Sol’un Geçmişteki Takıntıları…

Artıgerçek

Sık sık duyuyorum, kimi arkadaşlar, “senin Sol’dan başka derdin yok mu? Durmadan sola vuruyorsun” diyorlar.

Birincisi, eleştiriyi “vurma” olarak değerlendirmek oldukça muhafazakâr bir bakış açısıdır. İşin aslı, bir düşünceyi “vurmak” istiyorsanız onu eleştiriden azade tutun!

İkincisi, sol kökenden geldiğim için öncelikle solu değerlendirmem çok doğaldır.

Üçüncüsü, solu, bugün de toplumsal mücadelenin önemli bir öğesi olarak görüyorum. Geçmişteki hatalar düzeltilmelidir ki, bugünkü mücadele daha rahat bir zeminde yürütülebilsin.

O zaman, geçmişteki solun takıntıları ve bu takıntıların bugünkü kalıntıları konusuna geçebiliriz…

ANARŞİZM ve SOL

1960’lı ve 1970’li yıllarda, hatta 1980’li yıllarda da artarak, solun anarşizme karşı tutumu, önce görmezden gelmek (60’lar), sonra “deli” muamelesi yapmak ve alaya almak (70’ler), daha sonra da dünyada anarşizme ilişkin ne kadar tevatür varsa anarşizmin üstüne boca etmekti (80’ler ve 90’lar).

1960’larda anarşizm diye bir şey duyardık ama ne olduğunu katiyen bilmezdik. Sol ideoloji merkezleri ise bu konuda sadece, örneğin Stalin’in Anarşizm mi, Sosyalizm mi türü çok düzeysiz broşürlerini basarlardı. Bakunin ve Kropotkin’in adlarını duyardık ama fikirlerinin ne olduğunu bilmezdik. Sol saflarda bu konudaki bilgisizlik şayialarla beslenirdi. Anarşist, “bozguncu”ydu,  “örgüt yıkıcısı”ydı, sağa sola “bomba atardı”.

1970’lerde, sol silahlı eylemlere girip egemenler tarafından “anarşist” damgasını yiyince anarşizme ilişkin “şiddet” içeren suçlamaları bir kenara bırakmak zorunda kaldı ama bu sefer, değişmeyen “örgüt yıkıcılığı”yla birlikte başka tevatürler ortaya sürüldü. Anarşizm “bireycilik” demekti, sola göre bireycilik bencillikle ve “mücadele kaçaklığı” ile aynı şeydi.

80’lerde anarşizm Türkiye’de biraz daha vücut bulur olunca sol, anarşizme “çöp bidonu” muamelesi yapmaya başladı. Anarşistler pisti, pasaklıydı, 1990’lı yıllarda, Londra’daki Day-Mer’de yüzüme karşı, anarşistlerin “sidikli” olduğunun söylendiğini bile hatırlıyorum.

Zamanla sol da bu tür ciddiyetsiz suçlamaların saçma olduğunu görerek anarşizmi daha gerçekçi noktalardan eleştirmesi gerektiğini kavradı tabii. Bugün durum aşağı yukarı budur.

TROÇKİZM ve SOL

Troçkizm, bizatihi soldan gelen bir akım olmasına rağmen, özellikle 1930’larda ve 1940’larda Stalinizm ve Komintern geleneği tarafından öylesine şiddetle dışlanmış ve ezilmişti ki, Stalinizmden beslenen 1960 ve 1970’ler Türkiye solunda Troçkizm baştan dışlandı ve “aşağılık lağım faresi” muamelesi gördü.

O yıllarda “Troçkizm” ya da “Troçkist” dendiğinde, biz solcular şeytan görmüş gibi olurduk. Zaten ortalıkta da pek görünmezlerdi. Troçkizm, “hain” olmakla eş anlamlıydı. Bu tecrit ortamında, hiçbirimizin aklına, “yahu, neymiş bu Troçkizmin suçları?” diye sormak gelmezdi. Özellikle, zamanın ünlü kateşizm kitabı Sovyetler Birliği Komünist Partisi (B) hepimizi şartlandırmıştı.

Buna rağmen, Türkiye solunda, çok az sayıda Troçkist entelektüel inatla varlığını sürdürdü, küçük yuvarlar halinde sol hareketin periferisinde ısrarla tutundular. Buzul çağında donup kalmış hücreler gibi “buzların çözülmesi”ni beklediler, 80’lerde Stalinist solun yenilgiye uğramasıyla ve ’68 kuşağından bazı arkadaşların Troçkizme yönelmesiyle birlikte Troçkizm bir siyasi hareket olarak var olabilmek için rüştünü ispatladı.

Solun, Troçkizme karşı tek argümanı “hainlik”ti ama bu “hainlik”in sosyalizmi kana bulayan Stalinizme karşı çıkmaktan ibaret olduğu anlaşılınca bu argüman da etkisini yitirdi.

MİLLİYETÇİLİK (KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİ) ve SOL

Bizatihi sol, enikonu hâkim ulus milliyetçisi ve ulusalcısı yönelimlere sahip olmasına rağmen, Türkiye’deki ezilen halkların (örneğin Kürtlerin) haklarını savunma girişimine “milliyetçilik” yaftası asmaktan geri durmamıştır.

Aslında burada ideolojik kıskançlıktan çok, örgütsel kıskançlık söz konusudur. Eğer Kürtlerin ve diğer milliyetlerin ulusal hakları savunulacaksa, bunu yine Türk solu, malum “ulusların kaderlerini tayin hakkı” (UKTH) Leninist formülasyonu çerçevesinde yapardı. Kürtler ya da başka milliyetler haklarını kendileri savunmaya kalkışmamalıydılar. Bu, örgütün tekelciliğini sarsan “azınlık milliyetçiliği”ydi ve aynı Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi “bölücü” olarak görülüp kınanmalıydı.

Bu konuda doğrudan kendi deneyimimden, Havariler’de (s. 379-381) anlattığım bir olaydan kısaca söz etmenin epey kavratıcı olacağını düşünüyorum. TİKP’nin Diyarbakır örgütünde bazı arkadaşlar, partinin hâkim Türk milliyetçiliğine başkaldırmış, bunun üzerine bizzat ben, “parti komiseri” olarak bu “isyanı” bastırmak üzere Diyarbakır’a gönderilmiştim: “Merkeziyetçi Marksist partilerin, ulusal ‘azınlıkların’ her an ‘milliyetçi sapma’ içinde olacaklarına ilişkin saplantıları bizde de mevcuttu. Partinin kendisinin ‘Türk milliyetçiliği’ sapması içinde olmasının bir ehemmiyeti yoktu herhalde. Hatta bu, ‘sapma’ da sayılmazdı. Amma velakin ‘Kürt milliyetçiliği’ çok tehlikeliydi.” (Havariler, s. 379). “Çatık kaş, asık surat, paylayıcı bakış, otoriter yürüyüş, yönetici ciddiyeti, merkeziyetçi bağışlayılıcılık”la (s. 379) geldiğimiz Parti binasında iki günlük bir “düello” yaşandı ve sonunda “Kürt milliyetçiliği” benim tarafımdan, klasik Stalinist terimle, “Parti’nin önünde diz çökmeye” davet edildi. Böyle buyurmuştu “Tanrı” konumundaki Parti. 

Kürt sorunu iyice dal budak sarınca, “milliyetçiliğe” karşı hassas sol örgütlerin her biri mecburen kendi içlerinde “UKTH” ya da “Kürt” seksiyonları kurma gereği duydular. Önlemeye çalış, önleyemezsen içine gir ya da başına geç! Ankara valisi Tandoğan ne demişti: “Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz.”

FEMİNİZM ve SOL

Aynı süreçler, 1980’e doğru yükselişe geçen feminizmle ilgili olarak da yaşanmıştır.

Sol partilerin mücadelesine fedakârca katılan kadın arkadaşlar, Avrupa’dan Türkiye’ye gelip çarpan feminizm dalgasıyla “kadın sorunu”nu gündeme getirince sol örgütlerin üst yönetimleri daha başından ciddi bir “ideolojik” sorunla karşı karşıya kaldıklarını anladılar ve takkelerini önlerine koyup derin derin düşünmeye başladılar.

Feminizmle baş etmek diğer “sapkın akımlar”la baş etmek kadar kolay olmayabilirdi. “Gökyüzünün yarısını” omuzlarında taşıyan kadınlar, örgütlerde bundan da fazlasını yüklenmişlerdi. Maazallah, feminizm “yangını” sosyalizme rakip bir ideoloji olarak yayılırsa, yayılması engellenmezse, “yangın” hızla her yeri sarabilirdi. Bunun için, feminizm derhal “burjuva ideolojisi” olarak damgalanmalı,  bu akıma kapılan “kadın arkadaşlar” derhal “korunmaya” alınmalıydı. Nasıl?

“Feminizm mikrobu” bulaşmış olanlar derhal “karantina”ya alınır, “halk mahkemesi” adı verilen özel oturumlarda feminizm konusunda sorgulanır ve “mikroptan arınmaya” yatkın olmayıp inat ettikleri görüldüğünde de kızağa çekilirlerdi.

Feminizmin böylesi NKVD yöntemleriyle engellenemeyeceği anlaşıldığında ise, “ideolojik önderlikler” bu sefer, “kadın meselesini burjuva ideolojisi olan feminizm değil, sosyalizm çözer”den, “biz de feminizme taraftarız aslında, kadın meselesini birinci plana koyuyoruz” türküleri söylemeye geçivermişlerdir.

Sosyalist hareketlerin “ideolojik üretim” merkezleri bol bol “oportünizm” sözcüğünü kullanırlar ama ideolojik oportünizmde kimse onlarla aşık atamaz!

EŞCİNSELLİK ve SOL

Bütün dönemler boyunca solun en büyük tabusu eşcinsellikti. 1960’lı yıllarda büyük bir cesaret göstererek eşcinselliklerini açıklayan birkaç arkadaş dışında soldaki eşcinsel arkadaşlar bu kimliklerini uzun yıllar gizlemek zorunda kalmışlardır.

Bazıları ancak ülke ve örgüt dışına çıktıktan sonra comeout yapabilmişlerdir, çünkü başlarına geleceği çok iyi biliyorlardı. Bu “hastalığa” yakalandıkları bilinirse sol harekette asla barınamazlardı.

Pravda’nın 23 Mayıs 1934 günlü nüshasında Gorki’nin eşcinsellikle faşizmi özdeşleştiren makalesinden ve aynı yıl Sovyetler Birliği’nde “erkekler arasındaki eşcinsel ilişkiyi beş yıllık çalışma kampı cezası”na mahkûm eden yasanın kabul edilmesinden itibaren eşcinselliğin baskı altına alınması solda gelenek haline gelmiştir. Oysa 1917 Ekim’inden 1930’lara kadar uygulanan, eşcinselliğe ve evlilik dışı kadın-erkek ilişkilerine özgürlüktü.

Buna ek olarak, Türkiye’de sol, “halkımız ne der?” popülizminin kurbanı olmuştur, yoksa eşcinselliği, feminizm örneğinin tersine, kendine rakip olarak görmüş falan değildir. Genelde popülist olan sol, kendine mümkün olduğu kadar eril bir görüntü vermeye büyük özen göstermiştir. Öyle ya, “halkımız”ın desteğini alacaksak en az onun kadar “erkek” bir görüntüye sahip olmalı, hatta “kadınlarımızı” da cinsellikten azami ölçüde uzak bir giyim ve görünüm içine sokmalıydık.

Neyse ki, bu “erillik” merakı, 1980’li yıllarda, esas olarak feminizmin ve ardından LGBTİ+’nin mücadelesiyle yıkıldı. Bugün sol, en azından eski homofobik yaklaşımlarından bir miktar uzaklaşmış durumda.

Her şeye rağmen, solun kendisi değil ama galiba zaman hallediyor bazı şeyleri.

Gün Zileli

8 Temmuz 2023

www.gunzileli.net

gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Tarih Felsefesinde Liderlerin Rolü ya da Kılıçdaroğlu Meselesi

Artıgerçek Tarih Felsefesi’nde son derece önemli bir konu olan “Tarihte bireyin rolü” ya da “önderlerin …

4 Yorumlar

  1. Sayın Zileli,
    “Her şeye rağmen, solun kendisi değil ama galiba zaman hallediyor bazı şeyleri.”
    Her çıkılmaz durumda “en basit ve en aptalca çözümle başla” derler. Mesela yolda araba birden durursa, önce benzine bak!

    Ben de öyle yaptım. Tarihin tümünde ilk bakışta göze çarpan işi zamana bırakmamak. Şu an kozmostan içine düşülen tarihin ve özellikle fikir ifadelerinizi oluşturan siyasi toplumlar tarihinin ve hatta onun bile salt “-izm”cilikler veya kurtuluş ideolojilerinin tarihinin hem insanları hem de doğayı sonsuz tahrip ettiği apaçık olduğundan daha fazlasını söylemeye gerek yok gibi.

    Fakat var! Zaman, ne zaman doğdu acaba? Zaman, ne zaman çembersel, diğer bir adıyla kozmik olmaktan çıkıp doğrusal, değişmeleri, yani siyasi etkileri kaydeden ve özellikle kazananları alkışlayan falan filan, nesnel ve ölçülebilir bir baş belası oldu? Bir uyarı: Kozmik zamanda değişmeler doğanın kendi keyfine göre gidip gelmesiydi: Az çok fırtına, az çok yağmur, az çok yiyecek…

    Zaman ölçmekle Kapitalizm’in gelişimi arasındaki ilişkiyi inceleyen eserlerden en güzellerden birini E. P. Thompson yazdı. Sizin gibi bir siyasi alem uzmanına çok tavsiye ederim. Ayrıca, Hristiyanlık, zaman sadece Allah’a ait olduğuna inandığından, tefeciliği karşı geldi: Kilise’ye göre sanki zaman para yaratıyor! Çok daha var ama bu site siyasi konular sitesi. Her halükarda, yeni Allah para, yani Kapital, istediği kadar daha çok para yaratmakta.

    Kişisel bir hatıra: Atatürk becerilerine uyup modernleşmek isteyen “Made in Europe” Türkiye’de, beni okula kaydetme zorunluluğundan, bizimkiler bir tarih uydurmuşlar. Merak edip ne zaman doğduğumu anneme sordum. Çok sıcakmış ve çok incir varmış! Bak şu kara cahile! Ne var ki, Bergson, zamanın nesnel ve ölçülebilir olduğunu savunan Einstein’a karşı zamanın tecrübe (yaşama) olduğunu savundu. Meğer okuma yazma bilmeyen annem kara cahil değilmiş!

    Her neyse. Ne demek istediğinizi pekiyi anlıyorum, üstelik amacım dediğinizi çarpıtmak da değil.

    Ancak dünya bir kozmik süre var oldu. İnsanın, hem düşüşten önce ve hem de düşüşten sonra, var olması ile ölçersek, yaklaşık %99,99…

  2. “Sol’un Geçmişteki Takıntıları…” başlığının hemen altındaki yaftalar: Devrim ve Sosyalizm Sorunları, Feminizm, Gün Zileli, İdeolojik Biçimlenme, Kürt Sorunu, LGBTİ, Milliyetçilik, Sol, Stalinizm, Troçkizm.

    Yazıdaki İDEOLOJİK BİÇİMLENMENİN güncelleştirildiği apaçık.

    Özellikle dikkatimi çeken, eski ve güncellemede, hepsi şimdi Amerika’nın başını çektiği Batı’da doğup yeşerenlerin taklitçiliği ve görüş açısının tekrarı.

    Geçmişteki Batı taklitçiliğine bakın: Milliyetçilik en başta arkada Marksizm en son 68’ler vs. Bu gıda ile beslenen Türk solu düşünüldüğünde son cümle, “her şeyi zamana bırakmak”, tam bir çelişki. Buna politikacılar arasında çok sık rastlanır. Mesela, eğer “Allah” yerine “Zaman” lafını koyarsak, “Her şey Zaman’ın elinde olur” ve şimdi Türkiye’de egemen siyasi hava olan Müslümanlığa çok uyar. Ne var ki, Medeniyet zincirinde bir halka olan İslam, Devlet kurma, bilim, yazıyı fetiş etme, etrafa saldırıp Çin’den İspanya’ya kadar toprakları ve halkı ele geçirme ve evcilleştirme, hatta Batı’ya Orta Doğu tüm kültürünü aktarma vs. gibi işi hiç de zamana bırakmadı.

    Not: Eğer merak ederseniz: Modern dünyanın en etkili mitlerinden biri Tarih, yani sosyal değişmelerin Zaman kayıtlarıdır. Diğeri de, İlerleme, zamanı dolaylı içerir. Üstelik şimdi bilim adam-kadınları Zaman’ın, Allah gibi, ebedi olduğuna inanıyorlar. Tabii, bekle, gerçek devrimci solcular gibi, Batı fikir özgürlüğüne şükür, yine değişebilirler çünkü 20-30 yıl önce zamanın ebedi olduğu bir sapkınlıktı.

    Bu yazı bana Üç Maymun filmini hatırlattı. Amerika ve Amerika Batı’sının büyüsü altında olanları uyandırmak için yüzlerce arasından birkaç örnek vereyim.

    1. Tarih boyunca birçok kültür, kadın ve erkek dışındaki cinsiyet kimliklerini kabul etmiştir. İkili (Nonbinary ) olmayan insanlar, toplumlarında genellikle rahip, sanatçı ve tören lideri olarak hizmet veren benzersiz konumlara sahip olmuştur. İşte dünya çapında kültürler tarafından tanınan bazı ikiliği aşan cinsiyetler.
    Hint hicretleri (Hindistan); Calalai , Calabai ve Bissu (Endonezya, 6 cinsiyetli Bugisler); Muxe (Meksika’da); Sekrata (Madagaskar’a özgü Sakalava); İki Ruh (Two-Spirit, Apaçi/Cherokee); Bakla ( Filipinler’de), Mahu (Tahiti’de “belli belirsiz” cinsiyet olarak bilinir) ve benzerleri.

    Bende yüzleri aşan örnekler var. Ama bendeki örnekler, dünyaya halklarının ne kadar özgürlük içinde olduğu şamatasıyla kulak ve göz delen Amerika ve kölesi Batı’nın gösterdikleri, öjenik ameliyatlardan geçmiş, seksi, son moda giyecek ve makyajları sergilemeler yanında bu tarih öncesi fosiller sağ ve sola sıkıcı gelir.

    2. Eşcinsellik: Bazı toplumlarda kadın azalınca eşcinsellik artardı. Tabii, seks ayıp/günah olmadan önce.

    3. Benim en çok sevdiklerimden ikisi:

    1. Marko Polo İpek Yolu’nda beraberinde genç bir kız olan yaşlı bir kadına rastlar. Kadı kızı, ilk seks tecrübesi bir yabancı ile olsun diye İpek Yolu’na getirmiş. Marko Polo, henüz 13’nci yüzyılda seks açlığı içinde yaşayan halkını düşünür ve “bir daha geldiğimde bizim gençleri getireyim” der. Yaşlı kadın ve genç kız tarafını anlatmak uzun, özetleyeceğim. Kuzu can derdinde, zamanımızın temelini atan Rönesans İtalya’sı et derdinde.

    Laf lafı açtı: Bir anarşiste göre, “… sonuç olarak turist, gezerek dünyayı tanımak isteyen biri olarak kabul edilmelidir, üstelik bu olumlu bir şeydir de. Geçmişte de dünyayı dolaşan seyyahlar (traveller) vardı. Turizmden, turizm şirketlerinin büyük kârlar elde ettikleri bir gerçekliktir ama turizm ve turist, insanların ulusal sınırların ötesine geçip KARDEŞLEŞMELERİ için bir şanstır da.”

    Tarihi rivayetlere göre, Marko Polo makarnayı, bizim mantı gibi, makarna yemekleri zenginliğiyle meşhur günümüz İtalya’sına Çin’den getirmiş. Ama nedense KARDEŞLEŞMELERİ unutmuş olmalı ki 800 yıl geçmesine rağmen Çin ve İtalya kardeş olmamışlar. En iyisi zamana bırakalım ve “İNŞALLAH” diyelim.

    2. İnuit halklarını çalışan J. Malaurie’nin tekrar Arktika’ya dönüşünü kutlamak için hazırlanan toplantıda devrim ülkesi Fransa’nın başkanı V. G. d’Estaing Malauri’ye göz kırpar ve “duyduğuma göre İnuit’ler kadınlarını ikram ediyormuş” der.

    Şimdi ise tüm dünyayı kendi gibi sarışın mavi gözlü eden Amerika ve Amerika Batı’sında en fazla satılanlardan ikisi seks ve (yumuşak) pornografi.

    Bence solcu devrimciler için en iyi yolu Zelenski açtı: Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşliğin en bol olduğu Amerika ve Amerika Batı’sını seve seve seçmek. Hele Amerika sonsuz bolluk yaratacak doğal kaynak Nükleer füzyon ile sonsuz enerji kazanmasında başaralı olalı. Çin, Rusya, doğa adı ile doğal kaynaklarını elden kaçırmak istemeyen zengin ülkelerin haçsız gezegen kurtarma seferine çıkan ucubeler ve benzerleri, er geç, Amerika ve Amerika Batı’sının önünde diz çökecek.

    İlk önce tarım devrimini dolaylı anlatan Hristiyanlık; sonra Allah İngiltere’ye, bağışlasın, bilimci Darwin; daha sonra da bilimsel sosyalizmi bulan, Allah dünya işçilerine bağışlasın, Marks böyle buyurdu!

  3. “Sol’un Geçmişteki Takıntıları…” başlığının hemen altındaki yaftalar: Devrim ve Sosyalizm Sorunları, Feminizm, Gün Zileli, İdeolojik Biçimlenme, Kürt Sorunu, LGBTİ, Milliyetçilik, Sol, Stalinizm, Troçkizm.

    Yazıda solun Batı’dan kaynaklanan eski takıntılar incelenmiş, eleştirilmiş ama yerine yine Batı’dan kaynaklanan yeni bir ideolojik biçimlenme önerilmiş.
    Eski takıntıların kaynakları: Milliyetçilik ve 68’ler Marksizm’i. Solun Marksizm biçimlenmesinden dolayı anarşizme ve Troçkizme karşı tutumu ayrıntılı anlatılmış. Milliyetçilik biçimlendirme de Batı’dan gelme ama daha eskiye gider. Kürtlere karşı tutumun kaynağı. olan bu ideolojik biçimlenme de incelenmiş ve eleştirilmiş.

    Ancak önerilen yeni biçimlenmeler de Batı’da yeşerenler: Feminizm, Eşcinsellik ve LGBTİ+.

    Sayın Zileli ” Neyse ki, bu “erillik” merakı, 1980’li yıllarda, esas olarak feminizmin ve ardından LGBTİ+’nin mücadelesiyle yıkıldı.” der.

    Gelgelelim, erillik iki bileşenden oluşur: biyolojik ve kültürel. Esas olan kültürel. Mesela tarihte, en ünlüsü Amazonlar olan, savaşçı kadınlar olduğu çoktan biliniyor. Nükleer silahların tetiğini çeken ABD veya Rusya başkanı kadın olabilir ve o halde ne sağ ne sol kalır.

    Bir önceki yazdığım yazı ve bir daha önceki yazı da kültürel tarafı esas almıştı ama nedense yayınlanmadı. Eğer incitmeden ve özet olarak tekrarlarsam, sayısız toplumlarda eşcinselliğe kem gözle bakılmadı, sadece ikiden çok cinsiyet değil 5-6 cinsiyet bile hoş görüldü ve şimdi bile görülmekte. Ancak bu toplumların beyin yıkama aletleri Batı gibi güçlü değil.

    Tarih boyunca birçok kültür, kadın ve erkek dışındaki cinsiyet kimliklerini kabul etmiştir. İkili olmayan insanlar, toplumlarında genellikle rahip, sanatçı ve tören lideri olarak hizmet veren benzersiz konumlara sahip olmuştur.

    Dünyada ikiliği aşan cinsiyetleri şimdi bile hoş gören kültürlerden bazıları:
    Hint hicretleri (Hindistan); Calalai , Calabai ve Bissu (Endonezya, 6 cinsiyetli Bugisler); Muxe (Meksika’da); Sekrata (Madagaskar’a özgü Sakalava); İki Ruh (Two-Spirit, Apaçi/Cherokee); Bakla ( Filipinler’de), Mahu (Tahiti’de “belli belirsiz” cinsiyet olarak bilinir) ve benzerleri.

    Eğer eski Türk solu eski Batı propagandasına kapıldıysa, yenisine karşı daha da kuşkulu olmak gerekmez mi? Marksizm tabii ki bir Batı ideolojisi. Şu an Batı’nın en fazla propagandasını yaptıklarından biri olan “bol seçeneklere sahip olmak” seçenek kalmadığının bir gizlenmesi olmasın! Yani artık herkes batılı oldu!

  4. Sol’un Süregelen Takıntılarının asıl nedeni karşılarına aldıklarıyla aynı olmaları!

    Tarihe saygın varsa,
    – dışındasın, kaçarsın: kıymetli Doğa Kaynakları arar gelirler, turizm fırsatları arar gelirler, vs.
    – dışındasın, karşı koyarsın: onlar gibi olmazsan kazanamazsın. Yakın tarihte bile tanklara atlarla saldıranlar oldu ve binlerce diğer misali var.
    – içindesin: yine karşı tarafı taklit etmezsen başaramazsın.

    Tarihsel bakarsak, Üç durumdan sadece ilki saygıya değer. İkinciye, yani tıpkı karşı taraf gibi olma örneği sayısız: Sovyetler ve günümüz Çin’i vs. gibi. Üçüncüde, elle sayılacak kadar küçük bir azınlık da olsa, sonsuz saygıya değer kişiler ve guruplar oldu.

    Aşağıdaki yazı aynlığa ayna tutmak ile ilgili bir deneme.

    Kapital, Kapital Sadık Hizmetkarı Bilim, Bilim ruhanileri (bunlara bilim erkek-kadınları ve görünmeyen dünyayı görenler denir), Doğa Kaynakları, İnsan kaynakları ve Solcu devrimciler

    Not: Başta politikacılar, bankacılar, büyük iş erkek-kadınları, sanayiciler bilim ruhanilerine, yani bilim erkek-kadınlarına, “işe yarar enayiler” gözüyle bakarlar ama bu bir haksızlık. Ruhaniler faşist, Nazi, diktatör, kapitalist, komünist, sosyalist, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Budist, ateist vs tüm insanlara aynı coşkunlukla hizmet ederler. Din, cinsiyet, milliyet, ırk vs ayırımı yapmazlar. Tıpkı evcil hayvanlar gibi tek istedikleri okşanmak ve doyurulmak.

    Elhamdülillah Marksist-Leninistiz solcu devrimcileri, tıpkı düşmanları kapitalistler gibi, çoktan yere indirilmiş materyal Doğa Kaynaklarına taparlar. İnsanları Darwin-Marks misali, bir merdivenin basamaklarına istif etseler de, basamaklar eski merdiven duruk değil. Darwin-Marks, zamanlarının tabiriyle, kusursuz burjuva ve ilerleme dininin müritleri olduklarından, basamaklar altına yay koyarlar. Yaylar, “materyal koşullar uygun olunca” zikri ile harekete geçer ve alttakileri yukarı fırlatırmış. Eğer sabırlı olursan, eninde sonunda herkes tıpkı en üstte oturan süper insanlar gibi refaha ve dolayısıyla eşitliğe, özgürlüğe, kardeşliğe erişecekmiş.

    Rakipleri anarşistler bir adım daha ileri atarlar ve İnsan Kaynaklarını daha ciddiye alırlar. Bu sitenin gururu “Küçük beyinler kişileri, orta beyinler olayları, büyük beyinler fikirleri tartışır.” vecizesi bu tutumu çok güzel dile getirir.

    Özetlersek, en son tahlilde, Marksistler kurtuluşu cansız dünyada, anarşistler Yayların cansız hırdavat değil kendileri gibi büyük beyinlilerden oluştuğunu ileri sürerler, yani yukarı fırlamaların asıl nedeni beyin ve beyinlerin büyümelerine neden olan okullarmış. Tabii iyi okullar çok pahalı ama bu doğal. Büyük beyni iyi yıkamak için beyinleri iyice yıkanmış hocalar gerekir. Keder etmeyin, ek yollar da var. Mesela eğer materyal gücünüz elverirse seyahate çıkıp turistlikle de beyninizi büyütebilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir