Vasal Devletler!

Artıgerçek

Tarihe ve bugüne baktığımızda, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve dönem dönem biçim değiştirse de Rus devletinin temel özelliklerinin dünyada ve kendi arka bahçelerinde vasallık olduğunu görürüz.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD, “arka bahçesi” Latin Amerika ile yürüttüğü vasallık ilişkisiyle yetinmemiş ve dünya çapında yayılmıştır. Uzak Asya halklarına karşı savaşmak ve yenilmek zorunda kalmasının anlamı budur. Uzak Asya yenilgisinden sonraki süreçte ABD epeyce güç kaybetmesine rağmen, bu dünya jandarmalığı rolünden vazgeçmiş değildir.

Rusya ise, ABD ile dünya hegemonyası yarışına girse de, ABD’den farklı olarak, her zaman “arka bahçe”sindeki ülkelerle vasallık ilişkisini sürdürmeye daha büyük ağırlık vermiştir. Belki de bu, ABD gibi finans gücüne değil de, süngü gücüne dayanmasından ileri geliyordur. Bu vasallık, ya tabi ülkenin doğrudan doğruya Rus imparatorluğunun sınırları içine dâhil, yani ilhak edilmesi ya da tabi devlet kendi ulusal sınırlarına sahip olsa da vasal devlet-tabi ülke ilişkileri çerçevesinde yürütülmüştür. Sovyetler Birliği döneminde, görünüşteki “özerk” tabi ulusların yanı sıra, Sovyetler Birliği’nin batısında yer alan “arka bahçe”sindeki, Baltık ve Doğu Avrupa ülkelerinde vasilik ilişkileri sürmüştür. Rus devleti, bu bölgelerdeki ülkelerin vasilik ilişkisinden kurtulma girişimlerini fiili işgallerle yanıtlamıştır.

Sovyetler Birliği, 1939 yılında, Nazi Almanya’sıyla gizlice anlaşarak Polonya’nın doğusunu işgal etti. II. Dünya savaşından sonra Almanya’nın doğusu da dahil olmak üzere tüm doğu Avrupa ülkelerini (Polonya, Çekoslovakya, Macaristan vb.) hegemonyasına aldı ve kendi vasallık alanı olarak ilan etti. Güneyindeki Ukrayna, Belarusya zaten Sovyetler Birliği’ne tabi “özerk” ülkelerdi. Ukrayna, ancak 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, “bağımsız” bir ülke haline gelebildi.

Fakat “bağımsız” ülke olmak, Rus devletinin “arka bahçesi” olmaktan ve bu devletin hegemonyasından, hatta işgal tehdidinden kurtulmak anlamına gelmiyordu. Bunun yakın tarihteki örnekleri, 1956 yılındaki Macaristan ayaklanmasından sonra Sovyet ordusunun Macaristan’ı işgal etmesi; 1968’de, Çekoslovakya’daki reform hareketini tanklarıyla ezmesi ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra Stalin’in Tatar nüfusu Sibirya’ya sürdüğü, Ukrayna’ya bağlanmış Kırım’ı 2014’de yeniden ilhak etmesidir.

Günceldeki Ukrayna meselesine gelecek olursak, Sovyetler Birliği’nin dış politika çıkarlarını aynen devralan Rusya Federasyonu’nun, uzun yıllar “kendi toprakları” olarak gördüğü Ukrayna’nın, hemen güneyinde ayrı bir devlet olarak varlığını sürdürmesinden son derece rahatsız olduğu ve fırsatını bulduğu an bu ülkenin tepesine binmeyi planladığı çok açıktır. Nitekim, Ukrayna kendi egemenliği altındayken, tipik hegemonyacı bir uygulama olan Rus nüfus yerleştirme uygulamasıyla Ukrayna’nın doğusundaki Dombas bölgesini fiilen zaten ilhak etmiştir. Ukrayna’nın NATO’ya girmesi-girmemesi vb. “sorunu” sadece Rusya’nın Ukrayna’yı yeniden ilhak etme planının bahanesidir. Ukrayna NATO’ya girmese de (zaten batı bundan vazgeçtiğini açıklamıştır) Rusya baskısını sürdürecek ve eninde sonunda Ukrayna’ya saldıracaktır. Bunu, geçmişte Baltık ülkelerine ve Finlandiya’ya yaptığı gibi, “kendisinden yardım isteyen” bir kukla hükümetin daveti ile yapacağını tahmin ediyorum. II. Dünya savaşından önce Kuusinen’in başında bulunduğu, Moskova’da üslenmiş kukla Finlandiya Hükümeti, Sovyetler Birliği’ni ülkesine “davet” etmiş ve bunun üzerine Sovyet ordusu “Kuusinen Hükümeti”nin “davetiyle” Finlandiya’ya saldırmıştı. Bu girişim, Finlilerin kahramanca direnişiyle akim kalmıştı, o başka.

Pek yakında “yeni kurulmuş Ukrayna Hükümeti”nden Rusya’ya bir “davet” gelirse (ki bu savaş ilanının bir başka biçimidir) hiç şaşırmam.

Gün Zileli

14 Şubat 2022

www.gunzileli.net

gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Yerelden Yenmek!

Artıgerçek YEREL MÜCADELELER Merkeziyet-âdemimerkeziyet tartışması son 200 yılın en önemli tartışmalarından biridir. Marksist sol, her …

14 Yorumlar

  1. ABD kuşatmasını yarma harekâtı

    Mehmet Ali Güller

    26 Şubat 2022

    Tabloyu şöyle özetleyebiliriz: Rusya, ABD/NATO’nun 30 yıldır sürdürdüğü büyük kuşatmaya karşı, “son cephe” üzerinden yarma harekâtı yapıyor. Ukrayna’yı son cephe ve satranç tahtası haline getiren ise Rusya değil, ABD’dir. Bedelini ise ne yazık ki Ukrayna halkı ödüyor…

    Bugünü çözümleyebilmek, son 30 yılın stratejik mücadelesini incelemekten geçer: ABD, eski SSCB ülkelerine genişlemeyeceği sözü vermesine rağmen, Rusya’yı boğmak amacıyla beş dalgada NATO’yu Rusya sınırlarına genişletti. Yani 30 yıldır ABD saldıran, Rusya savunan pozisyondaydı.Ancak güç dengeleri değişiyor ve Rusya hem son savunma hattında olduğu için ama hem de “Artık yeter” diyecek potansiyele ulaştığı için ABD saldırganlığına yanıt vermektedir. Özeti budur.

    ASIL SAVAŞI BİTİREN HAREKÂT

    Tam da bu nedenle, Rusya’nın askeri harekâtı, “asıl savaşı” bitirme hedefli savunma saldırısı olarak da yorumlanabilir. Çünkü sekiz yıldır Donbas’ta zaten savaş vardı. 2014’te Amerikancı darbeyle hükümet devrildiğinde Kırım, Donetsk ve Luhansk darbeye karşı pozisyon aldı. Kırım bağımsızlık ilan etti, referandumla Rusya’ya katıldı. Ukrayna, Donetsk ve Luhansk’a saldırdı. 2015’te Minsk Anlaşması’yla bu iki bölgeye “özel statü” kararlaştırıldı ancak Ukrayna uymadı ve sekiz yıldır Donetsk ve Luhansk’ı, yani Donbas bölgesini vuruyor. Batı medyası üzerini örtse de sekiz yılın sonunda Donbas’ta 2 bin 600 sivil öldürüldü (bazı kuruluşların verilerine göre 3 bini çocuk olmak üzere 13 bini sivil, toplamda 14 bin insan öldürüldü), on binlerce insan evlerini terk etmek zorunda kaldı.

    İşte Putin’in askeri harekâtı, bu büyük kıyımı da fiilen sonlandırmayı amaçlıyor. Nitekim Donetsk ve Luhansk cumhuriyetlerinin yetkilileri “Rusya’nın harekâtı, Donbas’a barış getiriyor” demektedir.

    HAREKÂTIN HEDEFLERİ

    Putin’in 24 Şubat 2022 sabahı başlattığı askeri harekâtın hedeflerine bakacak olursak:

    Askeri hedefler: Birincisi ve esas olarak Donetsk ve Luhansk halk cumhuriyetlerinin Ukrayna kontrolü altındaki 2/3’lük bölümünde egemenlik sağlamak. İkincisi, füze savunma sistemleri başta olmak üzere Ukrayna’nın çeşitli bölgelerindeki askeri tesislerini etkisiz hale getirmek.

    Siyasi hedefler: Kiev’deki Amerikancı hükümeti yıkmak ve neo-Nazi gruplarını tasfiye etmek.

    Stratejik hedef: ABD/NATO’yu “güvenlik garantileri” vermeye mecbur etmek. Bu garantilerin başında da Ukrayna’nın NATO’ya üye alınmayacağı konusu var elbette.

    ABD’YE GÜVENEN BEDEL ÖDER

    Ukrayna penceresinden tablo şudur: ABD, Ukrayna’yı ateşe attı ve Rusya’ya karşı savunamıyor. Bu gerçeklik, eski dünyanın egemenlerinin hegemonyasının zayıflamasına ve yeni dünyanın şekillenmekte olduğuna işaret etmektedir.

    Ukrayna, en sonunda bu tablodan dersler çıkaracaktır. Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski’nin şu sözleri, bu gerçeğe işaret etmektedir: “Ülkemizin savunmasında yalnız bırakıldık. Kim bizimle savaşmaya hazır? Kim Ukrayna’ya NATO’ya katılma garantisi vermeye hazır? Herkes korkuyor.”

    Tablo budur ve acımasızdır: ABD’ye güvenenin büyük bedel ödediğini resmetmektedir. Öyle ki ABD’nin savaş kışkırtıcılığına alet olan Zelenski, askeri harekâtın ikinci gününde “Rusya ile müzakere masasına oturmamız gerekiyor” demek durumunda kalmıştır. Bu, Ukrayna halkının da er geç 2014’teki Amerikancı darbe ile hesaplaşacağının göstergesidir.

    MONTRÖ SİGORTADIR

    Konunun Türkiye’yi ilgilendiren boyutu ise enerji, turizm gibi ekonomik alanlardan çok, bir güvenlik problemi olarak Karadeniz’dir. ABD’nin NATO düzleminde bir süredir Türkiye’yi Ukrayna krizi üzerinden Montrö’yü gevşetmeye zorladığını biliyoruz. Son olarak Reuters bu konuda “gayri resmi görüşmelerde ilerleme sağlanamadığını” duyurmuştu.

    ABD’nin ve Batı’nın olanı “savaş” ama Rusya’nın “askeri harekât” şeklinde nitelemesi, bu ülkelerin çıkarları kadar bizi de yakından ilgilendiren bir farklılıktır. Türkiye’nin tabloyu “savaş” diye nitelendirmesi, Montrö’nün savaşla ilgili maddeleri üzerinden ABD’nin ülkemizi zorlamasına koz oluşturur.

    Oysa Montrö Sözleşmesi’nin doğurduğu statünün korunması, sadece çatışanları değil, bölgeyi etkileyecek savaş riskini azaltması bakımından Türkiye’yi de çok yakından ilgilendirmektedir. Ankara’nın asıl odaklanması gereken konu budur.

    https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/mehmet-ali-guller/abd-kusatmasini-yarma-harekati-1911151

  2. Rus işbirlikçisi bir yazı yazı ne yazık ki. Saldırganın yanında yer alıyor.

  3. Demir’in yazısı, saldırgan Putin’i ve yardakçısı D. Perinçek’i bir hayli sevindirecektir (okurlarsa tabii!)

  4. Zileli’nin yazısı, saldırgan ABD/NATO’yu ve yardakçısı Ukrayna yönetimini bir hayli sevindirecektir (okurlarsa tabii!)

  5. ha ha! okumazlar merak etme. Ama Perinçek, Demir’i okuyabilir ve sevineceğinden eminim.

  6. Yavuz Alogan’dan da şöyle bir yazı var:

    RUSYA’NIN SINIRLARI
    Yavuz Alogan

    Her büyük savaş bir önceki barışın sonucudur. Antlaşmaların sözleşmelerin eksik bıraktığını tamamlamak ya da bozduğunu düzeltmek için yapılır.
    1919 Versailles Barışı’yla Alman İmparatorluğu parçalandı, Alman halkı ağır şartlarla cezalandırıldı. ABD Başkanı Wilson’ın “kendi kaderini tayin” ilkesi Avrupa çapında mikro milliyetçiliği, yanı sıra kıtada tarihsel kökleri olan ırkçılığı canlandırdı. Almanların farklı ulusal sınırlar içinde kalan Germenleri birleştirme ve Versailles haritasını değiştirme tutkusu Eylül 1939’da II. Dünya Savaşı’na yol açtı. Finlandiya Kış Savaşı’ndan sonra Rusya’nın ihraç edildiği (Aralık 1939), ABD’nin ise katılmaya tenezzül etmediği Milletler Cemiyeti kıtada barışı korumak için hiçbir şey yapamadı.
    Birleşmiş Milletler (1945) savaşın yol açtığı paylaşım temelinde kuruldu; II. Dünya Savaşı’nın galipleri Tahran (1943), Yalta ve Potsdam (1945) Konferansları’nda Balkanlar’ı, Orta ve Doğu Avrupa’yı, Pasifik bölgesini nüfuz alanlarına bölerek kendi aralarında paylaştılar.
    Soğuk Savaş’a rağmen, 1945’ten kabaca 2001’e kadar bölgesel savaşlar ve sömürgecilik döneminin artçı savaşları dışında insanlık barış içinde, sürekli ilerleme, gelişme umuduyla yaşadı. Reel sosyalist sistemin “süper güç” seviyesine yükselerek kapitalist sisteme meydan okuması ve alternatif oluşturması, batı ülkelerinde etkili olan güçlü sendikaların, sosyalist/sosyal demokrat siyasî doktrin partilerinin varlığı, gelişmiş ya da az gelişmiş bütün kapitalist ülkelere sosyal refah, toplumsal kalkınma, bölüşümde eşitlik ve adalet gibi günümüzde kullanılmayan kavramları getirdi. İnsanlık bu kavramları sonsuza kadar benimsemiş gibi göründü.
    Geniş reel sosyalizm alanının 1989-91 arasında Varşova askerî paktı ve Comecon ticarî ve ekonomik işbirliği örgütüyle birlikte çökmesi, Belovej Antlaşması’yla (Aralık 1991) SSCB’nin dağılması muazzam bir ideolojik ve jeopolitik boşluk yarattı. NATO batıdan doğuya kuzeyden güneye doğru yayılarak boşluğu doldurmaya başladı. Batı, Rusya’yı kuşatmakla kalmadı, Balkanlar’dan Kafkasya’ya, oradan Orta Asya’ya kadar Rusya’nın bütün etki alanlarını ve hinterland’ını (arka bölgelerini) sermayesiyle, şirketleriyle, NGO’larıyla işgal etti.
    Birleşmiş Milletler 1990’dan, Birinci Körfez Savaşı’nın başlamasından itibaren devre dışı kaldı; ABD Ortadoğu’daki egemen devletlerin sınırlarını değiştirmek için savaşmaya, etnik ve dinî grupları vekâleten savaştırmaya başladı.
    Soğuk Savaş resmî bir antlaşmayla sonuçlanmadı. Taraflardan biri (SSCB) kendiliğinden çökmüş ve kendi kararıyla dağılmayı kabul etmişti. Taraflar yeni bir Birleşmiş Milletler düzeni kurma girişiminde de bulunmadılar. O zamana kadar gündemde tutulan bütün silahsızlanma anlaşma ve girişimleri rafa kaldırıldı. Şimdiki savaşın tohumları 1989-91’de “tarihin sonu” gibi, yani nihai ve sonsuz bir barışın başlangıcı gibi görünen dönemde atıldı. Ebedî barışın başlangıcı sanılan dönem, dün başlayan ve uzun süreceği anlaşılan savaşın sebebini oluşturdu.
    1991’de Rusya jeopolitik olarak yenildi, ideolojisi iflas etti; içeriden ve dışarıdan Batı’nın bütün imkân ve kabiliyetleriyle, silahlarıyla ve sermayesiyle kuşatıldı. Şimdi Putin Ukrayna’nın işgaliyle bu kuşatmayı yarmaya, NATO baskısını durdurarak “ileriden savunma” hatlarını mümkün olduğu ölçüde ele geçirip yeniden yapılandırmaya çalışıyor.
    Herkes soruyor, Putin’in aklında ne var?
    Putin’in aklında “süper güç” statüsünü kabul ettirerek vassal devletleri ve nüfuz alanlarıyla birlikte yeni bir Ortodoks Hıristiyan Rus İmparatorluğu kurma düşüncesi var. Bütün Slavları birleştirmek, Belarus’tan kuzeye doğru giderek Baltık bölgesini fethedip denize çıkış sağlamak, Karadeniz’e hâkim olmak, Kafkaslardan Vladivostok’a kadar, Hazar Denizi’nin doğusundaki ülkeleri de kapsayacak şekilde bir imperium (imparatorluk alanı) oluşturmak, Ortadoğu’daki “bölgesel devletler”i (Irak, Türkiye, Suriye, İran) etki alanına almak istiyor.
    Şimdiki Rusya’nın stratejik doktrini budur ve açık uçludur. Putin’in, “Rusya’nın sınırları yoktur” sözü bu doktrinin en kısa ifadesidir.
    Bu geniş ve nihai hedef Rusya’nın askerî, ekonomik ve toplumsal gücünün çok ötesindedir. Ulaşılması imkânsızdır. Putin’in Rusların Büyük Çarı rolünü sonuna kadar oynaması, Rus halkının yeni çarı uzun süre sırtında taşıması da beklenemez.
    Putin oligarşisi büyük bir askerî engelle ya da yenilgi veya baskıyla karşılaşmadığı ya da 1989-91’deki gibi içe doğru çökmediği sürece, duraksayarak da olsa askerî yöntemlerle stratejik hedeflerini ele geçirme çabasını sürdürecektir.
    Ukrayna’nın işgali şimdiki hâlde kendi içinde bölünmüş ve beyni sulanmış NATO’nun yeniden birleşip pekişmesi ve Çin’in Pasifik’teki elinin güçlenmesi gibi iki sonuç doğurdu. ABD/NATO “çevreleme” (containment), Çin “dolaylı tutum,” Rusya ise sert güç kullanma stratejisini sürdürecektir.
    Nükleer felakete yol açmadığı taktirde bütün bu çatışmaların çok büyük kayıpların ardından yeni bir Birleşmiş Milletler konvansiyonuna ve uluslararası hukukun yenilenmesine yol açabileceğini bu evrede ancak umabiliriz.
    Son tahlilde, kibirli ve aptal Amerikalı’nın açgözlülüğü ile mağrur ve yaralı Rus’un ihtirasları aynı kapitalist dünya sistemi içinde karşı karşıya geldi. Birincisi tek kutuplu dünya sistemini, ikincisi ise emperyal hâkimiyet alanını geri istiyor. Binlerce, belki milyonlarca isimsiz ölü ve muazzam maddî kayıplar pahasına…
    NATO’yu ve en genelde batı emperyalizmini “demokrasi”nin savunucusu olarak görmek ya da Rusya’yı emperyalizme karşı mücadele eden mazlum bir ülke, hatta ezilen milletlerin kurtarıcısı sanmak, körlük, cehalet ve ahmaklıktan başka bir şey değildir. Kendi varlığını ikisinden birinin stratejik anaforuna bırakan az gelişmiş ülkelerin geleceği yoktur.
    yalogan@gmail.com

  7. Madem büyük güçler arasında taraf tutmamayı savunuyorsunuz, neden TC egemenleri arasında taraf tutmayan Kürt ulusalcılarını eleştirip AKP karşıtı cepheye katılmaları gerektiğini söyleyebiliyorsunuz?
    ABD/NATO ve Rus-Çin blokları arasında taraf tutmayıp üçüncü cephe demekle, AKP ve TC muhalefeti (ve Suriye rejimi-muhalefeti vb) arasında taraf tutmayıp üçüncü cephe (Kürt ulus devleti) istemek aynı mantığa dayanmıyor mu? Kürtlerin devletleşme hakkına neden karşısınız o zaman? Ha işgalci Rusya, ha işgalci TC, Suriye… bu mantıkla.

  8. Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, “Erdoğan ve Türkiye halkına güçlü destekleri için teşekkür ederim.” dedi.

    “I thank my friend Mr. President of 🇹🇷 @RTErdogan and the people of 🇹🇷 for their strong support. The ban on the passage of 🇷🇺 warships to the Black Sea and significant military and humanitarian support for 🇺🇦 are extremely important today. The people of 🇺🇦 will never forget that!”

  9. DURUM ODASI FOTOĞRAFI
    Yavuz Alogan

    Büyük krizlerin niteliğini, taşıdığı potansiyel tehdit ve tehlikeyi önceden haber veren önemli fotoğraflar vardır. Ukrayna Krizi’nin başlangıcında çekilen ve bu yazıya eşlik eden fotoğraf bunlardan biri.
    Fotoğrafta Vladimir Putin ile Belarus Devlet Başkanı Aleksandr Lukaşenko’yu Komuta Kontrol (Durum) Odası’nda nükleer füzelerle oynarken görüyoruz ve burada durup Charlie Chaplin’in (Şarlo)1940 yapımı “Büyük Diktatör” filmini izliyoruz.
    Füzeler tatbikat amacıyla Arhangels ve Astrahan bölgeleriyle Barents Denizi’nden fırlatılmış. Nereye düştüklerini biz bilmiyoruz ama herhalde uzaydan görülmüştür. Bu tatbikatla eşzamanlı olarak NATO’nun Almanya’nın doğusundan Bulgaristan’a kadar Avrupa’daki bütün nükleer füze üslerini alarma geçirdiğini, nükleer denizaltıların vaziyet aldığını ve yer değiştirdiğini tahmin edebiliriz. Baltık bölgesine F-35’lerin konuşlandığını biliyoruz fakat İncirlik ve Kürecik üslerinde ne olduğunu bilmiyoruz. Pentagon’un komuta odasında fotoğraf çektirmemiş olmaları Yankee generallerinin boş durdukları anlamına gelmiyor.
    Aslında ilk kez böyle bir fotoğraf çekiliyor. Truman-Churchill, Stalin-Molotov, Mao Zedung-Çu Enlay gibi adamlar böylesine çiğ ve pervasız bir fotoğraf vermezlerdi. Ben bu fotoğrafta kibir, sorumsuzluk ve görgüsüzlük görüyorum. Bu iki adamın insanlığa söyleyeceği tek bir söz, aktaracağı tek bir değer yok. Ortodoks Rus İmparatorluğu kurmak için babadan miras kalmış nükleer silahlarla satranç oynuyorlar. Kremlin sözcüsü Peşkov, “Meşhur siyah çantayı ve kırmızı düğmeyi biliyorsunuz, değil mi?” diye dalga geçiyor.
    He, biliyoruz… Çar hazretleri haç çıkardıktan sonra kutsal parmağıyla meşhur kırmızı düğmeye basarak Polonya’daki NATO üssünde mevzilenmiş birkaç yüz Coni’yle birlikte yüz binlerce Polonyalıyı öldürebilir. Buna karşılık NATO bir iki Rus kentini buharlaştırabilir. Bunca füzeyi ne yapacaklar? Kapitalizm kullanım değeri olmayan şeyi üretmez.
    ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Mayıs 1997’de Hudson River’daki bir uçak gemisinin güvertesinde askerlere hitap ederken şöyle demişti: “Kullanmadıktan sonra, dünyanın en büyük askeri gücüne sahip olmuşsunuz, neye yarar?”
    O sırada Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti iç savaşla dağılmaya devam ediyordu. SSCB çöktükten sonra Josip Broz Tito’nun kusursuz bir toprak reformu yapmış, bankaları, sanayi ve ticareti devletleştirilmiş, planlı kalkınmayla yüksek refah düzeyine ulaşmış ülkesini Avrupa’nın orta yerinde istemediler. Yeni dünya sistemine uygun değildi. İç Savaş felaketine Almanya büyük katkıda bulundu, Hırvatistan ve Slovenya’dan başlayarak ülkeyi dağıttılar. Mart 1999’da başlayan NATO bombardımanı üç ay sürdü.
    Neyse, konuyu dağıtmayalım…
    ABD ile SSCB arasında 1962’de patlak veren füze krizinin nasıl çözüldüğünü hatırlayalım, Kruşçev ve Kennedy ile bugünün dünyasını felaketin eşiğine getiren Rus Çarı ve NATO fosillerini kıyaslayalım. Kruşçev hatadan tam zamanında dönüp füzeleri Küba’dan çekmiş, bir politbüro darbesiyle iktidardan düşmeyi göze alarak dünya barışını korumuştu. Savaşın ne olduğunu bilen bir adamdı. 1943’te, Stalingrad savaşı sırasında, Kızıl Ordu komutanıydı. Ayı avında elinde tüfek Rambo gibi poz veren, durum odasında nükleer bomba düğmesiyle oynarken fotoğraf çektiren bir magazin kahramanı değildi.
    Putin, “Dünya ekonomisine zarar vermeyeceğiz, biz de bu ekonominin içindeyiz,” dedi. Hepsi kapitalist sistemin içinde, aynı kaptan besleniyorlar. İnsanlığa söyleyecek sözleri, aktaracak değerleri yok. Güç mücadelesi veriyorlar. Biri kapitalist dünya sisteminin içinde tek kutup ve nihai karar verici olmak isterken, diğeri kapitalist dünya sisteminin içinde imparatorluk kurup Çar olmak istiyor. Bu yüzden dünya nükleer savaş felaketinin eşiğinde salınıyor.
    Hangisinin tarafını tutacaksınız?
    Dünyanın sorunları silahla çözülür diyen, aklı 1970’lerin dünyasında takılı kalmış bazı bunak solcuların bu soruyu iyi düşünmeleri gerekir.
    Türkiye’deki kutuplaşma eğilimi aklımı başımdan alıyor. Liberal Batı yanlısı gevşek “Ruslar, Kars ve Ardahan’ı alacak” derken, bunak solcu Putin’i mazlum milletlerin koruyucusu olarak alkışlıyor. İstanbul’a kar yağsa, birinin başına güvercin pislese bölünüyoruz. Bu ülkenin iç cephesi nasıl sağlanacak?
    Bu tip silahlı güç mücadelelerinden, karşılıklı nükleer saldırı tehditlerinden insanlık için olumlu sonuç çıkmaz. 1962 füze krizi en azından “detant” dönemini başlattı; 5 Temmuz 1963’te ABD ile SSCB arasında Moskova’da “Nükleer Silahların Kısmen Yasaklanması Antlaşması” imzalandı. Bugünün dünyasında Çar bozuntusu Putin, yolsuzluklara isyan ederek sokaklara dökülen kendi halkını kalaşnikov’la fotoğraf çektirip tehdit eden Lukaşenko’yu yanına almış nükleer bomba düğmesiyle oynuyor.
    En önemlisi bir Üçüncü Dünya ideali kalmamış, ufukta tarafsız bir Bağlantısızlar Hareketi, Bandung Konferansı (1955) gibi oluşumlar yok. Çatışmanın Baltık bölgesine ve Karadeniz’e yayılarak genişlemesi hâlinde nükleer felaketi önleyebilecek uluslararası tek bir kurum, taraflarda ise izan, insaf ve tecrübe yok. Savaş bir evrede kendi mantığını dayatır ve nereye gideceği öngörülemez. Yenileceğini gören taraf nükleer silahlar dâhil bütün askerî imkân ve kabiliyetlerini kullanır.
    Dünya sistemi ancak her ülke halkının verdiği sosyal refah ve eşitlik mücadelesinin yayılması, güçlenmesi ve devletleri yönetenlere kendi taleplerini dayatmasıyla değişebilir. İnsanlık ya daha yüksek bir uygarlık düzeyine ulaşacak ya da nükleer serpinti altında yok olacak ve Mad Max filmindeki vahşet düzeyine inecektir. Nükleer füzelerin başında oturan jeopolitikle kafayı bulmuş adamların iyi niyetine, basiretine güvenemeyiz. Silah teknolojisi önceki iki dünya savaşıyla kıyaslanamayacak kadar yıkıcı. İnsanlığın bütün kültürel birikimini, tarihten gelen bütün mücadele birikimini kullanarak bu savaşı durdurmak, en azından taraf olmamak gerekir.
    Dünyanın her yerinde ekmek ve hürriyet mücadeleleri olacak. Ağır gelir eşitsizliğinin, NATO yayılmasının, Çar’ın tahtının sonunu getirecek olan bu mücadelelerdir. Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır!..
    Şu kasvetli, tehlikeli ve kanlı pazar gününde herkese akıl-fikir, nükleer silahlardan arınmış, ekolojik sorunlarını çözmüş, nüfus artışını denetim altına almış eşitlikçi ve refah seviyesi yüksek bir dünya tasavvuru diliyorum. yalogan@gmail.com

  10. Meseleye bir de şu açıdan bakılabilir:

    Eğer Batılı müttefikler, II. Dünya Savaşı başlamadan hemen önceki günlerde, ani bir operasyonla Nazi Almanyasını işgal etseler, yani “saldırgan taraf” olsalardı, kimsenin aklına bu “saldırganlığı” kınamak gelmezdi.

    Neden? Çünkü o günlerde Nazi Almanyasının dünyadaki asıl “saldırgan güç” olduğu apaçık ortadaydı.
    Tıpkı bugün de NATO’nun ve Batı blokunun öyle olması gibi.

  11. Meseleye Türkiye ve AKP rejimi açısından bakıldığında da şu sonuç ortaya çıkar:

    Ukrayna ve Katar devletleri, AKP rejiminin dünyadaki en yakın iki müttefikidir. Dolayısıyla bu devletlerin zayıflaması AKP rejimini de olumsuz etkileyecektir.

  12. pek saçma bir akıl yürütme…

  13. “düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir