Fikret Başkaya / Kapitalizm dahilinde işsizlik istisna değil kuraldır…

Patronların ve devletlerin elinde ücretlilere karşı işsizlikten daha şiddetli bir zor aracı yoktur. Hiçbir fiziksel baskı, coplayan, göz yaşartıcı bomba atan vb. hiçbir polis gücü… Sadece bir saygınlık talep etme, insan yerine konulma olasılığını hayata geçirme iradesine karşı hiçbir araç bu denli güçlü değildir. Gerçeklik, budur…

Henri Krasucki (Fransa Genel İşçi Konfederasyonu (CGT) eski genel sekreteri)

Kapitalizm, insanları üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum ederek, mülksüzleştirerek, proleterleştirerek sermaye biriktirmektir. Proleter, Latince proletarius’dan türemedir. Hiçbir şeyi olmayan, çıplak, çulsuz, çaresiz, yaşam araçlarından yoksun anlamındadır. Yaşayabilmesinin, varlığını sürdürmenin yegâne yolu, emeğini, çalışma-üretme gücünü kapitalistlere satmaktır. O halde iki şey: Birincisi, proleterin emeğini satabilmesi kesin değildir ve ikincisi, bulduğu işi koruması da kesin değildir… İşçi (proleter) önceki dönemlerin kölesinden farklı olarak, tek bir kişiye [köle sahibine] tabi değildir… Öyle bir “özgürlüğe” sahiptir ama sonuç itibariyle işçi de bir ücretli köledir. Başka türlü söylersek, tüm kapitalistlerin ‘ortak kölesidir’… Emeğini herhangi bir kapitaliste satabilme ‘özgürlüğü’ sanıldığından daha az önemlidir…

Fakat issiz kalmak, sadece maddi güvenliği kaybetmek, açlığa, çaresizliğe mahkûm olmak değildir. İşini kaybetmek, aynı zamanda “sosyal kimliğini”, sosyal ilişkiyi, mesleğini kaybetmektir… İşsiz, en yakınları da dahil, insanların uzak durduğu, herkesin kendinden kaçtığı biridir… Bir kere işsiz kaldınız mı, artık bir mesleğin erbabı olmanın da hiçbir değeri yoktur… İster mühendis, uçak pilotu, öğretmen, isterse kaynakçı, kuyumcu, uzmanlık, bilgi ve beceri sahibi olmanın, ehil olmanın, kalifiye olmanın bir önemi ve değeri yoktur… Eğer bir meslek icra edilmiyorsa, yok hükmündedir… İşsiz mesleksizdir, işsizlik çaresizliktir, itibarsızlıktır, moral zaafı, psikolojik bunalıma girmektir… Velhasıl hiçliğe mahkûm olmaktır… Onun gerçeğini sayılar, rakamlar, istatistikler hiçbir zaman ifade edemez…   

Burjuva iktisat teorisi veya aynı anlama gelmek üzere geçerli konvansiyonel iktisat öğretisi, işsizliği, istisnai, geçici, önemsiz bir şey, bir tür yol kazası olarak görür, iradî bir şey sayar. İnsanlar işsizdir zira verili ücret düzeyinde çalışmayı reddetmişler, boş zaman tercihi yapmışlardır… Tabii şeylere işçiler tarafından değil kapitalist patronlar ve onların devleti tarafından bakanların bu tür safsatalarla kendilerini ve başkalarını aldatmaları mümkündür ama, şeylerin gerçeğine dokunmaları, nüfuz etmeleri asla mümkün değildir. Kapitalist denmez. İşveren denir… Birine bir şey vermek, onu borçlandırmaktır, veren alacaklı hale gelir… Dikkat edilirse, daha işin başında kapitalist alacaklı hale geliyor, bir sıfır öne geçiyor… Lütfedip iş veriyor, ödüllendiriyor… İşte egemen ideoloji böyle bir şey…

Burjuva iktisat teorisi, işsizliği doğal bir şey sayar ve enflasyona sebep olduğu gerekçesiyle, çalışma yaşamına müdahaleye karşıdır. Piyasanın ‘normal işleyişine’ bırakıldığında işsizliğin otomatik olarak ortadan kalkacağı varsayılır… Geçenlerde Diyarbakır valisi, “mesele işsizlik değil, iş beğenmemezliktir” demişti… Bir AKP’li milletvekili de (doğrusu Saray memuru): “İşverenlerin eleman bulmakta zorluk çektiğini, kimsenin iş beğenmediğini” söylemişti… Eğer öyleyse, işverenlerimiz için işçi ithal etmekten başka çare yok demektir… Öyle bir ülke ki, çalışabilir yaştaki insanların önemli bir bölümü iş beğenmeme tercihi yapıyor… Yaklaşık her üç gençten biri işsiz olduğuna göre, iş beğenmemekte gençler birincisırada demektir… Gerçi resmi rakamlar hiçbir zaman bir ülkedeki işsiz sayısını tam olarak göstermez ama yine de bizdeki rakamlar ve oranlar moral bozucu… Türkiye’de bu gün itibariyle ‘gerçek işsizlik’ oranının %26,4, yaklaşık 9,5 milyon olduğu ileri sürülüyor… Lâkin AKP’li TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) verdiği rakamlar ve oranlar bunun yarısından bile az… Gerçi rakamlara, istatistiklere istediğiniz yalanı söyletebilirsiniz  ama yalanlar şeylerin seyrini değiştirmez… Sadece yalancılara zaman kazandırır…

Kapitalizm öncesi dönemde bu günkü gibi bir kitlesel işsizlik söz konusu değildi. İşsizliğin yıkıcı ve yakıcı bir insanî-sosyal sorun haline gelmesi, sanayi kapitalizmiyle başladı. Zira, eski çağlarda insanların üretim ve/veya yaşam araçlarına yabancılaşması, istisnai olarak ortaya çıkan bir durumdu. İşsizlik (chomage, unemployment) kelimesi yakın tarihlerde sözlüklerde yerini aldı. Zaten doyumluk ekonomi koşullarında işsizlik diye bir sorunun esamesi bile okunmazdı. Köleciliğin ve haraca dayalı üretim tarzlarının ve/veya onun feodal denilen versiyonunun geçerli olduğu toplumsal formasyonlarda, insanların üretim ve yaşam araçlarına, burjuva toplumunda olduğu gibi bütünüyle yabancılaşması söz konusu değildi.

Birincisi, kapitalizm insanları üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum ederek, proleterleştirerek, sermaye biriktirmek demektir. Kapitalizmle birlikte kitlesel işsizlik ortaya çıktı. Her ileri aşamada toplumun bir bölüğü (çiftçiler, esnaflar, zanaatkârlar, küçük ticaret erbabı, serbest çalışanlar…) üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum ediliyorlar. Dolayısıyla yaşamlarını sürdürmenin yegâne yolu, emeğini satmak, işçi sınıfına dahil olmaktan geçiyor. Bundan 20-30 yıl önce bizim mahallede, evimizin yakınında bakkal, kasap, manav, kuru yemişçi, terzi, vb… vardı. Alış-veriş sadece alış-veriş değildi. Aynı zamanda bir sosyal ilişki, sosyal ‘zenginlikti’… Bugün onların yerini AVM’ler aldı… Bir AVM onlarca küçük esnafı işinden ediyor ve oralarda bir iş bulabilen kendini şanslı sayıyor…

İkincisi kapitalizm çılgın rekabete dayalı bir işleyişe sahiptir. Rekabet her seferinde yeni-ileri makinaları, teknolojileri üretim sürecine sokmaya zorluyor. Bunun anlamı, işçinin makinayla ikame edilmesi, makinenin işçinin yerini almasıdır… Üretim sürecine sokulan bir robotun kaç işçiyi işinden ettiğini hiç düşündünüz mü? Bu niteliği itibariyle kapitalizm işsiz üreten bir makinadır. İşsizliğin her seferinde büyümesinin, insanların açlık ve sefalet ortamına sürüklenmesinin asıl nedeni, kapitalizmin bu temel eğilimidir…

Üçüncüsü Kapitalistler ücretleri düşürmek için her zaman bir ‘yedek işsizler ordusuna ihtiyaç duyarlar. Yedek ordu çalışanlar üzerindeki baskıyı artırır. Bu konuda Marx, Kapitalin birinci cildinde şöyle diyordu: “Bir yandan, işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı-çalışması yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunları, aşırı çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır.” Böylece kâr oranını ve sermayeyi büyütmek mümkün hale geliyor. Zaten kapitalistin yegâne kaygısı da dur-durak bilmeden kâr oranını, kâr kütlesini ve toplam artı değeri, dolayısıyla sermeyesini büyütmektir. Onu öyle davranmaya zorlayan da yıkıcı rekabettir… Kapitalist başka türlü yapamaz! Az sayıda işçiyi olabildiğince uzun süre çalıştırmak, çalışma yoğunluğunu artırmak ve ücretleri olabildiğince düşük seviyelerde tutmak işin doğası gereğidir.

Nihayet dördüncüsü, kapitalizm kriz üretmeden yol alamaz ve her krizde ilk yapılan, işçilerin bir bölüğünün işine son vermektir…

Kapitalizm varlığını sürdürdükçe işsizliğin, yoksulluğun, açlığın, sefaletin, aşağılanmamın önüne geçmek asla mümkün değildir… Velhasıl kapitalizmden kurtulmadan işsizlik sorunu da dahil, hiçbir temel sorunun asla çözülemeyeceğinin bilinmesi gerekiyor… Velhasıl ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denecektir…

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Tarih Felsefesinde Liderlerin Rolü ya da Kılıçdaroğlu Meselesi

Artıgerçek Tarih Felsefesi’nde son derece önemli bir konu olan “Tarihte bireyin rolü” ya da “önderlerin …

16 Yorumlar

  1. https://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/ege-cansen/ali-koc-ve-kapitalizm-989591/

    KAPİTALİZM DİYE “İNSAN YAPMASI” BİR SİSTEM YOKTUR
    On dokuzuncu asrın sonlarına kadar kapital ve hatta kapitalist sözcükleri vardır ama “kapitalizm” diye bir kavram da, kelime de yoktur. Kapitalizm, ilk çağlardan itibaren tedricen gelişen “doğal ekonomik sistem”e, onu yıkmak isteyenler tarafından biraz da kötülemek için takılmış bir addır. Kapitalizm kelimesini, filozof Karl Marx’ın icat ettiği genel kabul gören bir iddiadır. Bu kelimenin kökü, kaput (caput/capita) yani “baş”tır. Eski Roma’da, ne kadar servetin var “kaç baş hayvanın var?” diye sorulurmuş. Nitekim Türkçede de “mal” büyük ve küçükbaş hayvan sürüsü anlamına gelir. Malı götürmek de sürüyü çalmak veya sürüye haksız bir şekilde sahip olmak demektir. Bazı Türkçe sözlüklerde “kapitalizm” karşılığı olarak “anamalcılık” kelimesi geçer.

    GÜNÜMÜZDE KAPİTALİZM
    Kapitalizmin en yalın tanımı “bireylerin, üretim araçları mülkiyetine sahip olabildiği düzen”dir. Bu düzende, devlet “mülkiyetin/tapunun” muhafızıdır. Sosyalistler, üretim araçları mülkiyeti yok edilmeden, kapitalizmin ortadan kalkmayacağını söyler. Kapitalistler veya bana göre “doğal ekonomik sistem” taraftarları ise “üretim araçları mülkiyeti” olmayan bir iktisadi sistem yoktur ve olamaz der. Bu açıdan bakınca, her sistem kapitalisttir. Kapitalizmin “serbest-pazar kapitalizmi” ve “devlet kapitalizmi” diye iki türü vardır. Bunlardan birincisi iyi; ikincisi kötü kapitalizmdir. Dolayısıyla, üretim araçları mülkiyetinden doğan eşitsizlik (daha doğrusu adaletsizlik) her halükârda oluşur. Bunu vicdan ve demokrasi düzeltir.

    HÜRRİYET VE MÜLKİYET
    Nasıl “adalet, mülkün (kamu yönetiminin) temeli” ise, mülkiyet de hürriyetin temelidir. İnsanlara, en fazla güven hissi veren şey mülkiyettir. İster başını sokacak veya kira getirecek küçük bir ev, ister basit bir işyeri, ister bir tarla, bir diploma, bir sanat, isterse bir çift öküz olsun “malik olunan” her “üretim aracı” kişinin özgürlük güvencesidir. Bu güvence, kişiye namerde muhtaç olmama gücü verir. Onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce kişi çalıştıran çok sayıda kapitalistin varlığı, sermayesiz emekçiye “iş seçme” ve “iş değiştirme” hürriyeti sağlar. Tek işverenin “devlet” olduğu bir düzende emekçiler, sonunda devletin kölesi, devlet de onların “efendisi” olur. Demokrasi, kölelerin değil, devlete kafa tutabilecek ahlaklı kapitalist vatandaşların kurduğu ve yaşatabildiği bir rejimdir.
    Son söz: Kapitalizm ortadan kalkarsa, eşitlik gelmez.

    Ege Cansen: Ali Koç ve kapitalizm – Sözcü Gazetesi

  2. Devlete kafa tutabilecek kapitalistlerin / soyluların / aydınların… varlığı = Erdoğan’ın / Esad’ın / Kral Selman’ın / Ayetullah Hamaney’in / Kim Jong Un’un… yokluğu

  3. Yukarıda Ege Cansen’in yazısı; kapitalizmin, doğada kendiliğinden gelişen bir mekanizma olduğu yönünde, yanlışlarla dolu bir yazı.

    Her şeyden önce, Ege Cansen’e bunun yanlış olduğunu tane tane anlatmak epey zor. Çünkü kendisi; (1938 doğumlu) yıllar boyunca pek çok şirketin yöneticiliğini yapmış ve bir miktar akademisyenlik müktesebatı da olan bir kişi. Kapitalizmin başrol oyuncularından biri ve bundan memnun. Yanlış olan görüşlerini değiştirmesini beklememek gerekir.

    Ege Cansen, en özet şekilde ifade etmek gerekirse; “biyolojik indirgemeci” bir yaklaşımla kapitalizmin kendiliğindan geliştiğini, “insan tarafından yapılMAdığını” iddia ediyor. Yanlış.

    Kapitalizm, “insan davranışları”nın bir sonucudur. İnsan adlı tür kendi davranışlarını kontrol edebilmek ve bunları değiştirebilmek özelliğine sahiptir. Bu özellik, diğer türlerde pek az görülür. İnsan, kendi yarattığı “kapitalist sistem”in kölesi olarak sonsuza kadar çile çekmek mecburiyetinde değil; biyolojik olarak böyle bir zorunluluk yok.

    Galapagos Adaları’ndaki planktonların okyanustaki hareketleri ile, insanların davranışları arasında zoraki benzerlikler kurmak, ve bu benzerlikleri temel kabul ederek kapitalizmin “doğada, kendiliğinden var olduğu”nu iddia etmek; safsatadır.

    Kapitalizmi, “biyolojik indirgemeci” yanılsama içinde izah etmeye uğraşanlara karşı, kanıtlarla cevap verildi (bunun gibi, daha pek çok kanıt var):

    Kitap: İnsanın Yanlış Ölçümü
    Yazan: Stephen Jay Gould (Palentolog & Evrimsel biyolog)
    Yayınevi: Versus Kitap Yayınları
    Adres: https://www.babil.com/insanin-yanlis-olcumu-kitabi-stephen-jay-gould

  4. Anadolu Birleşik Devletleri soyumuz nedir, Türk müyüz, Rum muyuz, Türk ona mı denir buna mı denir gibi Asyagil üretim tarzında hangi cuntanın söz sahibi olacağına yönelik afaki tartışma konularını çoktan geride bıraktığı için sanayi devrimine ve bilgi toplumuna öncülük edebilmiş, bu sayede her bireyi için özgürlük ve refah üretme kapasitesi olan bir toplum olmuştur.

    Oysa Cennet Amerika’daki Angıliye devletinin kurucusu ve sahibi Yüce Angıl Milleti, Angıliye’ye vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Angıldır gibi saçmalıkları hala bir çözüme bağlayamadığı için Asyagil üretim tarzını aşamamış, modern toplumların çok gerisinde kalarak fakirlik, baskı ve şiddet içinde yaşamaya mahkum kalmıştır. Daha hala modern toplumlarla arasındaki farkın Ay’a gitmek olduğunu sanacak kadar da olaydan uzaktır. Meselesini de Anadolu Birleşik Devletleri’ne teknolojik olarak yetişip onu yenmek sanmaktadır. Ümitsiz vakadır. Kendi haline bırakılmalıdır.

  5. “Devlet tek başına toplumdaki en büyük güç birikimini temsil eder.

    Ordulara, polise, vergilere, darphaneye, sınırlara, kitle iletişim araçlarına, istihbarat kaynaklarına ve sonsuz denebilecek istihdam kapasitesine kumanda eden bu dev makinenin temsil ettiği tehdide oranla, özel imkânlarıyla kişi ve zümrelerin veya kamu gücünün sınırlı bir dilimini kullanan özerk kurumların, hukuka ve kamu özgürlüğüne yöneltebilecekleri tecavüzün çapı çok cılız kalır.

    Resmi bir sıfatı olmayan “kapitalist”lerin sorgusuz adam asmalarına tarihte çok ender tanık olunmuştur. Kilisenin haneye tecavüz etmesine, ya da askeri birlikler gönderip muhaliflerinin mallarını yağmalamasına da çok az rastlanır.

    Oysaki devlet gücünü elinde bulunduranların eşkıyalığa girişmesi, tarihin her çağında, her kültürde, her ekonomik düzeyde ve toplumda yabana atılmayacak ölçüde ciddi tehlike oluşturmuştur.”

    Yanlış Cumhuriyet – S. Nişanyan

  6. Zileli birçok kez Stalinist SSCB’nin Çarlık rejiminden çok daha beter bir sömürü düzeni olduğunu söylemişti.

    SSCB’nin gerçek bir “sosyalizm” olmadığı aşikar olsa da, “kapitalist” de olmadığı bellidir. En azından, Troçkistlerin çoğu onun kapitalizmden farklı bir tür egemenlik biçimi olduğunda hemfikirdir.

    Sonuç olarak, kapitalizm hakkında kim ne düşünürse düşünsün, “kapitalist olmayan SSCB”nin kapitalist Çarlığa rahmet okutacak kadar zalim olduğu düşünüldüğünde, dünyadaki en büyük tehlikelerin kapitalistlerden değil kapitalist olmayanlardan gelebileceği apaçık ortadadır.

  7. Bundan 30-35 yıl öncesine kadar, kapitalizmin, makûl bir sistem olduğunu düşünürdüm. Bu tavrımı, salt Kemalizm’e karşı olmam üzerinden, salt bürokratik hantallığın timsali olan Sovyet devletçiliğine karşı olmam üzerinden ele almayın.

    Piyasalarda alınan kararların makûl kararlar olduğunu düşünürdüm ama bunu hiçbir zaman ‘piyasa fetişizmi’ne kapılarak düşünmedim. Sadece makûl olup-olmaması üzerinden düşünürdüm.

    Geçen onca yıldan sonra ve özellikle şu pandemi sürecinde yaşananları tekrar, ciddiyetle analiz ettiğimde şu sonuca vardım:

    Devletlerin baskıcı mekanizmaları altında insanların özgürlükleri nasıl paramparça ediliyorsa, kapitalizmin yegâne şartı olan ‘para mekanizması’ altında da insanların özgürlükleri paramparça ediliyor.

    Bu iki zorbalık birbirinden tamamen kopuk, apayrı şeyler değil.

    Devletler insanları uysal birer köle gibi kontrol altında tutmak için hayatın her yanını nasıl kuşatıyorsa, ‘para mekanizması’ da insanları aynı köleliğe mecbur ediyor.

    Şirketler, para mekanizmasının dişlileri arasında ezilip yok olmamak için diğer şirketlerle mücadele edip para kazanmaya mecburlar. Bütün bu holdinglerin, bütün bu şirketlerin, bütün bu fabrikaların ayakta kalması, kendilerini daima para mekanizmasının içinde tutabilmeleri ile mümkün. Diğer şirketlerle sürekli rekabet hâlinde olmaya mecburlar. Adeta hapishane, dipsiz bir kuyu, fasit daire, sürekli nefessiz kalma hâli…

    Buna özgürlük denemez…

    ‘Devletlerin kölesi insanlar’ ile ‘paranın veya kapitalist sistemin kölesi insanlar’ arasında keskin bir ayrım yok. Hegemonya adlı madalyonun iki yüzü gibiler.

    İnsanın özgürlüğünü lime lime etmek üzerine, bu özgürlüğü gasp etmek üzerine dizayn edilmiş ‘para mekanizması’, ceberutluktur. Devletlerin ceberutluğundan hiçbir farkı yoktur.

    Bu nedenle, belki yılların getirdiği tecrübenin neticesiyle, belki artık 63 yaşında olmamın getirdiği bir tür ihtiyar huysuzlukla, kapitalizme karşı olduğumu açıkça söyleyebilirim.

    Yukarıdaki sözleri Sevan Nişanyan, Eylül 2019 – Aralık 2020 arasında YouTube kanalında yayınlanan ‘Samos Sürgünü’ adlı podcast programlarında birkaç kez söyledi.

    Bizzat kendi sesinden dinlemek isteyenler için adresi şu:

    https://www.youtube.com/c/SevanNisanyanSohbetler/videos

  8. Nişanyan’ın Kovid örneğini vermesi isabetli olmuş, çünkü bugün önümüzde duran en acil sorunu gösteriyor. Ne işsizlik, ne kapitalizm, ne ondan da kötü bürokratik rejimler değil. Fakat nüfus patlamasının yol açtığı iklim krizi. (Evet, sanayileşme değil aşırı nüfus. Çünkü nüfusun böyle olağanüstü katlanmadığı koşullarda sanayileşme de doğayı tehdit edecek kadar büyüyemez. Örneğin sadece 200 yıl kadar önce dünya nüfusu 1 milyar kadardı. Yani şimdikinden 7 küsur kat az. Şimdilerde ise 8 milyar olmak üzere.)

    İlk karantina sürecinde doğanın, sahillerin vs. nasıl bir süre nefes aldığını, fabrikaların, trafiğin, havayollarının vs. durmasının karbon salınımını nasıl bir süreliğine dizginlediğini hatırlayın. Pandemi bitince de küresel iklim felaketleri Kovid’e rahmet okutacak.

    Bu nüfus tehlikesinin tek sorumlusu sömürülen yoksullar (ve dolayısıyla onları sömürdükleri için bu artışta payı olan kapitalistler – örn; RTE: “En az 3 çocuk” vb.) değildir. Nişanyan tam da önümüzde duran bir örnek. Kaç evlilik yaptığını, şu an her birinden kaç çocuğu olduğunu bilmiyorum, bakmaya da gerek görmedim, ama çok çocuğu olduğunu ve bunu garipsediğimi gayet iyi hatırlıyorum.

    Eğer durum 200 yıl öncesi gibi olsaydı şu an en önemli sorunumuz kapitalist emek sömürüsü olurdu. Zaten kapitalizmin o ilk dönemlerindeki çalışma koşulları da şimdikiyle kıyaslanamayacak kadar kötüydü. Bunu da kimse inkar etmiyor zaten.

  9. Devlete kafa tutabilecek kapitalistlerin – soyluların – aydınların (…) varlığı = Erdoğan’ın – Esad’ın – Kral Selman’ın – Ayetullah Hamaney’in – Kim Jong Un’un (…) yokluğu

    Soyluluk ifadesi, 21. yüzyılda arkaik bir anlama evrilmiştir. Eski-arkaik anlamıyla bugün arasında hiç bağ yoktur.

    Aydın[lar], daima kapitalistlerin sömürgeci hegemonyasına ve daima Stalinistlerin tekçi hegemonyasına karşı çıktığı anda gerçek anlamda aydın olabilir. Türkiye’de, her ikisine karşı mücadele edebilecek cesarette aydın[lar] (henüz) yoktur.

    Dünya genelinde kapitalistler, devletlere karşı çıkamaz. Bunun tersini iddia etmek, kuru gürültü yapmaktır.

    ABD devleti Çin devletine karşı mücadele ederken, artık tank-top-tüfek kullanmıyor. Çin’de bir şirket olan Huawei’ye sopa göstererek, Çin devletine sopa göstermiş oluyor. ABD’li şirketler Google, Microsoft, Facebook, Twitter kendi devletlerinden azar yememek için, Huawei ile iş yapmayı bırakıyor.

    Her şirket, kendi devletinin hegemonyasını pekiştirmek için uğraşır. Kapitalistler ve devletler birbirlerinin sırtını sıvazlar, birbirlerine karşı mücadele etmez.

    Türkiye’de devlet, Recep Tayyip Erdoğan’dan ibarettir. Bunun tersini iddia etmek, kuru gürültü yapmaktır.

    Türkiye’de devlet ihalelerinden pay kapabilmek için Erdoğan’ın peşinde dolaşan kapitalistlerden medet ummak, saçmalığın daniskasıdır. Erdoğan’ın yıllar boyunca iktidarda kalmasını sağlayanlar bizzat kapitalistlerdir, bizzat holdinglerdir, bizzat bu holdinglerin CEO’larıdır.

    Hem kapitalist şirketlere karşı, hem devletlere karşı aynı anda mücadele etmek gerekir. İkisi birbirinin yerine ikâme edilemez, ikisine karşı mücadele etmek gerekir.

  10. Sevan Nişanyan, ‘Covid-19’ örneğini, yaşanan bütün problemlerden ayırarak, tek, yegâne bir problem olarak göstermedi. Covid-19’un, ‘insan’ adlı türün yarattığı pek çok problemin bileşkesi neticesinde ortaya çıktığını ve sadece insanın kendi türünü değil, hayatta görüp görebileceğimiz pek çok tür ve alanı etkilediğini de belirtti.

    Covid-19’u kendilerine bir fırsat kapısı olarak gören pek çok devletin ve şirketin, insanları daha da köleleştirmek için ‘Orwellian yöntemler’ geliştirdiklerini, insanları bu yöntemlere uymaya her geçen gün daha fazla zorladıklarını da kanıtlarıyla anlatıyor Sevan Nişanyan.

    Sevan Nişanyan’ın 5 (beş) çocuğu var. Ve bu çocukları, Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatına boyun eğerek, dünya nüfusunu çok çabuk yükseltip, kapitalistlerin gaddarlıklarını masum göstermek için yapmadı. Ve Sevan Nişanyan, Covid-19 aşısı içine ‘çip’ yerleştirip dünya nüfusunu azaltmak gibi şeytanî plânlar yapan Bill Gates ve Illuminati’ye de inanmıyor.

    ‘Nüfus’ meselesini sürekli gündemde tutup, kapitalistlerin gaddarlıklarını daha az önemli gösterme çabası, meşhur iktisatçı Thomas Robert Malthus’a kadar geriye gider. ‘Sanayileşme’ meselesinin bir kâr canavarına dönüşmesi, ‘para mekanizması’ içinde kasıtlı olarak hapsedilmiş insanın kendi kendine yarattığı bir sorundur. Sanayileşmeye büsbütün karşı çıkmak insanın yeteneklerini görmezden gelmek demektir. Fakat sanayileşmeyi adeta bir ‘fetiş’ hâline getirmek ise, insanın kendi davranışlarını kontrol etmekten uzaklaşmasının bir sonucudur. Bu noktada insan adlı tür bir tercih yapmak zorunda: Sanayileşmeyi hem kendi türünün hem diğer türlerin ahenk içinde yaşamasını sağlayacak şekilde yeniden tasarlayıp yaşamaya devam mı edecek, yoksa, ‘sanayileşme fetişizmi’ne kendini tamamen kaptırıp hem kendi türünü hem diğer türleri katletmenin, gaddarlığın doruklarına mı tırmanacak. Covid-19 gösteriyor ki, sanayileşme fetişizminin ölümcüllüğü, nüfus meselesinden daha önemli, daha öncelikli bir konu.

    ‘Corona’ adıyla bilinen virüs türleri, bazı verilere göre 100-150 yıl öncesine, bazı verilere göre 55-100 yıl öncesine kadar gidiyor. Fakat, Wuhan’da başlayıp dünyaya yayılan Covid-19’u diğer bütün corona türlerinden farklı kılan önemli bir özelliği var. Özellikle Asya’da, para mekanizmasının dişlileri arasında ezilip yok olmamak için kendilerini kapitalistleştirerek daha çok para kazanma hırsına kapılan ülkeler, atıl durumda olduklarını düşündükleri arazileri ihaleye çıkararak paraya para demeyeceklerini düşündüler. İçinde daha önce insanla temas kurmamış (ve az temas kurmuş), oranın yerlisinin-köylüsünün yakından tanıdığı canlı türlerinin yaşadığı bu arazilerde, çeşitli kapitalist sektörlerin üretim tesisleri inşa edildi. Bu canlı türleri, kendi habitatlarının her geçen gün kapitalistler tarafından koparılması, işgal edilmesi neticesinde, göç etmeye mecbur kaldılar. Hayvanların bu göçü ‘doğal’ gerekçelere dayanmıyordu. İnsanın sanayileşme fetişizmi sonucunda oluşmuş ‘yapay’, ‘sentetik’, ‘zorlama’ bir göçtü. Biyolojik gereksinimleri ile hiç uyumlu olmayan sentetik ortamlara adapte olmaya çalışan pek çok hayvanın metabolizmasında, ne yazık ki, ‘toxic’ moleküller belirdi. Bunun sorumlusu bu hayvanlar değil, kâr hırsıyla dolup taşan kapitalistlerdir.

    Corona, inek ve domuz gibi türlerde ‘ishal’ gibi sorunlara yol açarken, farelerde ‘hepatit’e yol açtı fakat bunların hiçbiri insana sirayet edecek kadar güçlü değildi, sadece kendi türleri arasında yayılan ve sönümlenen bir corona varyantı olarak kaldı. Asya toplumlarının genelinde, Batı toplumlarının pek alışık olmadığı yemek kültürü vardır. Yarasa (ve diğer pek çok kanatlı hayvan) ile yapılan yemek çeşitleri de bunlardan biri. Wuhan’ın, bir zamanlar tabiatının en pürüzsüz-masum-canlı olduğu ama artık tamamen kapitalistleştirilmiş-çoraklaştırılmış köylerinde yaşayanlar, asırlardır dedelerinden-büyükannelerinden öğrenerek hazırladıkları yemeklerin bugün birer fabrika atığına dönüştüğünü söylüyor, üstelik bu itirafı henüz Covid-19 başlamadan çok önce dile getirmeleri kapitalistlerin gaddarlığının ne boyutta olduğunun hazin bir ispatı.

    ‘Geçmişteki kapitalizm kötüydü, bugünkü kapitalizm daha az kötü’ söylemi yanıltıcıdır. Kötülük, gaddarlık seviyesi yüksek. ‘Piyasa fetişizmi’, ‘sanayileşme fetişizmi’, ‘para mekanizması içinde hapsolmak’, insanların daha fazla köle ruhlu hâle gelmesine yol açtı. Günümüzdeki kapitalizm, geçmiş yıllardan daha tehlikeli, daha ölümcül.

    Diğer meseleleri öncelik sırasına dizerek, kapitalistlerin gaddarlıklarını önemsizmiş gibi göstermeye çabalaMAmak gerekir.

    İklim krizi, kapitalistlerin kâr hırsının sonucudur.

    Covid-19, kapitalistlerin kâr hırsının sonucudur.

  11. Kapitalizmin kötülükleri gerçekten de hafife alınıyor olabilir. Nişanyan gibi başkaları da zamanla düşüncelerini değiştirip kapitalizme daha çok karşı çıkabilirler. Bunda yanlış bir şey yoktur.

    Fakat aynı şekilde nüfus tehlikesinin de en az kapitalizm kadar hafife alındığı da söylenebilir.

    Nişanyan gibi kapitalizm karşıtı insanlar bile çok çocuk yaparak BU KONUDA YANLIŞ yapabiliyorlar.

    Öte yandan, kapitalizme tümden karşı olmayanlar, hatta kapitalist devletler bile aşırı nüfus artışı tehlikesiyle mücadele edebilirler. Örneğin en fazla tek çocuk politikası gibi yasak ve zor yollarıyla da bunun önüne geçmeye çalışabilirler ve bu yanlış olmaz. Bu konuda “özgürlükçü” olmak dünyanın geleceğine çok kötü etki edebilir. Her özgürlüğün bir bedeli vardır. Prensipsiz özgürlükçülük bazen faydadan çok zarar getirir.

    ‘Kapitalizm’ meselesini sürekli gündemde tutup, aşırı nüfus artışı tehlikesini daha az önemli gösterme çabası doğru mudur?

  12. Özgürlük, otomatikman, doğumların artmasına yol açmaz. Özgürlük ile nüfus çokluğu-azlığı arasında zorakî korelasyon kurmak, kapitalistlerin gaddarlıklarını önemsizmiş gibi gösterme çabasıdır.

    Sevan Nişanyan niçin 5 (beş) çocuk yaptığını, YouTube kanalındaki yayınlarında anlattı. Açınız, sebebini öğreniniz.

    Kapitalist gaddarlık, sadece inşaat şantiyelerindeki, maden ocaklarındaki, fabrikalardaki fiziksel ölümlerden ibaret değil, algılardaki, düşüncelerdeki, hislerdeki, ‘özgürlük tanımları’ndaki ölümler de dahil. Kuşatma her yandan.

    Özgürlük ‘prensipleri’ni kapitalistlerin tasarladıkları tuzaklarda aramamak için daima dikkatli olmak gerekir.

    ABD’ye göç etmeye uğraşan (başta Meksikalılar olmak üzere) Latin Amerika kökenli insanların bu kararı almalarının temel sebebi, kendi ülkelerindeki nüfus sayısının çokluğu-azlığı kıyaslaması değil, kapitalist hegemonyanın kendi ülkelerindeki özgürlüğü paramparça edici hamleleridir. ABD’deki hayat şartlarının kendi ülkelerine göre daha müreffeh olduğuna inandırıldıkları için hapse girmeyi, ölümü göze alarak yola çıkıyorlar. ABD’nin ‘özgürlükler ülkesi’ olduğu yanılsaması ve ABD’ye sadece ama sadece ‘seçilmiş’ kişilerin girebileceği algısı tüm dünyada yaygın. İster Stanford Üniversitesi tarafından gönderilen davetiye mektubu ile ‘seçil’, ister konsolosluktaki vize memurunun falan gündeki halet-i ruhiyesine göre ‘seçil’, sonuçta her ikisi de “ABD’ye girebilmek için seçilmek”. Bu ‘seçilmişlik hissi’ni tasarlayan, kapitalistlerin bizzat kendisi. ‘Green card’a başvurulardaki heves, his, bunun en net örneği.

    (Not: Stanford Üniversitesi, Batı ABD’nin büyük kısmında demiryolu ağı kurarak zenginleşen Leland Stanford’un, Harvard Üniversitesi, Columbia Üniversitesi, Yale Üniversitesi, Cornell Üniversitesi gibi Doğu ABD’deki ‘seçkin’ üniversitelerle mücadele etmek için kurduğu bir üniversitedir. Merkez kampüsü California’dadır kendilerini Batı ABD’de de ‘seçkin hissetmek’ isteyen öğrenci ve akademisyenler için.)

    Yukarıdaki şablon, Kanada, ‘Avrupa kıtası’, Güney Kore, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkeler için de geçerli.

    Hindistan’daki pek çok genç, İngiltere’deki, ABD’deki, Kanada’daki üniversitelere ‘kapağı atmak’ için mücadele eder. Kendi ülkelerindeki nüfusun çokluğu-azlığı kıyaslaması sebebiyle değil, kapitalistlerin yaydığı ‘özgürlükler ülkesi’ yanılsamasına inanmak, Hindistan’da kalıp gerçekleri yaşamaktan yeğdir.

    Suriye’deki savaştan kaçan insanlar, özellikle Almanya’nın ‘Munich’ kentine ulaşmak için canları pahasına yollara düşer. Mesela Suudi Arabistan’a göç etmeyi, mesela Çin’e göç etmeyi, mesela İran’a göç etmeyi, mesela Pakistan’a göç etmeyi, mesela Katar’a göç etmeyi hiç mi hiç düşünmezler. Bu isimleri yazılanlar da ‘ülke’, ama içinde inanabilecekleri ‘özgürlük yanılsaması’ yok. Bu yanılsama Munich’de var, bu yanılsama Quebec’de var, bu yanılsama Londra’da var, bu yanılsama New Jersey’de var. Bu ülkelerdeki veya şehirlerdeki kapitalist gaddarlığın şiddet derecesinin kendi ülkelerine nazaran daha hafif olduğuna inanıyorlar. ‘Stockholm’e göç ederek kendimi kurtardım, Şam’da yaşananlar artık beni ilgilendirmiyor. Kapitalist gaddarlık artık benden uzak diyarlarda olabilir, benim yamacımda olmasın, olsa bile ben görmeyeyim yeter.’ inancı. ‘Seçilmişlik hissi’ bu inancı sağlıyor.

  13. Somut tehdidin somut analizi

    1802: 1 milyar
    1927: 2 milyar
    1961: 3 milyar
    1971: 4 milyar
    1987: 5 milyar
    1999: 6 milyar
    2011: 7 milyar
    30 Aralık 2020: 7 milyar 835 milyon

    Dünyanın geleceğini tehdit eden EN BÜYÜK TEHLİKE AŞIRI NÜFUS ARTIŞIdır.

    Doğal yaşam alanları SINIRLI iken insan nüfusu SINIRSIZ BÜYÜYEMEZ.

    Artık değil 5 (beş), 1 (bir) çocuktan fazlasını dünyaya getirmek bile BUGÜN HER KOŞULDA YANLIŞtır. Dünyanın geleceğine somut bir tehdittir.

    Kapitalizm karşıtlığı, geçmişte değil, fakat BUGÜNKÜ koşullarda bu gerçeğin üzerini örtmek için kullanılıyor. Kapitalizme ve nüfus tehlikesine AYNI şiddetle muhalefet edilmediği sürece, ki edilmiyor.

  14. Savaş, açlık, salgın: Malthus’un hayaleti

    ‘Nüfusbilim’ ve ‘siyasal ekonomi’ alanındaki çalışmalarıyla 18’inci-19’uncu yüzyıl dünyasında seçkin bir yere olduğu kadar hayli kötü bir üne de sahip İngiliz din adamı Thomas Malthus, Darwin’in evrim kuramının arka plânındaki en önemli ve belirleyici isimlerden biri sayılır. Ama Malthus’un ‘katliamcı’ düşüncelerinden uzak durabilmiştir Darwin.

    Malthus ‘Nüfusun İlkeleri Üzerine Bir Deneme’ (An Essay on the Principles of Population, 1789) adlı kitabında, insan nüfus artışıyla besin kaynaklarının artışı arasındaki ilişki ve dengeyi açıklama yolunda kuramsal bir yaklaşım ortaya atar.

    Bu yaklaşıma göre, insan nüfusu ‘geometrik’ yani katlanarak (2-4-8-16-32-…) artma eğilimi gösterirken, besin kaynakları ‘aritmetik’ yani ‘lineer’ (1-2-3-4-5-6-…) artış içindedir. Dolayısıyla insan nüfusunun ‘geometrik artışı’yla besin kaynaklarının ‘aritmetik artışı’ arasında zaman içinde uçsuz-bucaksız hâle gelmesi kaçınılmaz olacak dengesizlik Malthus’a göre bir şekilde giderilmek durumundadır!

    İnsan denen hayvanın toplumsal tarihi boyunca karşımıza çıkan ‘savaşlar’, ‘açlıklar’ ve ‘salgınlar’ bu dengesizliği ortadan kaldıran başat hadiseler, Malthusçu dille söylemek gerekirse, tedbirlerdir. Malthus, adeta, bunları insanlığın iyiliğine saymakta ve (‘positive checks’ diyerek) OLUMLAMAKTADIR!

    Malthusyen nüfus denge teorisi bu hâliyle elbette korkunçtur ve her ne kadar Darwin’in doğal seçilim yoluyla canlı türlerinin kökeni ve çeşitliliğine ışık tutmaya çalışan evrimsel düşüncelerini beslemiş olsa bile, kapitalizmin insan için yıkıcı işleyişine yönelik eleştirel yaklaşımıyla ayırt edilen Marx’ı da o ölçüde rahatsız etmiştir.

    Doğal seçilim yoluyla türleşme kuramını geliştirmede Darwin’e ilham kaynağı olmuş Malthus, Marx için düşmandır. Çünkü Malthus’un arkasında, ‘Jeremy Bentham’ vardır!

    Kapitalizmin düşünsel-felsefi mimarlarından olan İngiliz filozof Jeremy Bentham’ın fikirlerinde, ‘rekabetin yüceltilmesi’ damgasını vurur. Malthus, besin kaynaklarının insan türü için kullanımında nüfus artışına bağlı olarak beliren kısıtlılık ve yetersizliğin ‘rekabet temeli’nde savaşlara yol açacağını ileri sürerken, Bentham’ın bu düşüncesinden esinlenmiştir!

    Salgınlar ve açlık da aynı nüfus baskısıyla ortaya çıktığında yine en güçlü, dayanıklı veya bağışık olanlar ayakta, hayatta kalacaktır!

    Dolayısıyla savaş, kıtlık, salgın iyidir, olumludur! Denilebilir ki, savaşta selamet, açlıkta bereket, salgında sağlık vardır Malthus’a göre!

    Kendi döneminde kapitalizmin daha fazla mayalanmasına hizmet etmiş, sonrasında ırkçı-öjenik arayışlara da meşruluk zemini sunmuş Malthus’u, ona rahmet okuturcasına çağrıştıran bir dünya hâli içindeyiz bugün.

    Karşı karşıya olduğumuz hadise ve şahsiyetlere baktığımda, Malthus’un fantastik görüşlerini hatırlamadan edemiyorum:

    Trump mı: Biraz kazınca altından Malthus çıkıveriyor!

    Suriye, Putin, Esad, İdlib, Erdoğan mı: Biraz kazınca altından Malthus çıkıveriyor!

    Korona mı: Biraz kazınca altından Malthus çıkıveriyor!

    Malthus, Bentham’dan hareketle, ‘rekabet’ pratiğine dayandırıyor görüşlerini. Yani yatırım, büyüme, kâr yolunda rekabet! Ve bu rekabetin olumlamasına gidecek şekilde formülleştiriyor kuramını!

    Nüfus baskısı ile bozulan dengenin çözümü olarak savaş, açlık ve salgın dolayımıyla kendini gösterecek ‘rekabet’i çare olarak sunmakta bize Malthus!

    Hâlbuki, doğal kaynakların hızla tükenmesine yol açan; ‘kâr’ diye diye, ‘yatırım’ diye diye, ‘büyüme’ diye diye ve ‘tüketim’ diye diye hem kendi içinde hem de doğal çevre karşısında “rekabetçi ekonomi-politik zihniyet” tetikliyor savaşı da, açlığı da, salgını da!

    [Tayfun Atay
    Sosyal Antropolog]

  15. [2] 'Analiz' ile 'Zevzeklik' aynı şey değildir

    ‘Zevzeklik’ten uzaklaşıp, ‘gerçekler’e yaklaşmak isterseniz, 20 sayfalık şu rapor önerilir:

    ‘Barbar Yığınlar’: Uluslararası kalkınma söylevinde ‘yoğun nüfus’u günah keçisi olarak göstermek

    ‘Yoğun nüfus’ konusunda yeni-Malthusçu yaklaşıma getirilen sonu gelmeyen eleştirilere rağmen, sürdürülebilir kalkınma ile bağlantılı olarak iklimin geleceğine yönelik giderek artan endişeler sonucunda, uluslararası kalkınma söylevinde ‘yoğun nüfus’ü günah keçisi olarak gösterme eğilimi, istikrarlı bir şekilde kendini göstermeye devam ediyor. Bu eğilim, daha derinlerdeki psikodinamik tortuların gün yüzüne çıkıp, rasyonel değerlendirmeyi büsbütün yok saymaya işaret eder.

    Bu makalede, uluslararası kalkınmanın sembolik düzeni ile bunun pratikteki fiyaskosu arasındaki uçurumu örtbas etmeye uğraşan hayalî bir yapıyı psikoanalitik yaklaşımla, ‘nüfus’ sorununu bir ‘günah keçisi’ olarak analiz ediyoruz.

    ‘Yoğun nüfus’ konusunda felaket tellallığı yapanlar, yıllardır söylenegelen “‘Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde hayvanî-biyolojik dürtülerini kontrol edemeyen barbar yığınlar amansızca üreyecek, ve bu durum, ‘Zengin-Gelişmiş Ülkeler’deki insanların güvenliğini tehdit edecek, ağızlarının tadını kaçıracak.” sihirli sözcüklerini bir kez daha tekrarlayarak, ‘sürdürülebilir kalkınma’ gibi devasa bir amacı ‘iktisadî adaletsizlikler ve tabiatı bozmak’ temel karakteristik özelliği olan ‘neoliberal kapitalizm’ bağlamı içinde beyhude bir şekilde gerçekleştirmeye uğraşıyor, kalkınmanın politik-ekonomisi içindeki sistemik problemleri görmezden geliyor.

    Makaleyi yazanlar:

    Doç. Dr. Robert Fletcher (Wageningen University & Research, Hollanda)

    Prof. Dr. Jon Breitling (University for Peace, ‘Çevre ve Kalkınma’ birimi öğretim üyesi, Costa Rica)

    20 sayfalık raporun tamamı (İngilizce):

    https://www.researchgate.net/publication/269390715_Barbarian_Hordes_The_Overpopulation_Scapegoat_in_International_Development_Discourse

  16. [3] 'Analiz' ile 'Zevzeklik' aynı şey değildir

    ‘Yoğun nüfus’ konusunda endişelenmek kasıtlı olarak yanlış yönlenmektir, asıl problem ‘aşırı tüketim’dir.

    Dünyada, herkes, geleneksel bir Hint köylüsünün yaşadığı basit yaşamtarzını benimseyerek yaşasaydı, dünya nüfusunun [takriben] 12 (on iki) milyara bile yükselmesi herhangi bir sorun teşkil etmeyecekti.

    Fakat dünyada, herkes, üst-orta sınıf standart bir ABD’li (ki, dünyada çoğunluğun imrendiği) birinin yaşadığı kompleks yaşamtarzını benimseyerek yaşasaydı, [takriben] 2 (iki) milyarlık bir dünya nüfusu bile çekilemez olacaktı.

    Nüfusun azalıyor oluşu hoş karşılanabilecek bir haberdir, fakat bu durum daha geniş bağlamda analiz edilmelidir:

    Tüketimde istikrarlı artış devam ettiği hâlde, nüfusta durgunluğun başlaması ve hâttâ nüfusun azalması tabiatın sunduğu her derde deva bir ilaç değildir.

    Bu, bize, ‘yoğun nüfus’ konusunda kasıtlı olarak yanlış yönlendirildiğimizi gösteriyor. Kökleri daha derinde olan bir problemimizin etrafından ‘yoğun nüfus’u bahane ederek dolanıyoruz: ‘Ekonomik büyüme’ fetişizmi.

    Nüfus kontrolü, aslında, beklenen sonucu getirmiyor; günümüzdeki zenginlik ve güç dağılımında kökten bir değişiklik olmuyor. Nüfus kontrolü meselesi, kolonyâl anlatının bugün bile devam etmesini sağlıyor: “Yerkürenin güneyinde sürekli doğuran insanlar, tabiat krizinde başrolü oynuyor!”

    Yazının tamamı için (İngilizce):

    https://www.theguardian.com/sustainable-business/blog/concern-overpopulation-red-herring-consumption-problem-sustainability

    [Charles Eisenstein
    ‘İnsanın kültürel evrimi’, ‘medeniyet’, ‘bilinç’, ‘para’ konularında yazar]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir