Söylemler ve Gerçekler!

Artıgerçek

Fransa’da polis kurşunuyla öldürülen 17 yaşındaki Nael’in anısına…

Hayat paradoksal ve ironik bir tarladır. Bu tarlada bol demagoji ve yalan yetişir. Neredeyse bütün ürünler hormonlu söylemlerle sulanmıştır. Gerçek, toprağın derinliklerine gömülürken hormonlu söylemlerle beslenmiş yalan bitkileri gerçeğin temsilcisiymiş gibi gökyüzüne yükselir. Bazıları toprağa öylesine kök salar ki, sökmeniz mümkün olmaz. Uzun yıllar, hatta yüzyıllar boyu “gerçek”miş gibi beyinlerimizde yer ederler. 

Başlangıçta söz vardı, söz yalan söylemle beslendi ve başlangıçtaki vaatlerin tam tersi ürünler verdi. Ama onu herkes söylem hâliyle algıladı. En kötüsü de bu!

ENTERNASYONALİZM!

Sol gelenekteki bazı söylemlerden ve “ürünleri”nden başlayayım.

19. Yüzyıl, I. ve II. Enternasyonal’lerin kuruluşuna tanık oldu. Her iki enternasyonal de, ismi üstünde, işçi sınıfının uluslararası dayanışmasını birinci ilke olarak kabul ediyordu.

Fakat, II. Enternasyonal’in en güçlü partisi Alman Sosyal Demokrat partisi başta olmak üzere Avrupa sosyal demokrat partileri parlamentolarda güçlendikçe özde zayıfladılar. Güçlenmeleri, var olan kapitalist düzenin içine iyice yerleşmelerine yol açtı ve I. Dünya Savaşı patlayıp sıra parlamentoda savaş bütçesine oy vermeye gelince, bir tek Karl Liebknecht hariç tüm SPD milletvekilleri savaşı destekleyen kararlara oy verdiler. Böylece, uluslararası dayanışma diye yola çıkanlar, yirmi otuz yıl içinde uluslararası boğazlaşmanın yandaşı haline geldi. Söylem yine “enternasyonalizm”di ama artık bu sadece söylemden ibaretti.

PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ!

Lenin, Sovyetler Birliği devletini kurarken, başköşeye “proletarya diktatörlüğü” söylemini oturttu. Bu söylem, bir yönüyle kulağa hoş geliyordu, bir yönüyle de ürkütücüydü. Kulağa hoş gelen yanı, uzun yıllardır ezilen proletaryanın nihayet ezilmekten kurtulup kendini ezenlere karşı egemenliğini ilan etmesiydi. Artık yasalar proletaryanın aleyhine olmayacaktı, proletarya her yerde bir avuç egemenin ya da burjuvazinin sömürüsüne uğramayacaktı. “Diktatörlük” deyimi biraz kulak tırmalayan ürkütücü bir deyimdi ama o da, proletaryanın sömürülen bir sınıf olmaktan kurtulması bakımından bir dönem için “zorunlu”ydu. Proletarya, sömürücülere diktatörlük uygulayıp onlara nefes aldırmayacaktı ki, yüzyılların sömürü düzenini ortadan kaldırabilsin!

Ne var ki, uygulama tam tersi oldu. “Proletarya diktatörlüğü” diye takdim edilen yeni düzen ya da devlet, öncelikle proletaryayı baskı altına aldı. İşçilerin mücadele içinde oluşturdukları “işçi denetimi komiteleri”ni dağıtarak önce bütün yetkiyi, denetimi altındaki sendikalara, ardından da işletme komiserlerine verdi. Artık işçilerin hiçbir itiraz hakkı yoktu. İtiraz eden, “karşıdevrimci” veya “spekülatör” olarak kendini Çeka zindanlarında bulurdu.

“Proletarya diktatörlüğü”, proletaryanın eskisinden de beter bir diktatörlük altına alınıp ezilmesine yol açmıştı. Eski düzende hiç değilse işçilerin grev hakkı vardı. “Proletarya diktatörlüğü” bu hakkı da gasp etmişti. Gerekçesi: “Proletarya kendisine karşı mı grev yapacak?”

HİZİP YASAĞI!

Sovyetler Birliği’nde kurulan düzen, İç Savaşın da etkisiyle pek olumlu gitmiyordu. “Savaş komünizmi” denen komiserler diktatörlüğü altındaki ürünlere el koyma politikası Rus köylülüğünün büyük tepkisini çekmişti. Lenin, gerektiği yerde manevra yapmasını bilen bir liderdi. Bolşevikler “savaş komünizmi” sarhoşluğu içinde asıp kesmeyi sürdürürken, Lenin büyük bir manevra yaptı ve 1921 yılındaki 10. Kongre’de NEP’i (Yeni Ekonomik Düzen) ilan etti. Artık “savaş komünizmi”nden vazgeçiliyor ve köylünün ürününü devlete makul fiyatlardan satmasına ve ekonominin damarlarındaki kanın serbest akışını sağlayan küçük ticarete izin veriliyordu.

Fakat Lenin, manevra yapma kadar, dizginleri sıkılaştırma kabiliyetine de sahip bir önderdi. Madem serbest ticarete bir miktar izin verilmişti, o zaman yeni düzenin “liberalizme” kaymasını önlemek için dizginler daha da sıkı tutulmalıydı. Ekonomik serbestleşme siyasi baskının arttırılmasını getirdi. Dahası, bu baskı, ülkenin genelindeki durumla ters orantılı bir şekilde sürmüş olan, parti içinde farklı fraksiyonların tezlerini serbestçe tartışmasına da son verdi. NEP’in kabul edildiği 10. Kongre’de “hizip yasağı” da getirildi.

Fakat, “hizip yasağı” sadece açık tartışmayı önledi ve bu da baskı altında kalan farklı parti içi fikirlerin kendilerini yarı-gizli hizipler olarak ifade etmelerine yol açtı. “Hizip yasağı” geleneği, bütün Komintern dönemi boyunca acı ürünlerini vererek devam ettiği gibi, günümüz solunun da geleneği oldu. Her fikir ayrılığı, “hizip” kabul edilip dışlandığı ve dışlanacağı için, farklı fikirler ister istemez kendini “hizip” olarak örgütledi ya da öyle kabul edildi.

Hizip yasağı, bir hizipler enflasyonuyla sonuçlanmıştı.

ULUSLARIN KADERİNİ TAYİN HAKKI!

Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarındaki “ulusların kaderlerini tayin hakkı” uygulamalarından da bazı örnekler verebiliriz.

Lenin, UKTH’nı, Bolşevik Partisi’nin ve yeni Sovyetler Birliği’nin baş ilkelerinden biri haline getirmişti. Fakat bu ilke, Rusya’dan zaten yarı yarıya özerk durumda olan Finlandiya dışında hiçbir yerde gerçek anlamda uygulanmadı. Devrimden umuda kapılarak kendilerine de UKTH uygulanacağını düşünüp harekete geçen “iç” uluslar, Kızıl Ordu aracılığıyla teker teker ezildi. Öyle ki, bu durum, bazı Bolşeviklerce “işçi sınıfının kaderini tayin hakkı” olarak bile izah edilir oldu. Bu bastırma ve işgal hareketlerinden en çok bilineni, Azerbaycan’daki, Müsavat Hükümeti’nin, o sırada oralarda bulunan Osmanlı askeri birliklerinin ve dinci İttihat Partisi’nin işbirliği ile Kızıl Ordu tarafından devrilmesi ve SB’ne bağlı bir rejim kurulması; keza Gürcistan’daki Menşevik Hükümet’e, yine Kızıl Ordu işgaliyle son verilmesidir.

UKTH denmiş, bu hak, bizzat Kızıl Ordu tarafından gasp edilmiştir.

ANTİ-FAŞİZM!

Bir örnek de 1930’lu yıllardan.

Sovyetler Birliği, 1930’lu yılların başında, yükselen faşizm tehlikesini küçümsemiş ve “sınıfa karşı sınıf” politikasıyla, özellikle Almanya’da yükselen faşizm yerine, sosyal demokrasiyi baş hedef almıştı. Bu politikanın da yardımıyla 1933’de Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikte, süreç içinde bu yanlış politikanın düzeltilmesi yoluna gidilmiş ve Komintern’in 1935 yılındaki VII. Kongresinde “faşizme karşı birleşik cephe” politikasına geçilmişti.

Bu elbette olumlu bir gelişmeydi ve örneğin Fransa’da, bu politikanın ürünü olan “Halk cephesi” uygulamasıyla faşizme karşı bazı başarılar elde edilmiş, daha önemlisi, Sovyetler Birliği, tüm Avrupa’da faşizme karşı direnişin kalesi olarak (elbette içerideki, Lenin’in “eski muhafızları” Bolşeviklere karşı yürütülen Büyük Tasfiyeler algılanmadan) görülmeye başlanmıştı.

Ne var ki, Sovyetler Birliği, Hitler Almanya’sı ile 1939 yılının Eylül ayında bir “Saldırmazlık Paktı” imzalayarak “anti-faşist” mücadeleyi bordodan aşağı attı ve Hitler’in, bu paktın imzalanmasından bir hafta sonra Polonya’ya saldırarak II. Dünya Savaşı’nı başlatmasına yol açtı. Dahası, Polonya, Batı’dan giren Nazi orduları ve Doğu’dan giren Kızıl Ordu tarafından haritadan silindi.

“Faşizme karşı birleşik cephe”, 1939 yılında “faşizmle birleşik cephe”yle sonuçlanmıştı.

“VESAYET”E KARŞI OLMAK!

Böylesi durumlara aslında kendi yakın tarihimizden de örnekler var. Uzatmadan tek bir örnek vermekle yetineyim.

AKP, 2002’de ordunun “vesayet rejimi”ne son verme vaadiyle iktidara gelmişti. AKP’nin bu söylemine kanan liberal arkadaşlar, sırf bu nedenle AKP rejimini desteklediler ve 2010 yılındaki Anayasa oylamasında, “yetmez ama evet” diyerek AKP Anayasası’na “evet” dediler. Özellikle bundan sonraki süreç tam ters yönde ilerledi ve AKP, orduyu da kendine tabi kılarak tam bir vesayet rejimi kurdu.

“DÖNEK”!

Bir de önüne gelene “dönek” diyerek kendine siyasal alanda yol açmaya çalışan bir figür vardır ki, etraflı olarak ele alınsa yazımıza büyük katkıda bulunabilirdi. Fakat herkese “dönek” derken (bu terime oldukça kuşkuyla bakarım ama burada ister istemez kullanmak zorundayım) dini siyasete alet etmesiyle, LGBT+İ’ye yalın kılıç girişmesiyle ve son seçimde AKP’ye oy verme çağrısı yapmasıyla “dönek”liğin zirvesine tırmanarak epeyce kavratıcı bir örnek olan bu figürün üzerinde fazla durmak içimden gelmiyor doğrusu.

Gün Zileli

1 Temmuz 2023

www.gunzileli.net

gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Tarih Felsefesinde Liderlerin Rolü ya da Kılıçdaroğlu Meselesi

Artıgerçek Tarih Felsefesi’nde son derece önemli bir konu olan “Tarihte bireyin rolü” ya da “önderlerin …

2 Yorumlar

  1. “Söylemler ve Gerçekler!” değişik sorunlar içermekte ama ana sorun, fark, özel bir önem taşır: “Görünen köye kılavuz gerekmez.” Biliyorum ki şimdi de görme ile söylemin farkı sorunu çıkar. Gökyüzü mavi mi? Dünya düz mü? Yalnız bu farkı kendilerine din eden bilimciler asla kendilerine emir veren politikacıların asıl efendileri olduğundan ve girişimlerinin sadece ve sadece Devlet-Banka-Endüstri-Okul-vs., kısacası yeryüzü değil yeryüzü haritası meraklılarına hizmet ettiklerini görmezler. Üstelik akıl yürütme karanlıkta gerekir.

    “Söylemler ve Gerçekler!” diğer bir atasözünü hatırlattı: “Cehennem yolu iyi niyetlerle döşelidir.”

    ““Reelanarşizm” Üzerine Birkaç Söz…” yazısı da sorunlu. Nasyonalizm solcuların ideolojisi idi. Sağ, bunun pahası ölçülmez bir süt ineği olduğunu görüp hemen sarıldı. Bunun üzerine sol enternasyonalizme sarıldı. Yani, kıta kıta zıplayarak dolaşan çekirgeleri savunmak sol enternasyonalizm mirası. İstatistik yapacak değilim ama turistlerin milyarda biri hariç hepsi ancak dandik bilgi edinir ve sadece yerli fakirlerin ağızlarını sulandırır. Üstelik şimdi yılda bir turistlik yanı sıra iş yerlerinde daha da verimli olmak isteyenler için günlük/haftalık jimnastik salonları da çıktı. Verimliliğin lüks adı enerji. Yani aynı zamanda daha çok iş yapabilmek (enerji = iş/zaman). Karşımıza yine “Söylemler ve Gerçekler!” çıktı. Bence bu yazı temelde “Söylemler ve Gerçekler!” yazısı ile çelişkiye düşer. Yanıtımın teması bu çelişki.

    Tarihçilere göre Herodot’un aktardığı Antik Mısır aslında halihazırda çok gelişmiş bir turizm endüstrisinin gelen turistlerin duymak istedikleriymiş. Benzeri sorunları antropologlar yaşarlar. Yerli, bilginin ne işitmek istediğini tahmin etmeye çalışır.

    Herodot’un Antik Mısır hakkında aktardıklarını inceleyen tarihçiler aslında halihazırda çok gelişmiş bir turizm endüstrisinin gelen turistlerin duymak istedikleriymiş (Antik Grek için Mısır ve İran “derin” bilgi kaynağı idi). Benzer sorunları antropologlar yaşarlar. Yerli, soranın ne işitmek istediğini tahmin etmeye çalışır.

    Söylemlerle gerçekleri ayırt etme çabası bile bu işin ne kadar sakat olduğunu ve aynı zamanda yazanın da tamamıyla zamanına uyan biri olduğunu açıklar. “Başlangıçta söz vardı, söz yalan söylemle beslendi ve başlangıçtaki vaatlerin tam tersi ürünler verdi. Ama onu herkes söylem hâliyle algıladı. En kötüsü de bu!” Bu Eski Ahit’ten ve çok belli bir kültüre ait. Üstelik ilk “iki de bir” orijinal günahtan biri: Bilgi- yemek. Darwin yemek günahını 19’ncu yüzyıl çılgınlığı bilimsileştirme modasına uydurdu. Bakın mesela Kropotkin. Hem de solcular için bu günah bile değil, bu bir kurtuluş, başkaldırma. Solcu devrimcilerin büyük aşkı ilk Prometheus diyebiliriz. Zamanımızın temeli, söylemler ve gerçekler farkının baş belası olduğu Devletli Medeniyetlerin doğuşu diyebiliriz. Uzatmak istemiyorum, kısacası bu fark evrensel değil. Eğer söylemler ve gerçekler apaçık uymasa kimse kulak asmazdı. Büyük din eğer “biri hariç çocuklarının hepsini öldüreceksin” (şimdi gezegeni kurtarmak için dolaylı yapılıyor), “boynuna bir kaya bağla denize atla, batmazsın” (bu da şimdi dolaylı yapılıyor) deseydi din bilimcileri hariç herkes bunu şaka sanırdı. Yani yutturanlarla yutanlar arasındaki ilişkiler pek basit değil. Üstelik bir antidot bulundu: Modern bilim, daha doğrusu “gerçeğe” varma metodu. Yani daima farkın olabileceği şüphesi. Binlerce daha varsa da, aşağıda — Yapay Zeka Geliştiricileri, Einstein, Oppenheimer vb. gibi— bu yolu tutanların efendilerine karşı sıfır şüpheleri olduğunu uzun uzun anlatacak değilim. Kısacası, söylem/gerçek farkını kendilerine kılavuz ederler ama asıl efendinin söylem ustası olduğunu bilmezden gelirler.

    Soru şu: Zamanının gerçeklerine uyan, bu gerçekleri dile getiren söylemlerden ayırt edebilir mi? İşçilere önderlik etme bu işin kolay olmadığının bahanesi ile olmadı mı? Bu bataklığa girmek istemem, bir örnek yeter: Şimdi çirkin gelebilecek el-işçiliği/kafa- işçiliği ayırımı (veya bu sitede yazıldığı gibi küçük-orta beyin/büyük ayırımı) devrimci sol edebiyatı değil mi?

    Anarşist mahalledeki yazıda kastedilen turistin kim olduğunu herkes bilir. En azından yerleşmek için bir yer arayan olmadığını bilir.

    Üstelik bu turizm endüstrisi Avrupa’da halkına, yer yer farklı da olsa, zorla dayatıldı. Hatta şu an bile, İsviçreli arkadaşlarım “anne ve babalarımızın tatil diye bir şey bilmezlerdi ” derler.

    Bakın mesela şahane tarihçi Alain Corbin’in ” L’avènement des loisirs [Boş zamanın gelişi. Not: tatil, başıboş, başıboş salmak demek ] (1850-1960)”. Çok kısaca, insanların çalışma zamanı düzene sokuldu, boş zamanlarını düzenlemeye geçildi.

    İşte gülünç bir hem söylem hem gerçek: okul, eğlence demekti, şimdi işkence Hem de tıpkı turizm gibi, devasa bir endüstri.

    Her neyse. Aşağı yukarı, paylaşılan kolonilerden çekilmelerden sonrası da dahil, tüm dünya nasyonalizme sarıldı, Atatürk’ün kulağı çınlasın. Enternasyonalizme sarılanlar malum, Marks’ın kulakları çınlasın.

    Bu noktada Zileli’nin “Uzun yıllar, hatta yüzyıllar boyu “gerçek”miş gibi beyinlerimizde yer ederler.” lafına bir örnek vermek isterim: Koloniler coğrafi olmaktan çıkar ve ruhanileşir ve Birleşmiş Milletler adı altında beyinlere işlenir. (pasaport tarihine bir bakın) Bu anlamda şu an Avrupa bile, nihayet, ABD’nin bir ruhani kolonisi oldu. Diğer bir örnek de Yapay Zeka satışları. Yapay Zeka’nın ilk kurucu babaları bile korku, insan bilgisayar farkı, pişmanlık, devletten yardım beklemeleri zırvalayıp duruyorlar. Bunlara “günaydın!” Ekolojik felaketlere yol açan eski yeniliklere bile bakıp bir ders almaktan acizler.

    Ben Einstein’ı pek sevmem ama bir lafı bunlara çok uyar: “Bir sorunun varsa ve Devlet’ten yardım beklersen iki sorunun var!” Aynı Einstein Oppenheimer’a, benzeri nedenden, Yidişçe salak dedi. Asıl büyük beyinli, Truman, yaptığına pişman olan Oppenheimer’a “bebek gibi ağlayan”, “mızmız” dedi.

  2. Dünyanın en çok pislik dolu yerinde ve şimdi ABD’nin dalkavukluğu ile geçinen İngiltere’de, pislikleri, Blake gibi, gübre eden şahane bir gülün söylemi.

    “Modern çağımızın en yüksek ruhsallığı birbirimizin fiziksel varlığından tiksintimiz. Duygusallıkta incelik ve titizliğin devasa İLERLEMESİ (BENDEN NOT: sağ ve sol devrimcilerin büyük aşkı!) fiziksel varlıklardan ve hatta kendi bedenimizde bile nefret etmemize yol açtı. Televizyon, sosyal medya, radyo, filim, gazete, CD (müzik) gibi insanlığın aklı aşan ölçüde soyut dünyada yaşaması eğlencelerimizde bile fiziksel elemanlardan nefret ettiğimize şahitlik eder. İnsanlar artık fiziksel temaslardan uzaklaşmak istiyorlar. Et kemikli insanları görmek istemiyoruz, ekranlardaki gölgelerini tercih ediyoruz. Gerçek sesleri yerine aramıza giren makinelerle (radyo, telefon, yanısıra BENDEN NOT: araya giren sağ ve sol devrimcilerin anlattıkları ve gösterdikleri) iletilen sesleri işitmek ve gösterdikleri görüntüleri görmek istiyoruz. Fiziksel dünyadan kaçıp kurtulmalıyız. BENDEN NOT: yine karşımıza en başta liberal demokratik sağ devrimciler ile sol devrimcilerin meşhur kurtuluş vaadi çıktı. Liberallerin en son çektiği kurtuluş ilahilerden biri Yapay Zeka. Bu, her zaman olduğu gibi somut insan düşmanı ama soyut İNSANLIK aşkıyla yaşamını sağlayan Devlet ve benzeri muhabbet tellallarının işine yarayacak son zımbırtı. Diğer bir deyişle, bu sitenin reklamını yaptığı Büyük Beynin en son ve en iyisi.

    Bence sorun ruhsallık değil. Nitekim hem Blake hem de bu düşünür ruhsallığı çok ciddiye aldılar. Sorun ruhsallığın ne zaman gökyüzüne çıkarılıp DİN ve Rönesans sonrası yeryüzüne indirilip tekrar DİN edilmesi. Hıristiyanlık ve İslam’ın ideali olan evrenselliği son din Kapital fazlasıyla başardı. Devlet de farklı Kapital çeteleri arasında aracılık yapan bir işletme (şirket) ya da yaygaracı oldu.

    Bir örnek 1975’de hala büyülü dünyada yaşayanları çalışan bir antropologdan:
    “Çarpıcı özellik, etraftaki ruhların ne kadar ampirik, dünya hakkında konuşma biçimlerinden ziyade dünyada çok somut, gözlemlenebilir nesneler oldukları.”

    Diğer örnek önümdeki “Söylemler ve Gerçekler!” yazısı. “Söylem” söylemek, laf etmek, konuşmak ve saire demek. Yazı başında da açıkça söylenmiş: ” Başlangıçta söz vardı, söz yalan söylemle beslendi ve başlangıçtaki vaatlerin tam tersi ürünler verdi.”Ama unutulan bir şey var. Sözler hiç de maddi değil makalenin güzelce açıkladığı gibi “gerçekleri” (yazıdan da belli ki gerçekler sabit değiller) sonsuz ve acı tahrip ederler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir