullanıldığını düşünüyorum. Bütün ve bağlamsız bir makaleyi kopyalayıp yapıştırmak bu mecranın yanlış kullanımı.

  5. Bu yanlış bir bakış açısı. En azından tam aksi düşünenler de olabilir.

    Bu makaleleri ilk defa burada paylaşıldığı için görüp okuyabilen ve beğenenler mesela.

    Kendi adıma konuşacak olursam, burada okuduğum Murat Belge’nin yazısı ilginçmiş.

  6. Murat Belge ve yazısından bahsetmişken, bu da Sn. Zileli’nin bu konudaki görüşünün ne kadar doğru olduğunu gösteriyor bence.

    Son yazılarında değindiği olayı kastediyorum.

  7. Tutarsız bi kanal ya ver yada yaz ayında verse daha iyi olur yoksa nasıl geçer yaz ayları yani 3 ayyyyyyyyy

  8. Çok Güzel Bir Makale olmuş Teşekkürlercialis

  9. 'Anadolu oligarşisi' nedir? (2) - Murat Belge

    Önceki (yukarıda) yazımda Osmanlı’dan miras kalmış kültürün, modern çağda ‘popülizm’ dediğimiz ideoloji ve örgütlenmeye nasıl yardımcı olduğunu tartışıyordum.

    ‘İntisab’ kelimesi ve kavramı üstünde durmuştum. Bir yere ‘mensub’ olmanın bu biçiminde o yerin ‘efendisi’ sayılan kişiye (bu ‘şeyh’ ya da ‘usta’ ya da herhangi bir ‘bey’ olabilir) kişisel sadakat birinci derecede belirleyicidir. Bir ‘bey’in ‘kapı’sına intisab etmeyi İnşaat Mühendisleri Odası’na ya da Fenerbahçe Kulubü’ne ya da Serinofiller Derneği’ne üye olmaktan ayıran başlıca ölçüt budur.

    Şimdi bu konuya bir de ‘modernleşme’ sürecinin özellikleri içinden bakalım. Modern (kapitalist) toplum, yukarıda sözünü ettiğim ilişki biçimlerinden ‘anonim’ olanını tercih ve teşvik ediyor. Modern insan, bazı örgütlere (‘baro’, ‘oda’ v.b.) yasa gereği üye olmak zorunda; bazı örgütlenmelere ise gönüllü olarak katılıyor; Beşiktaşlı, serinofil, ‘rotarici’ oluyor.

    Ancak, toplumda, bu toplum ne kadar ‘modern’ olursa olsun, ‘modernleşmemiş’ birçok insan yaşıyor. Hele tam kapitalistleşmemiş, periferide kalan toplumlarda, bu nüfus iyice artıyor. Nüfus hareketli, hemen hemen her zaman kırsal bölgelerden kentlere doğru bir akış var. Bu, aynı zamanda, bilinenden bilinmeyene doğru bir akış demek. ‘Bilinmeyen’ her zaman korkutur. Onun için böyle bir toplumda çok kişi (kapitalizmin soğuk mantığını anlamamış, sindirememiş olanlar) kendilerini güvenebilecekleri bir dayanışma ortamında görme ihtiyacı duyarlar. Bu, onlar için, ‘Serinofiller Lokali’ değildir. ‘Modern’ bir topluluk da değildir; çünkü asıl korkutucu olan ‘modern’ ilişkilerdir. En eski, en temel birim, ‘aile’, yardıma yetişir. Kapitalist toplumun soğuk, kişisellikten sıyrılmaya yönelik hiyerarşilerine karşı ‘aile’nin sıcak ilişkilerine sığınılır.

    Türkiye’de insanların birbirlerine ‘abi, abla, amca, teyze’ diye hitap etmelerinin temelinde bu yatar. İnsanlar sınıflaşmanın getirdiği hiyerarşiyi böyle ‘abi, abla’ diyerek aile hiyerarşisine dönüştürdükleri zaman daha rahat yaşarlar.

    Bu, Türkiye’de sınıfsal hiyerarşi bulunmadığı anlamına gelmez. Böyle bir hiyerarşi vardır ve çok kuvvetli bir şekilde vardır. Ama yaşantı düzeyinde kendine özgü bir biçimde, o biçime özgü kelime ve kavramlarla vardır. Böylece o gerçek (ve kaskatı) ilişkiyi kamufle eder; bir tampon işlevi görür.

    Küçük sermayelerin egemen olduğu sektörlerde bu ilişkiler özellikle geçerli olduğu için, sosyalistlerin oralara (‘sanayi’lere) girip işçileri örgütleme çabaları hep hüsranla sonuçlanmıştır. Emekçi, patronuyla yaşadığı ataerkil ilişkinin bozulmasını istemez.

    ‘Mafia’ kelimesinin Sicilya’dan geldiğini biliriz. Oranın tarihinde bu kelime özellikle ‘kötü’ bir şey anlatmıyordu. Sömüren toprak ağalarına karşı bir direniş örgütüydü. Ama bunu yaparak ‘suç işleyen silâhlı örgüt’ anlamını edindi ‘Mafia’. Kavram, asıl, Amerika’da önem ve nam kazandı. Çıkışı, bilindiği gibi, Amerika’nın içki yasağıdır. Sicilya’dan, İtalya’dan yollara düşüp ABD’ye gelmiş köylünün böyle bir yasağa akıl erdirmesine, hak vermesine imkân yoktu. Dolayısıyla, içki dağıtan ve satan ‘Mafia’ üyesi kendisini bir ‘haydut’ olarak değil, insanların haklı taleplerini karşılamaya çalışan bir ‘iyiliksever’ olarak görüyordu. Yaşadığı yerde bunun suç sayıldığını elbette biliyor ve ‘yakalanmamak’ için her türlü tedbiri alıyordu. Ama bu durum onda ‘vicdan azabı’ yaratacak bir şey değildi; bundan ötürü kendini suçlu saymıyordu.

    Hapisteyken tanık olduğum bir sahneyi hatırlıyorum. 12 Mart 1971 muhtırasından sonraki safhalarda, kaçakçılar (silâh ya da uyuşturucu satanlar) yakalanıyordu.

    Bunlardan biri (diyelim X), bizim devrimci arkadaşlardan biriyle (o da Y olsun), eskiden tanışıyordu. Y zaten gençlik yılarında ‘lumpen’ olduğunu, sosyalizmle tanışınca kendini topladığını anlatırdı. Y, X’i bu ‘kirli’ işlerden kurtarıp onu da ‘devrimci’ saflara çekmek istiyordu. Ama X’in yaptığı işin kötü bir iş olduğunu yine ona anlatmakta güçlük çekiyordu. Esrar kaçakçısı X, ‘Yahu, Allah’ın otu bu.’ diyordu. ‘Bunun seveni de var. Onsuz edemiyor. Ben bunu dağda toplayıp, o adama veriyorum. Bunun neresinde kötülük var?’

    Y, bu mantığı kırmak için kendini de işin içine katıyordu. ‘Yahu, X, biz hepimiz bu boktan işleri yaptık. Ben de oralardan geliyorum, ama şimdi anladım ki bunlar aşağılık işler…’ Öbürü kesiyordu: ‘Kardeşim sen ‘aşağılık’ olabilirsin. Ben ‘aşağılık’ bir iş yapmıyorum. Vatandaşın ihtiyacını karşılıyorum. Ticaret Odası’ndaki herifler gibi mi para kazanayım?’ Y, buna da verecek cevap bulamıyordu.

    Aslında ‘kapitalizme geçiş’ demek olan ‘modernleşme’, herkesin kolayca anlayacağı, kolayca ısınıp benimseyeceği bir düzen değildir. ‘Gemeinschaft’ın sıcak, kişisel ilişkilerinden çıkıp, ‘Gesellschaft’ın anonim ilişkilerine alışmak da kolay değildir. Örneğin, mahalleden biri Giacomo’nun kardeşini öldürdü! Polis, mahkeme, şu kadar yıl hapis falan. Bunlar Giacomo için bir anlam ifade etmez; onun ‘adalet’ ve ‘intikam’ kavramlarına uyan şeyler değildir. Gider vurursun, vurmadan önce biraz eziyet edebilirsin – intikam böyle alınır. Yani ‘mafyacı’, başkalarına yardım eden bir ‘iyiliksever’ olduğu gibi, aynı zamanda, kendi adaletini kendi yerine getiren adamdır. Bu da zaten olması gerekendir. Mafya ‘müntesib’i , kendisine sorulduğunda, her bakımdan ‘şerefli’ bir kişidir – cesurdur, sadıktır, ‘erkek adam’dır, bütün bu meziyetleri toplamıştır.

    Bu bağlamda Bekir Yıldız’ın bence en iyi hikâyesi ‘Bedrana’ aklıma geliyor. Orada da, ‘modern toplum’un ne demek olduğuna pek akıl erdiremeyen, daha doğrusu, kendi aklının gösterdiği şekilde onu kavrayan biri vardır. Bölgesinin ahlâki değerleri çerçevesinde, istemeksizin kirletilmiş olan karısını öldürmesi gerekmektedir. Bunlar onun karşı çıkamayacağı değerlerdir. Ancak, kendi aklının gösterdiği şekilde, kadını öldürürse hapse gireceğini de bilmektedir. Cüppeli falan, ‘hâkim’ dedikleri bir adam olduğunu, böyle bir hukuk düzeni olduğunu bilir. Kurnazdır, karısını kandırır. O intihara teşebbüs etmeli, kendisi de son anda kurtarmalıdır. Böylece ‘intihar etti’ diyerek, karısını bağışlayacaklardır. Karısı planı kabul eder, ipi filan hazırlarlar. Sandalya çekilir, koca kılını kıpırdatmaz, Bedrana ölür. Koca, ‘hüküm’den kurtulmuştur.

    Bekir Yıldız burada Güneydoğulu köylünün içinde yaşadığı ‘modern kapitalist’ toplumla nasıl eklemlendiğini, neresinden bakarak nasıl tanıdığını anlatıyor.

    Evet, şimdi bu insanların siyasetle, ‘modern’ siyasetle ilişkisine bakalım. Zaten, burada, toplum büyük ölçüde böyle olduğu için siyaset de hiçbir zaman ‘modern’ olmadı. ‘Mafya reisi’, doğru bulduğu partiye (onun başındakine) ‘intisab’ eder; tabii adamları da onunla birlikte ‘intisab’ eder. Her şey bu ‘intisab’ zinciri içinde yürür.

    Bunun adı da ‘popülist siyaset’tir.

    Murat Belge
    ‘Birikim’ dergisi
    2 Nisan 2018

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir